‘esas sorun, esas hesaplaşma vicdanlarda aslında ama bu mesele bitsin, yirmi yıl sonra tv’lere çıkıp hiçbir şey olmamış gibi konuşacaklarından eminim..’ – ÖZCAN ALPER

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“senaryoyu yazarken tek bir çizgide ilerlemiyorum.. o süreçte çok emek harcıyorum.. filmi yazma ve çekme süreçlerinde ben de öğrenmesem, heyecanlanmasam belki de film yapamam diyebiliyorum kendi kendime döndüğüm zaman.. çünkü sadece setin mekanikleşen bir tarafı var.. bense film yapmak istediğim andan itibaren kendimce alt kazılar dediğim 4-5 katman belirliyorum.. bu hem hikaye, hikayenin geçtiği mekanlar, beslendiğimiz sinema, edebiyat.. bu etkilenmeyi olumlu bir şey olarak görüyorum.. yönetmen görüşünü, hikayenin ilk halini yazdığım zaman rahatlıyorum.. işin temeli çıkmış oluyor.. ondan sonrası emek yoğun bir süreç oluyor.. kentin kendisini de, doğanın kendisini de bir karakter gibi düşünmeyi ifade ediyorum ve bunun üzerine çalışıyorum.. yazma sürecinde o mekanlara ve kente daha çok gidip gelmeye başlıyorum hatta orada yaşamaya başlıyorum.. o kentin görünürdeki hikayelerini değil derinliğini yakalamaya çalışıyorum.. sabah erkenden kalkıp sokaklarında dolaşıyorum, ruhunu yakalamaya çalışıyorum.. ‘sonbahar’da örneğin ‘john berger’in ‘avrupa üçlemesi’ benim için yol gösterici oldu.. ölmekte olan köylülük hakkında yazdıkları.. birinin senden önce yapmak istediğini edebiyatta yaptığını görüyorsun.. ‘john berger’in bunun için çamlıhemşin’de yaşaması gerekmiyor.. alpler’in altındaki fransız köylerinde de aynı şeylerin yaşandığını görüyorsun..

..

filmi büyük bir ev olarak düşünmüştüm.. bana bunu hatırlatan ‘tül akbal’ın kitabı oldu sanırım.. bizim çamlıhemşin’deki evleri düşünün.. odaların açıldığı ortadaki odaya ‘hayat’ denir bizim orada.. orta kısım geniştir, odalar ise dar olur.. ‘sonbahar’daki ‘yusuf’un odası çok küçüktü örneğin, bir usta bulup büyütmek zorunda kaldık.. yine de bir hapishane hücresinden daha büyük olmadı.. düşündüğüm şuydu : bir sorun çıkıyor bir odayı kapatıyorsun, türkiye de böyle.. bir süre sonra bir yaşam alanı kalmıyor.. ev ve oda konusu üzerine düşünmüştüm.. kendi yaşam alanını da yok ediyorsun aslında..

yası nasıl tutacağız meselesi aslında.. ağıtlar da bunun bir parçası.. türkiye’de aslında etnomüzikoloji diye bir bölüm yok.. antropologlar ilgileniyor..

buradaki esas sorun ülkenin kendisinin aslında bir kayıplar ülkesine dönüşmesi ama bununla nasıl baş edilecek,  yası nasıl tutulacak belli değil.. o yüzden ‘john berger’in ‘efendilerin’ sözünü kullandım ve ’musa anter toplumsal hafıza merkezi’ni kurdum filmde.. bütün otuz yılda çok ağır koşullar yaşanırken bir arşiv tutulmamıştı aslında.. tabi 1,5 milyon ermeni’nin öldüğüne resimlerini görünce mi inanacaklar.. esas sorun, esas hesaplaşma vicdanlarda aslında ama bu mesele bitsin, yirmi yıl sonra tv’lere çıkıp hiçbir şey olmamış gibi konuşacaklarından eminim.. filmin bir yerinde, filmin kendisi de sadece kayıt altına almayı amaçlıyor, sadece bunu yapsa yeter dedim.. o yüzden kayıplarla ilgili kayıtları uzun uzun çektik..

film esnasında onlarca kişiyle kayıt yaptık.. bir kopyasını bir kurum olsa da versek diye düşündüm.. ama orada fark ettim ki , ağıtlar, dengbejler de bu hafızanın korunmasını sağlıyor.. yaşar kemal ağıtların bir direniş biçimi olduğunu da söylüyor.. başka kültürlerle de karşılaştırıyor.. faili meçhul cinayetlerde kaybedilen insanların fotoğrafının üzerine bir tülbent örtülüyor evlerde.. ölüm yaşanmıyor, kabullenilemiyor.. bu durumda ciddi travmalar yaratıyor.. bir mezarı olsa her şeyi affedecek hale geliyor kadınlar.. o mezara gidebilse neredeyse yarı yarıya bağışlayacaklar..”

YENİ FİLM Dergisi’nden SERAY GENÇ ve YUSUF GÜVEN’in ÖZCAN ALPER’le yaptıkları röportajdan bir bölüm..

Röportajın tamamı için ‘YENİ FİLM DERGİSİ..’, Sayı 24, Kasım 2011,  Sayfa 14, 15, 16, 17, 18, 19..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Comments are closed.