Archive for Aralık, 2011

‘Ece Ayhan’la 2012’ye..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

FAYTON

 

                                             ‘Erol Gülercan’a

 

O sahibinin sesi gramofonlarda çalınan şey

İncecik melankolisiymiş yalnızlığının

İntihar karası bir faytona binmiş geçerken ablam

Caddelerinden ölümler aşkı pera’nın

 

Esrikmiş herhal bahçe bahçe çiçekleri olan ablam

Çiçeksiz bir çiçekçi dükkânının önünde durmuş

Tüllere sarılı mor bir Karadağ tabancasıyla

Zakkum fotoğrafları varmış Cezayir menekşeleri camekânda

 

Ben ki son üç gecedir intihar etmedim hiç, bilemem

İntihar karası bir faytonun ağışı göğe atlarıyla birlikte

Cezayir menekşelerini seçip satın alışından olabilir mi ablamın.

 

ECE AYHAN

 

(1. Basım : Kınar Hanımın Denizleri, 1959, Açık Oturum Yayınları..)

Bütün Yort Savul’lar!, 1954-1997, Toplu Şiirler, Yapı Kredi Yayınları, Ekim 2003, 254 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘ÇOK YAŞASIN ÖLÜLER..’ , CAHİT IRGAT

“sait faik için..

senin gidişine anılar yazıldı ardından.. doğrusu eğrisi, karınca kaderince..

yüreğime kan oturmuş, size dağlar gökler boyu hasretim.. siz gidenlere.. menfaat dünyası bu dünya.. kazık atar durmadan insan insana.. bu yüzden küsüm çoğu insana.. gece züppe bir maviyle dolu.. bunalmış yürüyorum, yalnızlık kaldırımlarında.. yalnızlık, yalnızlık, yalnızlık.. yalnızlık öldürmüştü seni de.. ne evin, ne kitapların, ne köpeklerin, ne aşkların, ne dost görünen dostların doyurmuyordu, doldurmuyordu dünyanı..

insanı insanda aradın hep.. birbirine kazık atan insanda.. insanı insandan çıkardın hikâyelerinde.. yığın yığın kompleksler içinde.. oysa ben :

‘allahı şimdi gördüm

ağlıyordu.

iki gözü iki çeşme, elinde fener

diyojen’i arıyordu.’ (cahit ırgat, insan, insanın türküsü , s:130..)

diyorum..

ana olsun, baba olsun, yaradandan yaratığına dek ağlayanını gördüm.. dokunanı çok oldu bana.. insanları çok seviyorsun, dediler.. seviyorum ama, küsüm onlara dedim.. o başka, bu  başka dediler.. o başka, bu başka değildir, dedim.. insan ya insandır ya değildir, dedim.. ya insandır, ya değildir..

‘anılar, anılar yanmıştır.. beni bugüne getiren kitaplar yanmıştır’ diyorsun “alemdağ’da var bir yılan”da.. ama ‘1907’de doğdu, 11 mayıs 1954’te öldü’ demek o kadar kolay değil senin için, senin üzerine.. siroz, o, doktorların bileceği iş.. kolay teşhis.. seni yalnızlıklar öldürdü.. seni umutsuzluklar öldürdü.. seni yalnızlık, iç yalnızlık öldürdü.. seni hikâyelerinde yarattığın insanların insan olamayışları öldürdü..”

CAHİT IRGAT

‘ÇOK YAŞASIN ÖLÜLER..’ , CAHİT IRGAT , Derleyen ve Yayına Hazırlayan : TURGUT ÇEVİKER, NOTOS Kitap Yayınları, Kasım 2011, 304 Sayfa..

Kitap Arkası :

“Unutulmaz bir şairin ve tiyatro adamının hayatı…

Tiyatro ile şiiri, hayatının anlamı kılan Cahit Irgat, 1930’lardan 1960’lara uzanan sanat yaşamında tanıdığı sahne, sanat, edebiyat ve meyhane dostlarını, 1968’de Akşam gazetesinden bir yazı dizisiyle anlatmıştı: “Çok Yaşasın Ölüler”.

Cahit Irgat, hep eşitlikçi ve barıştan yana bir dünya özlemiyle sahneye çıktı, şiirler yazdı. 1940 karanlığında kalemiyle acı acı konuşmaktan çekinmedi. Devlet Konservatuarı’ndan İstanbul Şehir Tiyatroları’na, Küçük Sahne’den Dormen Tiyatrosu’na uzanan sahne yaşamından insanlar ve çağdaş Türk edebiyatının en seçkin ve en önemli kişilikleriyle geçirdiği yıllar…

Hayatın acılarına, tiyatro ile şiirin derin ve sonsuz gücüyle dayanan Irgat, bir bakıma bu sahne ve edebiyat adamları üzerinden kendi hayatını da anlatıyor.

Çok Yaşasın Ölüler ilk kez kitap olarak yayımlanıyor.

Bu karnavalda kimler yok ki: Neyzen Tevfik, Orhan Veli, Hâzım Körmükçü, Sabahattin Ali, Sait Faik, Reşat Nuri Güntekin, Mahmut Yesari, Nurullah Ataç, Raşit Rıza, Vâlâ Nurettin, Ercüment Ekrem Talu, Peyami Safa, Halide Edip Adıvar, Naşit Özcan, Suavi Tedü, Ferdi Tayfur, Orhan Boran, Cahit Sıtkı Tarancı, Asaf Halet Çelebi, Ahmet Kutsi Tecer, Rüştü Onur, Muzaffer Tayyip, Hasan-Âli Yücel ve daha pek çok kişi…”

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

eşeği tank sanan devlet…

Dün Uludere’de yaşananlarla alakalı sosyal medya, tv, radyo… ne kadar iletişim aracı varsa işi gücü bırakıp takip etmeye çalıştım. Sinirlendim, kızdım… sağa sola telefon açtım, telefonlar geldi. Bizim siteye aylakadamız’a baktım.  Crockett yazmış neyse ki. Bu atıl, bu beter zamanlarda işi gücü asıp yazı yazmaya çalışıyor. Hepimiz adına tavrını koyuyor.

Neyse.

Şu olaya kısaca bir bakalım. –Olay yazmaktan sıkıldığım için herkesin bildiği ama söylemekten çekindiği dille yazıp olay yerine katliam diyeceğim- Öncelikle, arkadaş sen devletsin. İnsanını koruyup kollama mekanizmalarını geliştirmediğin sürece sana muz cumhuriyeti de derler Mogadişu demokrasisi de. Kaçakçılık yapan yurttaşını terörist “sanıp” -o sanma nasıl bir şeyse artık- 47 dakika boyunca üzerlerine bomba yağdırıyorsun. Bu insansız hava aracı denen şeyin nasıl çalıştığını biliyoruz. X-Ray cihazına benzer bir sistemle metal ve nametali birbirinden ayırıp görebilen bir araçtan bahsediyoruz. Sen eşek üzerindeki varile RPG muamelesi yaparsan, seni devlet sanıp devrim yapmaya çalışanlar elbette çoğalacaktır.

Sağ olsun medyamız bu olaylar yaşanırken ve üzerinden saatler geçmesine rağmen sesi sedası çıkmadı. Ağzını bıçak açmadı, üç maymunu oynadılar. Neyse ki imdada genelkurmay bildirisi yetişti. O da özürlü mözürlü bir basın açıklaması ve sonunda saygıyla diyerek bitirmişler. Devlet bakanı operasyon kazası olarak açıkladı durumu. Doğru, apandisitten ameliyata yatan hastanın beynini almakta operasyon hatası sayılabilir.

Katliamın bilânçosu şu 17 yurttaş kayıp bu kesin, 35 ile 40 civarı yurttaşta eşek sırtında morglara oradan da otopsiye taşındı. Ölü. Bu kesin. Bu fotoğraftan hükümetin sorumlu olduğu aşikar peki kendine pay çıkartıyor mu bunun oranı ne? Elbette hayır. Hayır’ın rakamsal karşılığı ne peki? Sıfır!

Son söz diyip bitirelim. İnsanların önüne sıfat koyup onları insansızlaştırmaya çalışırsan örneğin; kaçakçı, fahişe, eşcinsel vs. sana dünya alem götüyle güler.

‘Papyrus’

‘güç, zayıflıktan nefret eder çünkü zayıflık güçlünün zaaflarını yüzüne vurur..’

‘aşk hem gelişmek için ihtiyacımız olan hem de asla başaramayacağımız bir şeydir.. tek umudumuz zamanla daha başarılı başarısızlar olmamızdır ama bu da neticede yeterince iyi olmayabilir elbette..’

..

“midgley’e göre ‘kötülüklerin çoğu tembellik, korku, pintilik ve açgözlülük gibi sessiz, saygıdeğer ve şiddetten uzak sebeplerle yapılır..’ bu kitabın algıladığı anlamdaki kötülük, söz konusu sebepler kadar ahlaksız ve şeytani değildir.. genellikle korkmamız gereken kötülük değil sıradan bencillik ve hırstır.. korkunç eylemlerin sahipleri her zaman korkunç kişiler değildir.. ‘cia’ işkencecileri kesinlikle iyi birer koca ve baba olabilir.. sezar’ın etraftaki bütün kabileleri dize getirdiği söylense de askeri katliamlardan aslında hiç kimse tek başına sorumlu değildir.. yaşlıların emeklilik fonlarını hortumlayan veya gezegenin tamamını kirleten kişiler de genellikle iş iştir diyen yumuşak başlı bireylerdir.. meselenin özünün böyle olmasına sevinmeliyiz.. zira çoğu kötülük kurumsaldır.. bireylerin kötü niyetli eylemlerinin değil de menfaatlerin ve insanlardan bağımsız işlemlerin ürünüdür kötülük.. bu işleyişi kesinlikle hafife almamalıyız ama komplo diye bir şeyin varlığını da reddetmemeliyiz.. şu bir gerçektir ki kötü niyetli bazı insanlar, günümüzde artık sigara içmenin yasak olduğu odalarda buluşup kötülükler planlamaktadırlar.. öte yandan bu kötülükler belli sistemlerin ürünüdürler..

kötülük türlerinin çoğu toplumsal sistemlerimizin içine işlemiştir ve bu sistemlere hizmet eden bireyler yaptıklarının ciddiyetinin farkında olmayabilirler.. öte yandan bu insanların tarihin elinde basit birer kukla olduğunu söyleyemeyiz.. ‘noam chomsky’nin bir zamanlar dediği gibi entelektüellerin politik otoriteye meselelerin iç yüzünü göstermesine gerek yoktur çünkü otorite gerçeği zaten bilir.. entelektüeller topluma gerçeği gösterseler bile, iğrenç siyasi eylemlere imza atan pek çok birey, duyarlı ve vicdanlı insanlardır; bu insanlar devlete, şirkete, tanrıya veya özgür dünya’nın geleceğine -kimi sağcı amerikalılar için bütün bu kavramlar neredeyse aynı anlama gelir- cansiperane hizmet ettiklerini düşünürler.. ‘john le carré’ın gizli ajanları gibi, haysiyetsiz davranışlarının tatsız ama gerekli olduğuna inanırlar.. bir insanın tırnaklarını kerpetenle sökmek, ideal bir dünyada yapacakları şey değildir.. tırnak söken işkencecilerin ve daha kötüsü onlara bu işi verenlerin, yaptıkları ve söyledikleri arasında ciddi bir çelişki görmeksizin ahlaki değerlerden bahsedebilmelerinin bir sebebi işte budur.. ahlaki değerlere samimiyetle inanıyor olabilirler ama o değerlerle ticari ve politik gerçekleri başka dünyalara aittir.. ve bu iki dünyanın kesişmeleri gerekmemektedir onlar için.. siniklerin dediği gibi din gündelik gerçeklerle çelişmeye başladığında, dinden vazgeçme zamanı gelmiştir..

bu durumda söz konusu yanlış bilinç müteşekkir olmamız gereken bir şeydir.. korkunç şeyler yapan insanlar yaptıklarının en azından kısmen farkında olmasalardı, onların gerçek anlamda, içten gelen bir kötülüğe sahip olduklarını düşünmek zorunda kalacaktık.. ve bu da onların, şu an sahip olduğumuzdan daha iyi bir toplumsal düzen kurma hakkına ve yetisine sahip olup olmadıkları meselesini gündeme getirebilirdi.. marx ve engels ideoloji kavramını radikal bir politik düzeni makul göstermek için kullanmamışlardır ama buna rağmen ikisi arasında bir ilişki vardır.. insanların içinde oldukları sistem tarafından güçlü bir şekilde şartlandırılmış olmaları gerçeği, politik değişime engel olmaktadır.. ancak bu gerçek onların, politik kefarete uzak olduklarını söyleyerek ıskarta edilmelerini gerektirmez.. hümanistler bu tür insanlar için, ironik bir şekilde, yanlış bir bilinç geliştirmişlerdir.. eğer başkalarını sakat bırakan ya da sömüren insanlar aslında ne yaptıklarının farkında değillerse, incil’den meşhur bir ifadeyle söylersek, bu durumda şüphesiz ahlaken vasattırlar, büsbütün kötü değillerdir.. yaptıkları şeyin ciddiyetinin sadece kısmen farkında olsalar bile ya da yaptıklarının tam olarak farkında olmalarına rağmen onurlu bir dava için vazgeçilmez olduğunu düşünseler bile belki de hümanistlerin sandıkları kadar hoş görülü değillerdir.. ‘belki’ diyorum çünkü ‘stalin’ ve ‘mao’ onurlu bir amaç diye niteledikleri bir şey için katliamlar yaptılar ve ‘stalin’ ve ‘mao’yu da hoş göreceksek, kimi görmeyeceğimizi kestirmek zor..

kötülük eylemlerinin çoğunun yanlış düşünme, ağır basan çıkarlar ve tarihsel güçlerden kaynaklandığı doğru olmasaydı, çok daha korkunç bir durumla karşı karşıya kalırdı.. insan ırkının yaşamını sürdürmeye hakkı olmadığını düşünmek zorunda kalabilirdik.. ‘schopenhauer’ insan yaşamını korumaya değer bulan herkesin derin bir yanılgı içinde bulunduğunu söylüyor.. ona göre insan yaşamı uğraşmaya değmezdir çünkü sadece ‘anlık tatmin, ihtiyaçlardan kaynaklanan kısa süreli keyif, yoğun ve uzun süren acı, süreli mücadele’den ibarettir, ‘bellum omnium, her şey hem av , hem avcıdır.. yokluk, ihtiyaç, endişe, feryat ve uluma insaecula saeculorum veya yerkabuğu bir kez daha çatlayana kadar devam edecektir..”

TERRY EAGLETON

“KÖTÜLÜK ÜZERİNE BİR DENEME..” , TERRY EAGLETON, Çeviri : ŞENOL BEZCİ, İLETİŞİM Yayınları, 2011, 143 Sayfa..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘GÖRÜNÜRE DAİR KÜÇÜK BİR TEORİYE DOĞRU ADIMLAR..’

“görme yetisini kaybeden bir hayvandan daha üzücü (trajik değil, üzücü) pek az şey biliyorum.. insanlardan farklı olarak, hayvanlara dünyayı tarif etmelerine yarayacak bir dil kalmaz.. tanıdık bir arazideyse, kör hayvan burnuyla yol bulabilir.. ama artık varolan elinden alınmıştır ve bu yoksunlaşmayla birlikte yok olmaya başlar, artık yalnızca uyuklar, belki de bir zamanlar varolan bir rüyayı arıyordur..”

..

“david’in 1790’da çizdiği ‘sorcy de thélusson markizi’ bana bakıyor.. onun zamanında kim bilebilirdi bugün insanların içinde yaşadığı yalnızlığı.. her gün dünyaya ilişkin gövdesiz ve sahte bir imgeler ağı tarafından yeniden onaylanan bir yalnızlık.. ama onların sahteliği bir hata değil.. eğer kâr peşinde koşmak insanlığın kurtuluşunun tek yolu olarak görülürse, gelir mutlak öncelik haline gelirse, o zaman varolanın itibar görmemesi, görmezden gelinmesi ve baskı altında tutulması gerekir..

bugün resim yapmak, yaygın bir ihtiyaca cevap veren bir direniş eylemidir ve umutlanmayı teşvik edebilir..” 1995

..

“ nasıl bu göründüğün gibi oldun diye sorar ressam..

ben olduğum gibiyim.. bekliyorum, diye cevap verir dağ, çocuk ya da fare..

neyi..

seni, başka her şeyi terk edersen eğer..

ne süreyle..

ne kadar sürerse..

hayatta başka şeyler de var..

bul onları ve daha normal ol öyleyse..

ya yapmazsam..

o zaman sana başka hiç kimseye vermediğimi veririm, ama bir değeri yok, yalnızca senin faydasız sorunun cevabı..

faydasız mı..

ben neysem oyum..

bundan fazla bir vaadin yok mu..

yok.. sonsuza kadar bekleyebilirim..

normal bir hayatım olsun isterdim..

git normal bir hayat yaşa ve bana güvenme..

ya güvenmek istersem..

her şeyi unut ve bende – beni bul..

bunun ardından gelen işbirliği çoğunlukla iyi niyet üzerine değil, daha ziyade arzu, öfke, korku, acıma ve özlem üzerine kurulur.. resim hakkındaki modern yanılsama (ki postmodernizm bunu düzeltmek için hiçbir şey yapmadı), ressamın bir yaratıcı olduğudur.. aslında ressam bir alıcıdır.. yaratma gibi görünen şey, aldığına biçim verme fiilidir..’

JOHN BERGER

‘GÖRÜNÜRE DAİR KÜÇÜK BİR TEORİYE DOĞRU ADIMLAR..’ , JOHN BERGER, Çeviri : BÜLENT SOMAY, METİS Yayınevi, 49 Sayfa, Kasım 1999..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘KATİLLER, SANATÇILAR VE TERÖRİSTLER..’

‘sıkıntıdan patlayacak hale gelip aykırılıklara, çelişkilere karşı içimde sönmez bir istek duymaya başlayınca kendimi her türlü rezilliğin kucağına atıyordum..’ – yeraltından notlar, dostoyevski..

thomas bernhard’ın yapıtlarında dışkıya bol bol göndermede bulunulur, çünkü tüm yazılarının temel önermesi dünyanın ‘beyinsiz, kültürsüz’ ve iflah olmaz bir ‘lağım çukuru’ olduğudur.. dolayısıyla modern avusturya onun için tüm modern batı kültürlerinin metaforudur.. lağım çukuru, birkaç düşünen insanda –ki bernhard eserine bunlardan çok az sayıda alır- yaşam boyu süren tehlikeli isyancı tepkiler yaratır; tehlikeli, çünkü devrimciliğin çok yüksek perdedeki tonlarıyla güdülenen bir yaşam, sadece devrimcinin bedenini ve zihnini alt üst eder ve sonunda kronik ve hatta ölümcül fiziksel ve zihinsel hastalıklara yol açar –ki bernhard fiziksel ve zihinsel ayrımını yıkar.. kendi estetik anlayışının psikososyal bağlamı içerisindeki en zarif sunumu olan “wittgenstein’ın yeğeni”nde, bernhard, adeta dostoyevski’nin yeraltı adamı’nın nihilist oğluymuş gibi, şu kaçınılmaz soruyu sorar : DEVAM ETMEK NİYE.. neden yakın arkadaşı paul wittgenstein’ın zihinsel hastalığa teslim oluşu gibi o da ciğerlerindeki hastalığa teslim olmasın.. ve eğer bu da çözüm olmazsa, neden insan kendini kendi eliyle öldürmesin..

“wittgenstein’ın yeğeni”nin başında paul ve thomas’ı hastanede, iki yüz metre arayla yatarken görürüz; paul delilere ayrışmış ludwig kliniğinde, thomas akciğer hastalarına ayrılmış hermann kliniğindedir ve iki mekan sürekli olarak paralel tasvirlerle kurgulanır.. hastalıktan yılan paul’un aksine, yılmaz thomas isyandan kaynaklanan hastalığına sevinir ve hastalığı kullanarak zenginleştirir kendisini.. zenginleşmenin kökeni hastalık, hastalığın kökeni isyan, isyanın kökeni de lağım çukurudur.. thomas gerçek kimliğini hastalığın içinde keşfeder..

çürümeden kaynaklanan bu zenginleşme nedir tam olarak.. bernhard için bu sanatıdır.. “wittgenstein’ın yeğeni”nde bize hastalığın kendi varlığının ‘yaşam pınarı’ olduğunu söylediğinde, aslında bize söylediği varlığının yaşam pınarının lağım çukuru olduğu, onsuz bir sanatçı olamayacağı, onun kendi ilham perisi olduğudur.. sanatçı olmak için ‘mondo merda’ya, bok dünyasına, ereksinim duyan çürük sanatçılar arasında en ışıltılı bernhard’dır belki de..

bernhard’ın sanatının doğası ve işlevi nedir.. ‘heldenplatz’da bize iki metafizik ipucu verir :

1.DÜŞÜNEN KİŞİ HER SABAH KALKAR KALKMAZ KUSMAKTAN ALIKOYAMAZ KENDİSİNİ.

2. GERÇEKLİK ÖYLE KÖTÜDÜR Kİ TARİFİ İMKANSIZDIR, HİÇBİR YAZAR ONU GERÇEKTEN OLDUĞU HALİYLE TARİF EDEMEDİ, KORKUNÇ OLAN DA BU..

burada tanımlanan şey, sanat bir dışavurum  -iç sürecin dışarı çıkartılması- olarak kabul eden romantik teoridir.. YAZMAK KUSMAKTIR.. besin olarak aldıklarımız aslında zehirdir.. paul’un sanat ya da felsefe üzerine yapıtlar yayımlamak gibi bir huyu olmadığından, tek yaşadığı deliliğidir – ki bu delilik müzik, insanseverlik, kafeler ve formula 1 yarışlarına yöneliktir- ve bu yüzden delilik onu zihnen ve bedenen yavaş yavaş öldürür.. ancak bulantısını sanatsal açıdan kullanan thomas, bunu kusar, (aynen gerçek kusma edimindeki gibi) içimize yaşam gıdası diye giren çürümüşlüğün tanığı olan bir kusmuk söylemi üretir; toplumun suçlarına tanıklık eder.. yazmak; tedavi etkisi yaptığı, öfke bunaltısını dindirdiği kadar, bir vefa borcudur aynı zamanda.. bernhard’ın müthiş üretken edebi yaşamı, aslında , kendisini kusturan şeyi berrak bir kusmuk diline döküp sağlamlaştırır; ortada, bu tepkisel sanatın bir şeyleri değiştireceğine dair umut yoktur.. asıl suçlu, sanatçı değil toplumdur ve asla ıslah edilemez.. GERÇEK TARİF EDİLEMEYECEK ÖLÇÜDE KÖTÜDÜR –bernhard’ın eserinde durmadan tekrar edilen dehşet budur.. paradoksal olarak tam da, düşünen insanın her sabah dışarı çıkarttığı, sürekli kusulan bu dehşet, geleneksel tarzda temsil edilemeyenin dolaylı ama etkili bir temsili ve suçlanması haline gelir.. bernhard’ın kurgusal yapıtlarının stil ve biçimi, onun dışavurum merkezli estetik anlayışının organik bir ifadesidir.. onun bölümsüz – paragrafsız- düzyazıları, durmaksızın monolog halinde olan bir insan sesi imajı yaratır; opera kariyerini farklı bir şekilde devam ettirmeyi başaran bernhard’ın bunaltısının pürüzsüz kanalı olan gırtlağından gelen kusursuz bir legato gibi.. (legato: bir dizi notanın ara verilmeden bağlanarak okunacağını anlatan müziksel terim..)

..

evsiz olmak, bernhard’ın aşırılığının dayandığı olumsuz temeldir : ‘gerçek şu ki, sadece arabada giderken mutlu oluyorum, az evvel ayrıldığım yerle gitmekte olduğum yer arasındayken.. sadece yoldayken mutluyum; gideceğim yere vardığımda birden hayal edilebilecek en mutsuz insan oluveriyorum.. öz olarak, hiçbir yerde bulunmaya katlanamayan ve sadece iki yer arasında mutlu olan insanlardan birisiyim..’

..

‘kendimi katlanılmaz buluyorum ve benden bile katlanılmaz olan, benim gibi bir yazarlar ve düşünürler güruhu var.. mümkün olukça edebiyattan uzak duruyorum, çünkü mümkün oldukça kendimden uzak duruyorum..’

..

‘yaşam pınarı lağım çukurudur; yaşam pınarı hastalıktır; yaşam pınarı sanattır; yaşam pınarı arkadaşlıktır : bu kadar çok yaşam pınarı adayı olunca, bernhard’ın umutsuzluğu daha belirginleşir.. aslında hiç yaşam pınarı yoktur ve bu dinsiz adam, keskin bir çelişkiyle, müzik estetiğinin içinden lağım çukurunun ötesine uzanır, inanmadığı şeye doğru..’

‘KATİLLER, SANATÇILAR VE TERÖRİSTLER..’

FRANK LENTRICCHIA & JODY MCAULIFFE, Çeviri : BARIŞ YILDIRIM, AYRINTI Yayınları, 2004, 208 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

OTOPSİ RAPORU BAĞIMSIZ BİR KAYIP İLANI

Ben bunları yazarken sen çok uzak bir sende, yılgın bir yöne uzatmış olacaksın beni. Sen bunları okurken ben çok uzaklarda değilmişsin gibi yapacağım eminim. Aramızdaki mesafeleri aklımda yenilgiye uğratmış olmama rağmen hiçbir yerimden zafersel bir gurur fışkırmıyor, garip.. İhtiyaç gibiymişsin gibi duruyorsun artık, belki de ondandır. Ne kadar yanılmış olabilirim ki’yle geldiğim ve döndüğüm o uzun yolun tamamen ölümüme attığım adımlar toplamı olduğunu anlıyorum şimdi. Çok hızlı gelişiyor özlemin, kontrol edemiyorum.

Fırtına öncesi sessizlik anlarıymış seni görmeden önce düşlediklerim, farkında olamıyor insan kavuşmadan, kavuşmaya ramak kala zamanlarının aslında ne çetrefilli, ne çocukça olduğunun. Seni gördüğümde o kısacık an içinde aldırdım en yakın yalnıza içimdeki çocuğu. Öyle bir boşluk doldu ki arafında, tüm beklenenler yargılandı ve layığını buldu huzurunda. Genişledi cehennem, ve yırtıp attı cennetle arasında süzülen sıratları. Çok eski hüzünlerden tanıdım yüzünü, hiç yabancı gelmiyordun, geldiğin yerden. Ne kadar astarsız boyalarla dokunsan, kapatsan kalbinin kapılarını illa kalmıştır birkaç tırnak izim kapılarında , demir parmaklıklarında çığlığım, görüyor musun, duyuyor musun ?

Serçe parmaklarınla tanışıklığımız uzun yıllara dayanıyor, ben uzatmadım sırtına onca uzun yılı dayan diye ama sen yine de rahat et usumun ormanlarında, yabanıl kalsın parmakların, evcilleştirmeye çalışmayacağım onları. Her dokunuşunda kirime, bir tel kopuyor içimde bir yerlerde; kısa devre yapıyor aklım. Tüm günahlarımı yolcu ediyorum bir araya getirdiğim otobüs koltuğundan. İlk mola yerinde, el sallamanı taklit etmeye çalışıyorum, gittikleri yerde eksiklik hissetmesin kendilerini günahlarım. Yoksa hiç dayanamam veda sahnelerine, sen bilmezsin; dayanıklı görünmüştüm tüm zerrelerime kadar senin yanında, sen bilmezsin..

Kelimelerimin üzeri çizilmez, karalanmaz. Çizilir, karalanır ama erir utançtan yabancı çizgiler, uyuşmayan renkler. Sessizce toparlar valizlerini uyuşmadığında renkler, çizgiler, karalamalar. Karşı kıyıya geçerler sırat’ımdan, dün-yarın arası bir yaşam kırıntısında, bir nefesinin sırtında; anlarlar geç olmadan, izoledir benim özgürlüğüm, anlattığım ve yazdığım tenlere siner kelimelerim.. Olmamış kadınlar sevdim çoğunlukla, tutkuları yoktu, kaprisleri çoktu, hamdılar yok olma zamanlarına kadar. Şimdi bocalıyorum tenine dokunduğumda, şimdi bocaladım, şimdi; senden uzakta.. Veda sahneleri tasarladım kağıtlar üzerinde, kolay olacak gibiydi, bir sürü müsvedde çıkmasına nazaran. Bir sürü beğenisizlik hissettim bunlarda da, tanrı okuduğunda. “Planlama” dedi eceli, “ben istediğimde ödeyeceksin son taksidini, peşinen verdiğim nefeslerin en nihayetini”. Ellerini çek yanaklarımdan, şakası olmaz silahın ve çok banal, tanrıyla aramıza bu kadar pervasız dalman.

Yol mu sana karşı provoke ediyor aklımı ? Yanımda duruyorsun oysa, başın omuzumda, uyumuyorsun da, bedenin olmasa da, başın.. Kesip almışım aklının orta yerinden, ama hata sesin, söz vermeseydin çıkmayacağıma zihnimden, açık bırakmazdım aklımın kapılarını; üşümezdin, üşümektendir bu uykulu hallerim, oysa geceyle uykusuzluk yarışlarında ipi hep ben göğüslerdim.. Seni en güzel halinle bıraktım ölürken, ne yaşlanacak, ne de değişeceksin artık. Tekrar karşıma çıktığında da zaman işlememiş olacak sana, en sağlam mirasımsın sen, kendime bıraktığım.

Bir benzin istasyonunun kamera kayıtlarıyla kanıtlandı vedasızlığın, zorla yanaklarına dokunan dudaklarım, iyice görünüyorlar üstelik.. Şimdi dilekçe hazırlamalardayım “güvenlik sebebi” ile başlıyor arzuhalim, geri almak niyetindeyim seni görüntülerden; adam gibi vedalaşana dek boyun eğmeyeceğim bürokratik engellere, üçüncü kişilerin sorgu sualine, adam gibi yalanlar sıralayacağım gerekirse. Kalbim harici hiçbir yerde, görüntün bile olsa, yalnız kalmayacaksın..

Son sevişmemiz ileri bir tarihe ertelendi, tarafından. Oysa amacım büyümek. Toprağın kalbinde dayandım tüm mevsim normallerine ve abartılarına. Nefesin kırdı kabuğumu, şimdi sürgünüm sana çiçek, dal. Diktiler seni yanıma. Henüz tanımıyorum mevzusu sık sık geçen rüzgarı, çok korkutmuşlar küçükken ağaçları; tekerrür ediyordur belki korkular, bilmem.. Dikil yanımda, yarı naylon bir iple bağlasınlar gövdemi, gövdene. Toprağa tutunmayı öğret bana gizli gizli, kökleşeyim kaldığım burada; gidecek bir yerim yok değil, olmayan bir yoka gidecek gibilerimden caydır beni.

De ki; git-me..

Ölüm korkusunu tatsın bizimle azrail. Omuzumuza dayasın nurdan başını, gözyaşlarını ilk biz silelim, ilk bizde isyan etsin alınyazısına.

De ki; git-me..

Sensiz bir şehir istemiyorum, tüm kaldırımları emzirmem gerekse de, seni büyütmek istiyorum; bir parça toprak biriktirdim geleceğini bile bile, serpil sen dal, çiçek.

De ki; git-me..

Zamanla genişleyeceksin yerinde, daha çok isteyeceksin biliyorum; o zamana dek, git –me..

Sevişme sonrası perte çıktım, dudaklarında yeniden yeniden ölerek; ama başardım sanırım, adıma dokunmadan çıkmıyor herhangi bir kelime, herhangi bir sözün, dudaklarından..

De ki; git -me..

Adım nasılsa dilinde.. Hınzır bir kafiye de sen-ben, tüm sonların ucundan hep taa en başa doğru, yine yine; git-me-de.

Alkol duvarıyla aramda sıkışıp kaldın dün gece. Asit damlıyordu şiirden, okunduğu usu yakıyordu. Denizime işer giderdi ya(ba)ncı insanlar, ama hiç zarar veremezdiler yakamozlara. Kimin gönderdiğini, kimlerin imzasıyla sıvarlardı paçalarını bilirdim. Usul bir dalgalanma olurdu yüzeyde, daha güzel görünürdü hatta ay, tuz oranı yükselirdi çok az; hepsi bu..

Verebildikleri en büyük zarar..  Bir kadeh daha ?

Aralanırdı tüm kapılar, simsiyah bir yoklukta ışıldardın; korkuturdu ışığın.. Ben seni daha çok üçüncü kadehten sonra sevmeye başlardım –ki tanrı hakkını doldurup çıkardı aramızdan. Yalnızlığımızı batırırdık, tuz oranı yüksek, tutku oranı ütopik değerler taşıyan denizimizde, yanardı yalnızlıklar, kanardı yakamozlar..

Adının iç denizlerinde sığınacak limanlar aradım, fırtına öngörüsü hakimdi tüm lokal gözyaşlarında; oysa yerlik bir “şey” değildin, ölesiye korkuyordun yer edinmekten.. Senin gibi bir katili hiç bu kadar tanrı misafiri bilmedi maktülliyetim. Hiç bu kadar güzel ölmemiştim daha öncesi. Anlayamıyorum, hangi ara caniler sıralamamda böylesine yükseldin. Karşında yarım kalmış bir önsevişme kadar utangaç ve acizim.. Lal kraterimsin sen, nasılını bilmiyorum ama bir gün senden fışkıracak içimdeki cehennem, neyin çıkarsa önüme yakarak.. Es’i yok seni seviyor olmamın. Ardımdan gelenlere bırakıyorum bu besteyi, kim ki anlatmaya meylederse aşkı, sadece bu notaların altına dizsin kelimeleri. Yoksun; yüzlerce kilometre uzaktasın üstelik. Hala “tad” burukta olsa, seni hayal ediyor olmak; saklı düşlerimin senlerime dek donduğu bu zemheride..

Bu sevimsiz oda ! Genzimi yakan bu kimyasal koku.. Parmağıma bağlı acil durum butonu.

Bu mevsimsizlik.

Hangi günün tam olarak neresindeyim ? Burnuma, ağzıma giren bu plastik borular, kollarımdan sarmal çıkan bu geçici damarlar, ucunda plastik birer kalp.. Sarıya çalıyor kanımın rutin rengi, nasıl zorla girdilerse içime, çeşit çeşit iğne izleri..

Hem kim bu insanlar, tam olarak hayatımın hangi kısmından çıktılar, şimdi neden yeniden girme telaşındalar ? Her an nefes ritmimi bozan bu reflü, bu zehir..

Jaluzilerin sakladığı ışık mı ? Herhangi birinin tanıdık sesiyle acınması mı ?

Arada bir gelip penceremden bana bakan taklacı mardin, kalkabilsem –ki anca ağrıkesici bir şeyler ikram edebilirim sana; birde yarım kilogramlık tetrapak paketinde ılık süt.. Ağrın, sızın var mı ? Süt içer misin ?

Neden boşalmayan bir kadeh duruyor jaluzinin ışığı sömüren paralel çizgileri üzerinde ? Neden omuzlarım üşüyor sadece, sızdığım senden çıkış noktasında, yattığım yerde ? Hep onulmaz kutuplar mı kullanır operatörleri bedenimin ? Neden böyle üşürler üstelik, kirpiklerimden sızan ilk ışıklar ?

Dur Doktor ! O’na bu kadar telaşlı dokunma ! Bu kadar habis değil O bedenimde..

İyiyim bir’az daha. Yasağımla cebelleşiyorum, henüz kendime bakmadım aynada..

Canım beyaz bir kağıt, tükenmeyen bir kalem çekiyor da, inadına tükettiriyorlar seni kinayeli yasaklarda..

Bana verdiğiniz nedir, bu zaman farklarına sebep ? Gözümü açıyorum güneş sızıyor pencere kenarlarından şarabi duvarlara, gözümü açıyorum tenha bir akşam.. 

Bir şiirden yeni çıkmıştı, üstü başı ironi.. Çıktığı yere büyük gelmişti, darmadağın etmişti, eskiden esnekliğiyle övünen Şair’i. Engizisyonlarda yargılandı bu şairler, bu kelimeler. Binleri asıldı, binleri sürgün edildi pert cümleler(d)e. Birkaç yaşamı kardım, toparladım yarısını. Asılanların cesetlerini söktüm, mermer lahitlerden; sen çıktın şimdi, diğer yarısını bulmak zorunda olmalarımda; kaybettiğimi yeni anladığım en güzel yarı’m. Yoksa çürümezdi hiçbir cümlem senle temas anında. Dayanırlardı sonsuza, vardığım en uzağa..

Nasıllarımı soruyor üst insanlar.. Nasıllarımı merak ediyor, hayatımda yönlerini sorgulayanlar.. Nasıllarım umurunda değil aslında, hiçbirinin; tanımıyorum hiçbirini bazen.

Sadece çok tanrılı bir geceydi, ve okaliptüs kokuyordu nefesin; tek sana dua ettim acemi avuçlarımı açarak natamam masallarda, seni seçtim bir Son’a. Yol üzerinde ilk intihar noktasında, milyon ışık yılı uzakta, milyon yıl mola verdim. Körebe oynadım, sesi kısık bir otobanda, en haylaz tanrıyla..

Sadece çok çeşitli şişelerde, irili ufaklı yalnızlıklardaydım. Cevap vermiyordu hiçbir tedavi şekline aklım. İkiye bölünmüş olduğumu anladım sonunda, diğer yarıma bakmaya çıktım; özgürleşmişti diğer yanım, yüksekte aramalıydım. Benimle kalan diğer yarım, üç adım arkamdan geliyor, ama asla yetişemiyordu bana. Durduğum anda kamçısı dökülüyordu ellerinden yelkovanın. Kaçmak zorundaydım !!

Kaçmak zorundaydım, şişeleri taşımaya üşendim, ya da yorgundum..  Sonrasını inanın anımsamak istemiyorum !

Diyaframı çalıştıracak kasıntıya sahip değil ölülerim. Tamamen senni tenefüslerle soludu cesetlerim. Ölü seviciye çıkacak olsa da ismim, kağıt balonlar yapacağım mezarlarımın üzerlerine basmasın diye insanlarım.

İnsanlarım.. iblislerim.. Rollerim.. Bakın yine mi beceremiyorum ? Uçamaz mısınız ?

Ölümü neden beceremiyorum ? Uçun ve yukardan bakın birde, alışacaksınız..

.. ve beton soyundu derisini, nasıl narindi rüzgar, nasıl utangaçtı tüyleri. Dokundu et, kanı çekildi dünlerinden bir anda, düşünecek pek fazla bir şeyi yoktu belki, onca ağırlığında kafamın. Lirik bir biçimdi, kıvranıyordu sonsuza; dokunmak istedim parmak uçlarımla, yetişemiyordum; uzandım boylu boyunca, kayboluyordu acele etmemem gerekliliklerinde, acele ettim henüz sızmadan; dokunmalıydım öylesine eş’ size…

Attığım adımın farkındalığı daha yavaştı benden.

Yüklemine takıntılı devrik bir cümleyim. Sanki geri kalan, ayakta edat çatıyorlar özneye. Ya cidden gizliyse ? Senden söz açıldığında aşkın meskun mahallerinde, bilinçsizce sözümüzü keserdi sessizliğin. Her yüzeyde derinleşir, derinlerimize nüfuz ederdi lekesizliğin. Yüklemine takıntılı devrik bir cümleyim. Yeni ilahiler yazma zamanlarına, dualar toplayıp, dualar biriktirmekteyim.; kaynayıp buharlaşmış bir Aralık tortusu üzerimde.. En kolayı kendine kesmek illaki faturayı. Sirenler çalmaya başladığında, sığınaklara kaçar kadınlarım; kağıt-kalem arası savaşlardan anlar önce. Üstelik hiç üstünlük sağlayamayacaklarını bile bile, birbirlerine. Şiirin hiçsel muharebesinde, ne sayfa, ne kalem; kurtulamıyordu kapılmaktan kelime sellerine, zafer aşktan yanaydı her seferinde…

Acıma sakın bana..

Belki susmayı ülkelendirecek ellerim, yine de en gizli ayrıntım kalacaksın benim. 

Boşuna telaşlanmış komşularım, bakın aranızdayım hala. Tüm sentetik zamanları paylaşalım. Ben sizler gibi değilim, sanmayın. Zar tutmuyorum hayat oyununda, en klas oyuncağım değil üstelik hayat. Ne gelirse, geldiği gibi dokunup, sürtünüp geçiyor bana. Kalbimden geleni yapıyorum..

Acıma sakın bana…

Bu buhranlar gerekliliklerim.. Belli bir tonajdan sonra çöküyor olması omuzlarımın, taşıyamayacağım anlamına gelmez, herhangi bir vedayı daha. Tüm anti-sosyal desteklere ihtiyaç duyduğum zamanlarda, ister istemez -boynunu süsleyen- bir kar tanesi şekilsizliğinde dökülüyorum kapına.. Mağrur gitme topraklarımdan, kanıma dokunuyor sükunetin. Kralın canına kast eden her soytarıyı severek alkışlıyor ayak izlerin. Yazmıyor tarih, ihtiyaç duyulduğu anda desteden birden fırlayan maça kızını..

Acıma sakın bana..

Cebimde işte ! Sen olmasan kimse anlayamazdı semadan çalınan yıldızı benim gizlediğimi. Cebimde işte, ilk karşılaşmamızda eritecektim kar tanesini, yahut asacaktım bir kirpiğine. Yanındayken nasıl unuttum ?  Unuttum; Kahverengi ufak bir kutuda uçuyor yusufçuğun…

Acıma sakın bana..

Ayık kafayla güdüleyemiyorum kendimi. Kendi kendini asan darağaçlarına hibe ediyorum tutkularımı. Dar ağacı olması için beslenen, büyütülen fidanlara asıyorum şimdi çalışkan çocukluğumu. Çocukluk yaşken eğiliyor sonuçta, başka kimsenin önünde eğilmişliğim yoktur, bilesin. Baktım olmuyor, kalbimi söker giderdim..

Özgürlük çok uzak ülke, yakınlarında. Üç tarafı hüzünlerle kaplı bu yarımada, geliş-gidiş yolu üzerinde senlerim. Sanma ki önünden geçip gitmeye menzilliyim. Sen çıktın yolum üzerine –de yol sensin. Gelip geçici sağanaklarız bizler, aklım uçurum boylarında ergenleşiyor sancılı aşklar.

Acıma sakın bana..

Çocukluk düşlerimin özü olsa da, tam bir büyümeden söz edemez bizim hikayemiz. Düşlediğim sen dibimdeyken, çok uzak kalmak “biz” den,  kapalı alanlarda, küçücük odalarda. Kıyılarına vuran bir asma kilit anahtarı, kumların kadar çekici, ılık bir lunapark muştusu kalbin, renkli renkli..

Aynı nehirde birkaç kez yıkanan bir ateş, bütün uçurtmaların peşinde aynı hızla; özgürlük.. Yabancı kalırım kara sularına, it dalaşı düşlerin penceresi, gökyüzü biraz. Merak etme, belki sana da uğrayacak aynı bulutlar, tuzu çekilmiş birkaç damla gözyaşımı dökecekler ayakuçlarına. Merak etme, kirlenmeden karşılanacak güneş, olduğu yerde batmasını bekleyen suskun akşamlarda.

Acıma sakın bana..

Seyrek bir Pazar gecesi, tüm insanlarım hücrelerindeki yerlerini almışken; yarın sana doğacak şehirler öldürüyordum şişe diplerinde.  Henüz yolun başında, şimdi olabildiğince çocuk kadehim; şarabın şımartısında.. Otoyollarla örülü kalbimde, birkaç beyaz önlüklü personeli, yabancı bir devletin. Tüm damaryollarımı kesmişlerdi, çevirme noktalarında ayrıştırıyorlardı tek tek hız sınırı kaçağı promilleri. Işıktan fırçaları vardı ellerinde, ışığı daha önce görmeyen her promil meraktan çakılıp kalıyordu olduğu yerde. Ayıkladılar hepsini kızıl sulardan, çokça uzun sürmüş olmalıydı üstelik.

Çatışmalarımı hükme bağladığım o yüksek köşebaşını özlerim bazen, yıktılar orayı çok önceden. Yerinde tuhaf bir yalnızlık var şimdi, rakımı sokak seviyelerinde sabit.. Gözümün içine baka baka sevişen, karşı binadaki kadında taşındı zaten –ki iyi ki taşındı, yoksa camdan sarkmak zorunda kalacaktı göstermek için tüm vurdumduymazlığıma kendisini. Benim izleme zamanlarında sevişirdi çoğunlukla, yabancı yabancı adamlar hırıltısında. Bazen kısa bazen uzun bakardık birbirimize. Bazen de ağlardık, ben boşlukta; O  gümüş bir kasede biriktirirdi gözyaşlarını. Arada sırada çay ikram etmek için çağırırdı. Gitmezdim hiç.. Gitse miydim ki, gelmemesi için saçma sapan zamanlarda aklıma ?

Yeşil gözlerinin yansıması kaldı ahşap pencerede. Sanki bilerek değiştirmedi bina sahibi, o masum pencereleri. O hariç tüm katlar pvc doğraması şimdi. Sanki bilerek değiştirmiyor, birkaç kez arkanda  hırlayarak gördüğüm yılgın aşk sahibi..

Ahh Jully ! Nerede sevişiyorsun şimdi ? Ahh Jully ! Hiç karşılıklı sevişmedik değil mi biz ?

Ahh Jully ! Herhangi bir elbiseyi sana yakıştırabilmeyi özlüyorum şimdi..

Acıma sakın bana..

Rakımını, nüfusunu, ve koordinatlarını bilmek istemediğim hayal kırıklıkları kenti. Bir daha gelecek olursam tüm sokak çocuklarını dolduruşa getirip salacağım en işlek caddelerine. Hepsinin ellerinde renkli renkli düşler, hepsinin elimde tüm dillerde ikamet adresin. Sende pişman olacak caniler, sende uyuyacak yorgun katiller..

Ben bu ölgün alfabe ile ne yapacağım ? Kaçmaz kurgusu kelime pazarlarının. Kaçıncı kuşak çığırtkanlıklarım ? Her harfe yazılan kaç hikaye duyumsayabilir, dinleyenler ?

-Almak şart değil usta, dene şu harfi. Bak ayna. Nasıl duracak üzerinde ?

-Almak şart değil usta, şair tezgahı bu; herkesten bir parça, her parça biraz biz..

-Almak şart değil usta, seçmece üstelik. Kağıt al biraz, dene usta, alma sorun değil.

-Almak şart değil usta, biz her gün buradayız. Uyduramazsan herhangi bir yere, belli bir yıpranmışlık düşer, iadesini alırız.

– Almak şart değil usta !!

Tanrı misafiri bir kurşunun adres karmaşası bu ayaz; gel..

Açık tüm iç organlarımın kapısı, usulca saplan istediğine, taşıyabildiğim kadar taşırım..

Çok kalacaksan yalnız, izin kağıdı çıkarmalısın altında senden vazgeçen katilin imzası..

Bir yere gitmiyorum merak etme, az uyurum sadece, seni beklerken..

Yine de uyurken yağmur ol isterdim en kurak iklimlere yatağına sadık kalsın isterdim güneşler,

Dağların çiçek..

Düşkörü dökülsün kirpiklerinden gerçekler, dayanırım, sen ovalayana dek mahmurluğunu gözlerinden.

Kalsın nöbetlerde, ılık dokunuşların.

Ok kirpiklerin..

Kolay mı ayaküstü uyumak, bir kez bile gözünü kırpmadan ?

Saklandığı yere sığmayan ışıklar sarkar illaki saklandığı yerde saklanamayacak kadar ışıldak

masum,  akluofobik gece bekçisi..

Dengesiz bir jiletin yol üzerinde duruyor bileklerim, sanırım; durabilme mesafesinde değilim..

‘Düşsel’

‘sosyal demokrat belediyecilik’ örneği..

“istanbul’un yaşanabilir en güzel ilçelerinden birisidir kadıköy..

ama yıllar geçtikçe kadıköy de çarpık yapılaşmadan ve yaşanan göçlerden etkilenir.. yavaş yavaş eski dinginliği yok olmaya başlar.. boş kalmış araziler yavaş yavaş dolmaya başlar..  son ağaçlar rant uğruna kesilir, yeşil alanlar yok edilir.. yerlerine plazalar, siteler, kocaman kocaman apartmanlar yapılır.. ‘parke taşı teorimi’ beni tanıyan az çok bilir.. parke taşı öldürücü bir virüs gibidir.. parke taşının girdiği yer katledilmeye başlanmış demektir.. parke taşının olduğu yerde tırnak içinde uygarlık vardır ama yeşillik ve doğa yoktur.. 

işte bizim kadıköyümüz de zaman içinde rantın en çok döndüğü ve para babalarının ve siyasetçilerin uğruna çok kavga ettikleri bir yer oldu..

kadıköy’ün seçimlerde rengi hep bellidir.. belediyesi yıllardır ‘sosyal demokrat’ olduğunu iddia eden partilerin elinde olmuştur.. sağ bir partinin belediye seçimlerini en son ne zaman kazandığını kimse hatırlamaz bile.. sağ partilerin en güçlülerinin bile burada seçimi kazanması mucize bile değildir, imkansızdır.. zaten bu tırnak içindeki sosyal demokrat partilerin seçimlerdeki propagandası hep ‘ya onlar gelirse’ paranoyasıdır.. yahu siz varsınız yıllardır da ne oldu.. millete temcit pilavı gibi sunulur seçim propagandalarında bu paranoya.. vaatler vaatler.. hep seçim broşürlerinde kalır vaatler.. ‘sosyal demokrat parti’ zaten emindir kadıköy’ü ezici çoğunlukla açık ara alacağından, o yüzden sadece vaatte bulunurlar o da laf olsun diye.. ne yaparlar dört beş senede bir kaldırımlarınızı yenilerler, çöpünüzü kerhen toplarlar, sene de bir iki milli bayramda belediye başkanı en öne geçip fener alay düzenlerler.. budur işte o gelmesinden korkulan ‘diğerlerinden’ farkı.. yoksa özünde belediyecilik anlayışları aynıdır.. yeşil mi gördün kes biç, beton dik, parke taşı döşe.. başka bir hikayeleri, icraatları yoktur…

bu yazıyı yazmamın sebebine geleyim girizgahı kısa keserek.. bu arada yukarıda anlattığım partinin adaylarına doğruyu söyleyeyim ben de belediye seçimlerinde birkaç defa oyumu vermişimdir..

neyse ben yaklaşık 22 yıldır kadıköy’ün sahrayıcedid mahallesinde oturuyorum.. benim ‘kümes tarzı’ yaşam tarzı dediğim bir site içinde 22 yıldır yaşıyorum.. o mahalleye ilk taşındığımızda iki ana caddesinin yolları kırmızı topraklı yoldu.. ve yol boyunca uzun yeşil ağaçlar vardı.. şimdi gidip bakarsanız bağdat caddesi ile yarışan iki cadde görürsünüz.. her yer beton olmuştur ve insanlar ne de güzel ‘kırımızı toprağın’ ayakkabılarını, çoraplarını kirletmesinden kurtulmuştur..

işte bizim sitenin olduğu sokakta kadıköy’ün en geniş boş arazilerinden birisi mevcuttu.. bu arazi yıllarca halka açık spor kompleksi olarak kullanıldı.. arazinin bir bölümünde amatör kulüplerin ya da mahalleli gençlerin futbol oynadığı ışıklandırılmış toprak bir futbol sahası mevcuttu.. mahallemizin yaklaşık 20 yıl muhtarlığını yapan rahmetli ‘şadan batok’ amcamız çok emek vermişti o sahanın mahalleli tarafından ücretsiz olarak kullanılması için.. ama bir gün o tesisin kapısı demir zincirler ve asma kilitlerle kapatıldı.. hayırdır dedik ne oluyor.. efendim sevgili belediyemiz oranın bir para babasına ihale dilerek halı saha ve sosyal tesis olarak kullanılmasına karar vermiş.. böylece belediyemiz sevgili mahalle gençlerine çok güzel bir halı saha kazandıracakmış.. toprak sahadan kurtaracakmış pehh.. ha bana ya da başka birine soracak olsalardı alacakları cevap belliydi : toprak saha, halı sahadan milyon kere daha sağlıklıdır.. suni plastikten yapılmış yeşil halı saha birçok tehlike arz ediyorken toprak sahanın doğallığı dışında bir zararı yoktu.. ama rahmetli muhtarımızın ve mahallelinin mücadelesine rağmen belediye halka rağmen toprak sahayı bir güzel kepçelerle kazdırıp, beton döküp, suni mi suni bir halı döşetti.. ve tabelayı astılar kapıya : ‘saati şu kadar halı sahada maç keyfi..’ he ya maç keyfi.. ne keyif ne keyif..  ha mahallelinin direnişi sırasında direnişi kırmak için söylenen şuydu ‘mahalle gençlerine halı saha ücretsiz..’ yok ya yemezler kimi kandırıyorsunuz.. yalan ilk gün meydana çıktı hemen.. içeriye girip top oynamak isteyen gençlere bir kaba kuvvet gösterisi ve denilen şu gece 2 ile 5 arası mahalle gençlerine ücretsiz halı saha.. çok komik değil mi.. sabaha karşı maç keyfi.. neyse halı saha açıldıktan sonra halı sahanın yanındaki boşluğa bir et lokantası konduruldu, yıllardır mahalleli tarafından ücretsiz olarak araçlarını park ettikleri bölüm ise paralı otopark ve oto yıkamacı oldu.. işte size ‘sosyal demokrat belediyecilik’ anlayışından birinci perde.. nasıl güzel mi.. ‘aman ha diğerleri gelmesin’ diye verilen oyların neticesi..

neyse yıllarca bu arazi halı saha, lokanta, otopark ve oto yıkama olarak birileri tarafından kar amaçlı kullanıldı.. halk sokakta park yeri bulamayınca paşa paşa gidip oraya aracını koyuyor ve park parasını kuzu gibi ödüyordu..

sonra bir gün bir baktık bir arbede var bu arazide.. zabıtalarla tesislerin içindekiler arasında bir tartışma.. öğrendik ki belediye tahliye ediyor adamları.. bize ne yarın başkaları gelecektir bu tesisi işletmeye dedik.. uzaktan izledik.. adamları tahliye ettiler.. ama öyle olmadı işte.. ertesi gün belediyenin dozerleri girdi araziye.. halı sahayı, halı sahanın bin kişilik tribünlerini, içindeki binaları yıktı, yüzden fazla ağacı kökleriyle birlikte koparıp katlettiler.. hayırdır dedik koştuk.. merak etmeyin dediler eskisinden güzel bir tesis yapacak belediyemiz ‘sizler’ için.. iyi de o kadar ağacın günahı neydi be katiller.. ağaçları niye yok ettiniz.. arazi kapısında kilitlerle aylarca katledilmiş ağaçlar ve molozlarla dolu durdu.. biz bekliyoruz hep.. ama bir kıpırtı yok..

sonra öğrendik, meğer belediye ihaleye çıkarmış araziyi.. bir şirkete ‘yap işlet devret’ modeli bilmem kaç yıllığına kiraya veriyor araziyi.. ha ne mi yapacak şirket o araziye.. yok canım korkmayın suni halı saha, spor kompleksi filan değil : katlı otopark.. evet yanlış okumadınız.. yerin yedi kat dibine girecek şekilde bir katlı otopark.. neyse ülkemizin tanınan bir şirketi ihaleyi kazandı ve işe giriştiler.. inşaat sırasında mahalleli olarak çektiklerimizi fazla anlatmayacağım.. gürültü, çevre kirliliği filan hikaye.. kazılan dev inşaat çukuru nedeniyle bir sabah göçen yol nedeniyle oturduğumuz apartmanların çökme tehlikesini de anlatamayacağım.. hepsini sineye çektik bir şekilde.. çünkü senin tek başına koyduğun direnişin, tepkinin hiçbir anlamı yok.. üç beş kişi bağırır çağırırsın sonra kalkarlar utanmadan seni ‘onların, diğerlerinin adamları’ olarak gösterirler.. hoş  beni öyle gösteremeyeceklerini bilirler..

bizim sokaktaki o boş arazide iki yıla yakın süren katlı otopark inşaatı ve üstündeki lokanta mı market mi olacak bilemediğimiz dev yapının inşaatı geçenlerde bitme aşamasına geldi.. bir baktık sevgili belediyemiz bizim sokaklarda hummalı bir kaldırım çalışmasına girişti.. on yıldan fazla süredir değiştirilmeyen kaldırımlarımız sökülmeye başlandı.. iyi bizi hatırladılar kaldırımlarımızı yenileyecekler diye sevindik, gözlerimiz doldu.. ama ertesi gün bir baktık ki o da ne kaldırımlarımız eskisine göre otuz kırk santim daha geniş ve on santim kadar da yüksek yapılmaya başlanmış.. hayırdır dedik.. efendim ihtiyaç nedeniyle kaldırımlar genişletilmiş.. niye kardeşim niye.. dalga mı geçiyorsunuz siz insanlarla, ne ihtiyacı.. bu sokaktan günde geçen insan sayısı dört yüzü bulmaz ve aynı anda yürüyen insan sayısı beşi geçmez bu sokakta.. taksim meydanı ya da kadıköy rıhtımı değil ki burası aynı anda yüz kişinin yürüyebileceği kaldırımlar yapıyorsunuz.. biz bilmeyiz belediyedeki yetkililere sorun.. soralım dedik.. tabi o anda hala biz safça düşünüyoruz.. sonra bir gün jeton düştü, oynanan oyunu anladım.. sevgili belediyemiz bizi hatırladığı için değil yakında faaliyete girecek katlı otoparka rant yaratmak için kaldırımları yenilemeye başlamış.. insanlar gelip sokakta ya da kendi site otoparklarında araçlarını park edecek yer bulamayınca hop gel bakalım kucağımıza der gibi katlı otoparka gidip kuzu gibi geceliği on beş, yirmi liralardan arabalarını oraya park edecek.. bizim sokakta eskiden sağlı sollu iki araç park ettiği halde karşılıklı olarak iki araç rahatça geçebilirken şimdi insanlar yolun ancak sadece bir tarafına park edebiliyor ve sadece bir araç yoldan geçebiliyor.. işte anlı şanlı sosyal demokrat belediyecilik başarısı.. ayrıca söylenti şu ki sokağa tamamına park yasağı gelecekmiş.. araç park edenlerin araçları çekilecekmiş.. güler misin ağlar mısın.. otuz yıldır araç park edilen evinizin sokağı araç park edilemez hale gelecek.. sosyal demokrat belediyecilik anlayışının nadide örneklerinden birisi.. daha önce de defalarca böyle ‘güzellikler’ yapmışlardı pek sevdikleri ‘halkımız’ için.. mesela ne mi : kadıköy’ün bağrına bir hançer gibi saplanan otel inşaatı izni gibi.. iktidar partili büyükşehir belediyesi ile anlaşarak kadıköy’ün güzelim moda sahiline devasa iğrençlik abidesi otel inşaatına izin vermişlerdi.. bunlar milletin önünde birbirlerine atıp tutarlar.. ama kapılar kapandığında çıkarlar ortaktır.. yok birbirlerinden zerre kadar farkları..

neyse hemen bir şikayet yazısı döşenip belediyeye yolladım.. yakışmıyor size dedim.. ‘ispark rantçılarından’ ne farkınız kalıyor dedim.. o upuzun şikayet dilekçeme verilen yanıt ise tam bir komediydi.. efendim ‘biz ihtiyaç ve halkın talebi üzerine öyle bir çalışma yaptık..’ tek bir kelime yok otopark inşaatı vs hakkındaki iddialarım ile ilgili.. sessizlik.. başlarım sizin solculuğunuza da sosyal demokratlığınıza da.. ne farkınız var sizin diğerlerinden.. aynı kafasınız işte.. türkiye’deki belediyecilik anlayışı budur işte : rant yaratma, birilerini palazlandırma.. o birileri de hep ya yandaş ya da yakının olur..

biz öfke içinde kaldırım çalışmalarını izlerken bir baktık belediyemizin asfalt ekipleri geldi.. sokağın tüm asfaltını derince kazdılar.. tabi artık jeton hemen düşüyor bizde : derin kazıyorlar ki asfalt yol kaldırımlardan daha aşağıda kalsın.. bazı yüksek araçlar kaldırımların kenarına çıkıp park edemesinler.. oh ne güzel ya.. o sırada bir de bazı tehdit mektupları ortaya çıktı.. birileri geceleri yeni yapılan kaldırımların kenarına çıkıp park eden araçların sileceklerine bu tehdit mektuplarını yazıp bırakıyordu.. ‘aracını kaldırımın üstüne park etme sonra aracını çizerler..’ , ‘bu kaldırımlar araç park etmek için yapılmadı, yaya geçsin diye yapıldı.. aracını bir daha park ettiğini görmeyeyim..’ ama zerre kadar delikanlılık yok bu tehdit mektuplarında.. yiyorsa isim yazsana o mektupların sonuna.. isim yaz ki o mektupları fitirjin misali sana bir zerk edelim.. ama nerde o yürek.. canım rahat olun o yaptığınız kaldırımlara iki araç yan yana park ettiği gibi aynı anda dört beş yaya geçer.. otoban gibi kaldırım yaptınız rahat olun yahu..

ben ne mi yaptım.. belediyeye süre vermiştim.. gelin efendi efendi eski haline getirin bu kaldırımları diye, yoksa süre sonunda başta savcılık olmak üzere tüm yasal haklarımı kullanacağım dedim.. ortada açıkça bir hukuksuzluk ve birilerine rant yaratma çabası var.. üstüne üstlük o tehdit mektupları işi açıkça ortaya çıkarıyordu.. şimdi artık söz bitti.. hem teşhir edeceğim kendilerini her platformda hem de hukuksal olarak mücadele edeceğim sonuna kadar bu ‘sosyal demokrat’ belediyecilik anlayışıyla..  

öyle öfkeliyim ki haftalardır, arkadaşlarım bazen anlam veremiyorlar.. kendi oy verdiğin belediyeyi mi şikayet edeceksin diyerek dalga geçenler de var.. ne yani oy verdik diye sineye mi çekeceğiz..

kalkıp bana şunu da diyemezler ‘oturduğunuz apartmanların otoparklarının yetersizliğinden biz sorumlu değiliz..’ sonuna kadar kendileri sorumlular çünkü o apartmanların inşaat ruhsatlarını, izinlerini hep onlar vermiş.. geleceği düşünüp otoparkların yeterli olmasını sağlasalardı..

belediyecilik sadece fener alayı düzenlemek, fenerbahçe mitingine sarı lacivert atkı takıp katılmak değildir.. son gülen iyi güler..”

Crockett..

ufak bir salto

hep, her zaman ve nasıl olduysa; zamanın duracağını bilerek hayata kaptırıyoruz kendimizi. insanız! küçük şeylerle mutlu olmak varken, hayallerimiz, amorti üzerinden büyük ikramiyeyi on ikiden vurmak için çabalıyor. evet, her şey geride kalacak. aldığın ilk nefes aynı zamanda sona doğru atılan bir adım, güneşe çıkardığın saksı suladığın çiçeğin kafesi. adam ne güzel de söylemiş, “mutsuzluk; pencereden manzaraya bakıp camı görmektir.” ama güzelim, canım… biz bırakalım bu kötü şeyleri, hayat yaşamaya değer bir cehennem değil mi sonuçta?

sür atını sür, bilekleri kırılan atların nasıl koştuğunu duysunlar. sür!

‘Papyrus’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

SEVMEK BİR SANAT MIDIR ?

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“Sevmek bir sanat mıdır? Sanatsa, bilgi ve çaba gerektirir. Yoksa sevgi, yaşanması rastlantılara kalmış, insanın talihi yardım ederse ‘tutulacağı’ tatlı bir duygu mudur? Günümüzde çoğunluk bu ikinci tanıma inanır; oysa bu kitap birinci önerme üzerine kurulmuştur.

…Sevgi bir etkinliktir; edilgen bir olay değildir; bir şeyin içinde olmaktır, bir şeye kapılmak değildir. Sevginin etkin özelliği, en genel biçimde şöyle tanımlanabilir: Sevgi vermektir, almak değildir.

Vermek nedir? Çok kolay gibi gözükse de bu sorunun yanıtı karışıklıklarla belirsizliklerle doludur. Bu konuda en büyük yanılma vermenin bir şeyden ‘vazgeçmek’, ondan yoksun kalmak, o şeyi birisinin uğruna yitirmek diye anlaşılmasıdır. Kişiliği gelişmemiş, alıcılık, sömürücülük ya da istifçilikten öteye geçmemiş birisi, verme eylemini böyle anlar. Tüccar anlayışlı kişi, vermeye hazırdır, ama ancak bir şey alma karşılığında; bir şey almadan vermek onun gözünde kandırılmak demektir  [Kendini Savunan İnsan, Erich Fromm, 1949]. Yaradılıştan yaratıcı olmayanlar vermeyi yoksullaşma sayarlar. Bu yüzden bu gibi insanların çoğu vermek istemez. Bazıları da, bir şeyden vazgeçme anlamında vermeyi erdem sayarlar. Vermek acı verici bir şey olduğu için vermelidir kişi, derler; vermenin erdemi onlar için, bir şey uğruna vazgeçme olayının benimsenmesinde yatar. Vermenin almaktan daha iyi olduğu kuralı, onlar için yoksun kalma acısının alma sevincinden daha iyi olduğu anlamına gelir.

Üretken kişilik içinse vermenin buna taban tabana karşıt bir anlamı vardır. Vermek, güçle dolu olmanın en iyi anlatımıdır.

Madde evreninde vermek, zengin olmak demektir. Çok şeyi olan değil, çok veren zengindir. Bir şey yitirmekten korkan istifçi, ruhbilim diliyle söylersek ‘yoksuldur’; ne çok şeyi olursa olsun yoksul bir kişidir. Kendinden bir şeyler verebilen zengindir: Çünkü başkalarına kendinden bir şeyler bağışlar gibidir.

Bununla birlikte verme eylemlerinin en önemlisi, maddesel alanda değil, insana özgü bir evrende yer alır. Kişi, başka birisine ne verir? Kendisinden verir; kendisinde bulunan en değerli şeyden, yaşamından verir. Bu, o kimsenin yaşamını öbür insan uğruna harcaması demek değildir- kendi içinde yaşattıklarından vermesi demektir, sevinçlerinden, ilgilerinden, anlayışından, bilgisinden, nüktesinden, üzüntülerinden-içinde yaşayan şeylerin dışa dökülen her türlü belirtisinden bir şeyler verir karşısındakine. Böylece yaşamından bir şeyler vermekle onu zenginleştirir; kendi içindeki canlılık duygusunu hızlandırarak karşısındakinin canlılığını artırır.

Özellikle sevgiyi ele alırsak şu anlama gelir bu: Sevgi, SEVGİ YARATAN BİR GÜÇTÜR; GÜÇSÜZLÜK SEVGİ YARATAMAMAKTIR. Bu düşünceyi Marx çok güzel biçimde şöyle anlatır: ‘İnsanı insan olarak düşünün; onun evrenle olan ilişkileri de insanca olsun; o zaman sevgiye karşılık sevgi, güvene karşılık güven, vb. bulursunuz.’

ERICH FROMM, “SEVME SANATI”, 1967

‘SEVME SANATI’ – ERICH FROMM, Çeviri:  YURDANUR SALMAN, PAYEL Yayınevi, 10.BASIM, Şubat 1995 , 125 Sayfa. 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“Hiçbir şey bilmeyen hiçbir şeyi sevmez. Hiçbir şey yapamayan, hiç bir şeyden anlamaz. Hiç bir şeyden anlamayan insan değersizdir. Oysa anlayan hem sever, hem her şeye karşı duyarlı olur, hem de görür… Bir şeyde ne kadar çok bilgi varsa, o kadar büyük sevgi vardır…

Bütün meyvaların çileklerle aynı anda olgunlaştığını sanan kişi, üzümleri hiç tanımıyor demektir.”  – PARACELSUS