“beckett, genet’in ittiği tekerlekli sandalyeye oturmuş, eski bir ezgi mırıldanır.. hafifçe ıslık çalar, genet’yi sinirlendirmeye çalışır..
beckett : ‘yaşlı kafes (kendi bedenini gösterir) kah iyi kah kötü; bir gün can çekişiyor, başka bir gün yerinde duramıyor..’
sessizlik..
beckett : kelimeler.. sessizlik damlaları.. tek istediğim sessizlik içinde olmak. ama burada ipin ucunu kaçırdık.. siz konuşup duruyorsunuz.. bense size cevap vermek zorundayım.. sessizlikten korkuyorsunuz..
genet : hiç değil, beckett, ben de sessizliği seviyorum.. ben de sessizlik istiyorum.. ama ikimizin de birbirimizin göz akına bakıp kalmamızı istemediniz sanırım.. insan her gün bir ‘samuel beckett’a rastlamaz.. siz bir kum tanesisiniz, anıtsal bir kum tanesi.. çorak toprağın yorumcusu.. ama ne kadar anıtsal bir kum tanesi de olsanız, buradasınız, küçük bir arabanın içinde, kocaman bir bekleme salonunda kaybolmuş.. giacometti’yi bekliyorsunuz.. işte.. açık değil mi.. değil mi.. (bir süre sonra) tanca’ya ne yapmaya geldiniz.. tiyatroya ihtiyaç duymayan, her şeyin kahvelerde olup bittiği bir şehre; kahveciye ‘ionesco’yu içeri almamasını söyledim.. onun burada işi yok..
..
genet : savaştınız mı siz..
beckett : direnişteydim.. insanın kollarını kavuşturup duramayacağı anlar vardır.. kimseyi öldürmedim, fareler hariç.. savaşın bitiminde saint-lo’daydım; hastanedeki hemşirelere yardım ediyordum; berbat vaziyette gelmiş yığınla insan vardı; onları tedavi ediyorduk; alman esirlerse iyi durumdaydı; çalışıyorlardı.. sorun doğumhane ve çocuk servisiydi; harabe haldeki şehirde cirit atan fareler karşısında özellikle oradakiler çok çok zayıftı.. farenin kökünü kazıyacak kimyasal yoktu.. benden fare zehri bulmamı istediler; paris’e koştum ve curie hastanesinin patoloji servisinde çalışan bir dostuma danıştım.. bana bir solüsyon verdi, mısır tanelerinin üzerine konulacaktı ve taneler de stratejik köşelere yerleştirilecekti.. böylece az kazımadım köklerini.. son savaşçılık başarım budur..
..
genet : kara eylül katliamlarının hemen ardından filistin mülteci kamplarını ziyaret ettikten sonra, filistin halkının uykuda katledildiği sabra ve şatila kampını ziyaretimden sonra, claude mauriac ‘fiagro’da bana bir sayfa ayırmıştı.. ona şöyle dedim : ‘ben edebiyattan asla söz etmem, sayfanızı filistin’de kendi gözlerimle gördüklerimle dolduracağım, çocukların susuzluktan öldüğü kamplarda; annelerin onları ağlamadan gömdüğü, çünkü acıları öyleydi ki bu kadınları gözyaşları bile tesellisi edemiyordu, evet, bu kamplarda gördüklerimi..’ bunun üzerine claude bana o yumuşak, nazik sesiyle şöyle dedi.. (taklit eder..) ‘hayır, jean, yapamam..’ zavallı, çok nazikti..
beckett dikkatle dinler, başını ellerinin arasına alır.. beresini kafasına iyice geçirir, yüzü görünmez olur..
sessizlik..
beckett : her insanın kendi gölgesi vardır.. filistinli’nin de..
bir an tereddüt ettikten sonra..
genet : filistinli’nin de.. filistinlileri savunuyorum.. kendi kaderlerini tayin hakları var.. fakat adaletsizlik onları gezgin bir halk yapmasıydı da bu kadar sever miydim, bilmiyorum..
sessizlik..
ben, kendimi devrimci sandım, ama değilim, ben bir marjinalim, bir münzevi, bir serseri.. benim de toprağım yok..
onlara yardım etmeye çalıştım.. onlara diyordum ki : ‘beni kullanın, kullanın beni..’ ama onlar bana yardım etti, yaşamama yardım ettiler.. onlar olmasa intihar ederdim.. hatta onların kampında kendime bir anne bulduğumu bile sandım, belki benim annem.. bundan daha önce söz ettim sanıyorum..”
TAHAR BEN JELLOUN..
‘BECKETT VE GENET TANCA’DA BİR ÇAY..’ , TAHAR BEN JELLOUN, Çeviri : IŞIK ERGÜDEN, SEL Yayıncılık, Kasım 2011, 86 Sayfa..
Kitap Arkası :
“fas’ın tanca şehrinde, aşıkların, turistlerin ve entelektüellerin müdavimi olduğu denize nazır ünlü hafa kahvesi.. taraçalardaki masalarda naneli çaylarını yudumlayan gençlerin arasında tanıdık bir sima, jean genet, tüm ekşiliği ve enerjisiyle siyah tarafta hayata diklenmekte..
heykeltıraş giacometti’nin elinden çıkmışçasına zarif, samuel beckett, bu hayali karşılaşmanın beyaz tarafında.. godot’yu beklercesine hayali bir metin.. uzun yıllar genet’yle dostluğunu sürdürmüş, goncourt ödüllü yazar tahar ben jelloun’un kaleminden..”