Archive for Kasım, 2011

filmler arasında…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

morfin , alekxey balabanov imzalı 2008 yapımı bir film. filmde 1917’lerde bir kasabada doktorluk yapmaya çalışan ve iyi de başaran michail alexiyevic polykakov’un difteri aşısı sonrası gelişen yan etkiyi iyileştirmek için yaptığı morfine  bağımlı hale gelişiyle süregiden olaylar anlatılmakta. 1. dünya savaşı döneminde insanların morfinin gramı üzerinden yaptıkları kavga da ilgi çekici.  özellikle bir hekim olarak ilgimi çeken film taşrada mesleğini icra eden meslektaşlarımı da (kendim de 2 yıldan uzun süre bulundum) aklıma getirdi.

morfin’de leonid bıchevın tarafından canlandırılan doktor karakteri aslında o dönemde insanların yokluk ortamında ne kadar başarılı olduklarını da gösteriyor.  ancak filmde can alıcı olan, morfinin “kutsal su” modeli vazgeçilemez, kaybedilemez, uğruna adam öldürülebilir “kral”lığının çok güzel bir şekilde işlenmiş olması. freud’un kokainle olan çalışmaları ve insanların serbest olarak kokaini kullandıkları ve tanrı olarak gördükleri  1884’lerin  geçilerek  narkotiklerin yasaklandığı ilk dönemleri çok iyi anlatmış. tabii ki söz konusu senaryonun kaynağı olan büyük yazar bulgakov ‘un kayıt ve günlüklerini de unutmamak lazım…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

bu arada ‘amarcord’un ikinci yarısını da izleyip filmi tamamladım ve aziz  fellini’nin  müridi olmak gerektiğine kanaat getirdim. yav tabi sinema apayrı bir dünya”  diyen tırnak işareti öncesi dingillere cevap olarak ben ömür boyu fellini dünyasında balon gibi yaşardım demek isterim.

yav nasıl bir iç dünya öngörüsü bu…

adam ufkun sınırsız  kilometrelerce  üzerinde gezmekte….

bu arada nills peter ile karşılaşmakta crockett hazretleri ve  o’nun elini tutarak  “sen bir aşk’sın” deyip birlikte hayal olmakta ufka… demek isterim tabi. 

ulan bu ne ya … ürya mıdır nedir?  … nassı yani ben bedenimden mi ayrıldım.  yok la.. nası yani . nası la.. la .la. la. angaralı nassı da ölmez addam gibi. hatlar karıştı pardon. ne behzat ç’si lan… ve bitiş. 

‘amarcord’un ve tüm dünyanın tüm  negatif eleştirmenlerine bu saptamayı adamak için bu yazıyı tuşladım.

tabii ki tarihimizin en büyük şahidi crockett olaraktan her tür negatif eleştiriye aynı ölçüde cevap vermek üzere dünyada alternatif  film yapabildiğini ya da yapabileceğini iddiaedenşahsiyetin  ayaklarından öpeyim. ama bu “film” olsun.  yani fellini ustayı değerlendirdikleri ufukta bir film olsun ki tohumlarımıza doğru bin yıllarca yaşasın.

‘Fran(sı)z’

bOzUkKaLp

Ondan bahsetmek istemiyorum artık. Her ne vakit adını ağzıma alsam, dilimin üzerinde hem acımsı hem de tuzsuz bir tat beliriveriyor. İçi boşalıyor her şeyin… Ne gök ne de yer, sığmıyor bir yere kalp. Bu bağlamsızlık zaman zaman telaşlandırıyor.

Hayırdır inşallah, paranoid çözülme alameti mi?

Bu durumun bir türevi var mı?

Bay H. hep yanımda. Beraber uyanıp beraber örtüyoruz geceyi üzerimize. Sağolsun beni hiç bırakmıyor… Tekvin anında hamurumuz beraber karılmış sanki. Ammawelakin, içinde olduğumuz bu halin, müsebbibi biz değiliz. Nasıl desek, birinin yaşadığı bir halin sonucu gibiyiz. Ya da onun göğsünün daralmasıyız sadece biz ikimiz, ama varlık iddiasındayız. O da bizim zehabımız işte. İbrahim’in baltası bizim tepimize inince, o üçüncü şahıs rahatlayacak mı? Bırakacak mı bu 21. kattan boşluğa bırakılan, çuvala doldurulmuş kırılmış kemiklerin görüntüsü hissihali yakamızı?

Sanmam Bay H. That seems almost impossible… Ne kadar çok aymazlığımız olduğunun farkında mısın Bay H., en basitinden en karmaşık olanına, ne çok körlük? Mesela bu sabah, pötibör bisküvi yerken, birden neyi fark ettik? Evet, evet üzerinde “Petits Beurres” yazdığını; bunun Fransızca, “Küçük yağlar” anlamına gelen bir sıfat tamlaması olduğunu; ilk 1886’da Louis Lefevre-Utile tarafından icat edilen dikdörtgen kurabiyelere bu adın verildiğini.

Tamam Bay H. sulandırmıyorum meseleyi, ancak bugünü “Pötibör Günü” ilan edelim istiyorum. Seninle kafamıza hiçbir şeyi takmadan, iç huzuru simülasyonu yapalım mı? Eve gidelim, çay demleyelim ve yanına bir tabak dolusu muhtelif pötibör bisküvilerinden alıp laflayalım, ne dersin?

Ya da en iyisi ikimiz Endülüs’e gidelim. Belki o zaman, ne varsa ikimiz de dâhil olmak üzere, varlık iddiasında bulunan unutabiliriz. Unutamasak da en azından deneriz be Bay H., olmaz mı?

‘İbn-i Zerabi’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hasta Parçacıklar- V

“Kitaplar”

 

“İlk kez bu kadar kalın bir kitap okuyup bitirmenin  garip hazzını duyuyordum. Kitap okumayı  sevememiş biri için  gerçekten haz verici bir durumdu bu.

Bununla beraber  kitaplıktaki raflarda duran onlarca kitap artık gözümü korkutmamaya başlamıştı. Hatta artık onlara karşı büyük bir açlık duyuyordum. ‘Bu kitapların hepsini okumalıyım’ diye düşünüp  bunlarla ilgili bir senelik saçma bir plan dahi yapmıştım.  Ancak her ay başına on beş kitap koyacak kadar işi abartınca kendimle ilgili yarım kalan türlü çeşitli saçma sapan planlara bir yenisini daha eklediğimi kabullendim sonunda. İlgili kitapların çoğunluğu da en azından Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sı kadardı…

Belki de bir coşkunluk nöbetiydi  bu kadar fazla kitap hedeflememin nedeni. Öyle ki kendimi gerçek hayattan soyutlayacağımı zannettirecek kadar yoğundu bu coşkunluk.  Oysa ki yapılacak işler, hiç gerçekleşmeyecek olan böyle bir planın saçmalığını kısa sürede ortaya koymuştu.

                                                                       *

Hayatımın yirmi küsur senelik kısmını kitapların kokusundan kaçarak geçirmiş olmaktan duymuş olduğum pişmanlık ve öte yandan  sonraki yıllarımı  boşa geçirme endişesi sürüklemişti belki de . . .

                                                                       *

Sonraları okuduklarım arttıkça bu kez de okuduğum kitapları ileride hatırlayamama korkusu baş gösterdi. Küçük alıntıları bir yerlere kaydederek kitapların can alıcı noktalarını hatırlamaya çalışacaktım. Oysa ki bu da gayet zordu benim gibi başladığı her işi yarıda bırakmayı seven biri için. Örneğin, K. gibi bir yazarın herhangi bir kitabının herhangi bir paragrafını alıntı yapmak kitabın geri kalanına   haksızlık etmek demekti. Ama devam etmeliydim kitaplar bitene dek.

                                                                       *

Bir başka düşünce ya da bir saplantı demek daha doğru olacaktır, okuma şevkinden sonra kitap cimriliği de baş göstermişti.  En başlarda  kitapların yıpranmasını engellemeye yönelik önlemler almayla başladı. Bir süre sonra kitapları diğer insanlara vermede kararsızlık; onların zarar verip yıpratabileceği düşüncesi hakim oldu. Öyle ki kitapları görmesinler diye yatağımın altına saklamaya başlamıştım.

                                                                       *

Onları silip belli bir sıraya göre dizmek, hepsinin dışa bakan kısımlarının aynı sınırda olmasını sağlamak bir zevk haline geldi. Rafla temasta olan yerlerini ve köşelerini bantlamak da korumak için aldığım bir önlemdi. Bir süre sonra bu düzenleme işi her gün olacak seviyeye erişti. Öyle ki günün üç saati bu titizlikle uygulanan düzenlemelere gidiyordu. Bazen yaptığım sıralamayı başka bir şekilde yenileme düşüncesi bu süreyi beş saate kadar çıkarıyordu.   Kitapları renklerine, kalınlıklarına, boylarının kısa ya da harflerinin büyüklüğüne  göre dizmeye başlamıştım…

                                                                       *

Kitapların bana zararı böyle de bitmedi. Günlük düzenleme sırasında ya da kitapları tek tek silerken  yanlışlıkla yere düşürünce  bu kez nemden pek fazla etkilenmediğini düşündüğüm kapaklarını  sabunlu bezle silip sonra  nemli başka bir bezle durular hale geldim. Sanki yere düşmeleri onların mikrop kapıp hastalanmalarına yol açabilirdi. Ayrıca yere düşen kitabın her tarafını zarar var mıdır diye taramak da adet olmuştu. Bir keresinde, bu nedenle  sayfalarından birkaçının köşeleri bükülmüş olan bir kitabı avutmak için yanımda bir gece yatırdığımı anımsıyorum.

                                                                       *

Onlarla konuşmaya ne zaman mı başladım? En başlarda rüyalarımda roman kahramanlarını görüyordum. Bunlar bana ne yapmaları gerektiğini soruyorlardı. Yani olayları nasıl geliştirmeleri gerektiğini… Söz gelimi Raskolnikov’un baltayı alıp tefeci kadını öldürmesi gerektiğini ya da Josef K.’nın tuttuğu avukattan vazgeçmesi gerektiğini, Lennie’nin köpek yavrusunu  sıkıp öldürmesi gerektiğini söylediğimi hatırlıyorum.

Sonraki rüyalarımda bunlarla güncel konularla ilgili tartışmalar da yapmaya başlamıştım. Bir keresinde Pelageya Ana’ya oğlunun seçtiği yolun doğruluğunu anlatmak için akla karayı seçmiştim.

Sonraları rüyamda kahramanlar daha az görünmeye başladılar. Gördüğüm zamanlarda da bulundukları romanın bilmem kaçıncı  bölümünü okumadığımı söylüyorlardı. Uyanınca ben de o bölümü okuyordum. Oysa ki her seferinde o bölümü daha önce okumuş olduğumu görüyordum. Bu durum beni kızdırıyordu. Bir seferinde rüyamda bu yüzden Barnabas ile kavga halindeydim. O esnada yatağımın yanındaki duvarı yumruklayarak elimin ağrısına  uyanmıştım. Sonraları bu kahramanlara rüyamda hiç rastlamadım.

                                                                       *

Uyanıktım. Evet. Her şeyin olup bittiği dönem… Uyanıktım. Kitaplar bana seslenmeye başladılar. Onları silmemi istediler. Birgün Gorki’nin   Aşk Rüyası, içine bir güve girdiğini ve kendisini yemeye başladığını söylemişti. Tüm kitabı didik didik ettim ama güveyi bulamadım.

Bu tür istekler beni kızdırmıyordu. Çünkü onların söylediğini yaparak beni sevmelerini sağladığımı düşünüyordum.

                                                                       *

Birgün annem beni ziyarete gelmişti. Odamda sayıları gayet fazla olan bunca kitabı görünce hepsine para harcamamın anlamsızlığından söz açmıştı. Oysa ki zaten annem ve babama karşı kitaplardan hayatımın ilk yirmi yılında  uzak tuttukları için büyük bir kin besliyordum. Böyle bir şeyi  söylemesi de beni çok kızdırmıştı ve annemi – onca yolu teperek beni görmeye gelen annemi- kovdum. Kadıncağız durumuma korkup üzülmüş  ve o gün kapı komşumun evinde yatmıştı.

                                                                       *

Günler geçtikçe hissettiğim bir eksik vardı. Birgün bu eksikle ilgili olarak Camus’un Veba’sıyla konuşuyorduk.  Bana yemek yemediğimi, belki de bu yüzden zayıfladığımı, eksikliğin bundan ileri gelebileceğini söylüyordu.

Kitaplarla tartışmalarım onlara ayırdığım günlük süreyi  yedi sekiz saate  çıkarmıştı. Bu durumda okula gidemezdim. Her şeyimi onlara adamaya karar verdim. Dışarıyla ilişkimi neredeyse kesmiştim. Yalnızca yeni gıcır kitaplar almak için  dışarı  çıkıyordum ve genel ihtiyaçlar için…

                                                                       *

Bir Pazar günü  ev sahibim kendi yedek anahtarıyla evime girmişti. Bense dışarıya  yeni kitaplar almak için  çıkmıştım. Dışarısı boğuk ve nemliydi. Paltomun kenarını yüzüme kapatarak  döndüm. Döndüğümde Sartre’ın Bulantı’sını elinde tutuyordu. Beynimden vurulmuşa döndüm. O nasıl bir kitap tutuştu öyle? Elimdekileri yere fırlatıp  Ona doğru koştum . Adam “ Kusura bakma. Eve izinsiz…” demeye  kalmadan bir yumruk attım. Sendeleyip  yere düştü . O esnada  kitabı yere düşmeden  yakalamak için ben de adamın üzerine atladım: Neyse ki adamın yalnızca dudağı patlamıştı. Kitabı elinden   alıp adamı yaka paça dışarı attım. Kapıyı kapattığımda dışarıdan adamın inleyen sesiyle beni evimden attıracağını  ve çeşitli küfürleri  savuruşunu işitiyordum… Bir saat sonra “Fareler ve İnsanlar” ev sahibini dövmekle iyi bir iş yaptığımı, aslında bunu hak ettiğini söyledi. Buna karşılık “Türlerin Kökeni”  itiraz ediyordu. Kavganın saçmalık olduğunu , bunu ancak Amerika gibi  bir kıtayı zorbalıkla  ele geçirmiş insanların torunu  olan bir yazarın  yazdığı  kitabın düşünebileceğini söyledi. Bunun üzerine  Fareler ve İnsanlar, Türlerin Kökeni’nin  kabahatiyle oturması gerektiğini, ırkçılığın en ciddi odaklarından olan bir ülkenin tohumu oluşunun utanç duyulacak bir şey olduğunu  söyledi. Türlerin Kökeni ise yerinde duramıyordu sinirden ve “Faşist! Irkçı! Amerikan ayrılıkçısı!” gibisinden bağırıyordu. Bense sinirlendim ve ikisine  seslerini kesmelerini söyledim. Onlara böyle suçlamalar yakışmıyordu. Benim ve buradaki tüm kitapların yeryüzündeki her insanı birbirinin kardeşi olarak gördüğünü ve yalnız bu iki kitaptan böyle  ırkçı izlenimler almanın esas utanç verici olan şey olduğunu söyledim. Bunun üzerine Sartre’ın Sözcükler’i itiraz etti ve buradaki her kitabı –Fransızlar dışında- faşist ilan etti. Bu düşünceye çok sinirlenmiştim.  ‘Sen çok konuştun ama!’ diyerek duvara fırlattım. Bundan sonra tüm kitaplar bana küfretmeye ve benim Allah’ın belası bir pislik olduğumu     haykırmaya başladılar. Bense devamlı ‘Susun!’ diye bağırıyordum. Büyük bir gürültü yükseliyordu bu kitaplardan. Özellikle seçebildiğim kadarıyla Brecht’in Sanat Üzerine Yazılar’ ı ile Shakespeare’in Venedik Taciri  ıslık da çalıyorlardı. Sonra bunlara Einstein’ın Görelilik Kuramı da katıldı.

Benimse tepem atmıştı. Ne yapacağımı bilmiyordum. Kitaplar da susmak bilmiyorlardı.  Kulaklarımı parmaklarımla  acıtırcasına tıkadım. Ama fayda etmedi. Sanki kafamdaki kemikler sesi beynimin derinliklerine iletiyordu. Sonunda dayanamayarak kitaplıkları devirerek tüm kitapları yere döktüm. Çığlıkları artmıştı. Kulak zarlarım adeta patlamak üzereydi. Bunlardan kurtulmalıydım. Çevremde ulaşabildiğim en yakın nesne  sandalyemdi. Bununla kitaplara vurmaya başladım. Onları belki de bu şekilde öldürebilirdim. Sesleri belki böyle kesilirdi. Başlangıçta bir iki tanesine vuruyordum. Böylece diğerleri de görüp korkarak susabilirlerdi. Ama öyle olmadı. Gürültü çoğaldıkça çoğaldı. Kafamın içinde yankılanıyordu adeta. Vurmak fayda etmiyordu. Son kez sandalyeyi kaldırdığımda arkamdaki eşya raflarından birinde duran şamdanı devirdim. Evet! Yooo! Hayır! Hayır! Saçmalama! Onlar her şeyin senin! Evet Evet ! Tek kaçınılmaz sonuç!  Şamdanla beraber düşen çakmak gözüme ilişti. Ona uzanırken kitaplar bana ait küfredilmedik  herhangi bir kavram bırakmamışlardı geriye… Bir an bile tereddüt etmeden çakmağı yerden kaptığım gibi  az önce duvara fırlattığım Sartre’ın Bulantı’sını aldım ve tutuşturup diğer kitapların üstüne attım.  Kısa sürede diğerleri de alev aldı. O esnada ses kimden çıkıyordu bilmiyorum- sanırım K…nın Değişim’iydi – içlerinden biri ‘faşistler akıttıkları kanımızda boğulacaklar!’ diye yüksek sesle bağırmaya başladı. Çığlıklar arttı. Sanki hiç etkilenmiyorlardı. Etrafı duman kaplamıştı. Ayrıca alev  halıyı ve perdeyi de tutuşturdu. Beynim raks ediyordu sanki. Başımı duvara vurmaya başladım. Alnım kanamaya başlasa da daha sert vurmaya başlamıştım.  Penceremin kenarından duman sızmış olacak ki dışarıdan da bağrışmalar geldi. ‘Yangın var!’ diye bağırdı birileri…

Bense ağlamaya başladım. O anda sanki arayıp da bulamadığım eksiği  keşfettiğimi hissettim. Ama açık değildi düşüncelerim. Dumanın etkisiyle olacak bayılmışım.  Ayıldığımda siz bana anlamsız bir iğne yapmaya çalışıyordunuz. Ama değişmeyen ve tüm bunlardan sonra … Kitaplar… Kitaplar, sadece ve sadece okunarak hürmet edilmeyi  bekliyorlar oysa ki…”   

                                                                      

‘Fran(sı)z’

– Yıl: 2000 –  (Canımdan çok sevdiğim biricik aileme ve kitaplarımıza…) .

 

(Söz konusu kitapların içerikleri ile yazılanların bağlantısı yoktur… 11 yıl sonra  buraya yazarken neler karalanmış diye düşünmek…..)

tüm.ce

Sanrılar / gece.

Olasılık hesapları / şafak.

Güneş / hazır olmalı geceye.

Yüzünün ikizi / Ay…

Ay ışığı, bilinç…

 

Umudun atası / şafak.

Sesin, belli-belirsiz.

Çiy damlaları ardında ufuk,

çiy damlaları aksında , sen..

 

Paranoya, korku, telaş / gece..

Elem, kaygı / gün yanığı.

Sabaha miras, ay ışığı…

 

Sen, asude bir deniz.

Ve paslı zincirleriyle liman sürgünü,

maliksiz, avare bir tekne,

ben;

çaresiz ..

 

Tutkulu, mavi bir deniz / deniz ağardı.

Sensizlik usulca kemiriyor varlığımı !

 

‘Düşsel’

İÇİNDEN İSTANBUL GEÇEN FİLMLER 5

Muhsin Bey / 1986

Sahiplendiğim filmler için çok iddiali söylemlerden özellikle çekinirim. Lakin kredimin sonsuz olduğu ve bu tanımlamanın dışında tuttugum mühim bir kaç yapım var. Onlar için futursüzca söz söyleme hakkı tanıdım kendime. bunların başlıcalarından birisi de Beyoğlu Kuledibi’ni kendine mekan edinmiş Muhsin Bey. Kendi zamanında oldukça bol, ucuz çekilen Arabesk şarkıcı filmlerinin aksine oldukça seçkin, duygusal gerçekliği olan filmde; iç mekan çekimlerinde pavyon, gazino piyasasının kalesi diyebileceğimiz Unkapanı tercih edilmiştir. Muhsin Bey, yozlaşmaya başlayan şehirden kurtulup, popüler değerlerin dışında kalan İstanbul semtleri’nde yaşamayı diler. Nesli tükenen Muhsin Bey’e baki selam.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Teyzem / 1986

Ankara’da yaşayan Umur anne ve babasıyla İstanbul’a gelerek dedesinin evine yerleşir. Teyzesi Üftade’yi (Müjde Ar) ilk kez gören Umur onunla yakınlaşmaya başlar. Üftade ile Umur’un Eminönü-Kavaklar hattı turları, Kapalıçarşı ve İstanbul Arkeoloji Müzesi gezileri ile tarihsel güzelliğe tanık olmak mümkün. Bunun yanısıra yapılaşmanın getirdiği ahşap evlerle yarışan beton evlerde şehre egemen olmaktadır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Sis / 1988

Farklı siyasi görüşlere sahip iki kardeşten biri öldürülür. Hakimlikten istifa eden baba, suçlanan diğer çocuğunu saklamakla birlikte kendisi de kuşku duymaktadır. Bu temelde sürecin siyasi havasını oldukça iyi aktaran Zülfü Livaneli, filmde de sisli bir İstanbul’u kendine mekan edinmiştir. Erol’un (oğul) saklandığı Eminönü’ndeki eski han’dan Süleymaniye Camii ve Galata Kulesi’ni görürüz.

‘Herdem’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

            

‘LALİ BERTE’YE MEKTUPLAR..’ – MECİT ÜNAL

‘Çıplak gözle görülebilen bütün yıldızları saydım, gözlerin şehlâydı. 

Sesin hüzünle ve ayışığıyla yıkanan bir ırmaktı ve yüzün sokaklarının kasımpatı kasımpatı koktuğu yıkık bir kasaba.

Ağzın kırmızı ve öpük bir telaş içindeydi ürkekti saçlarınsa omuzlarından kalçalarına dökülen bir şelâle. 

Seninle kendi bedenimde kaç kez çığlık çığlığa seviştim de, bedenin keşfedilmez bir coğrafyaydı. 

Ödünç iki damla gözyaşı vermiştin bana 
Uzun bir yağmur, bir akasya masalı, Marks’ın mezarından koparılmış bir katre karanfil mor bir hırka soğuk kış geceleri için hüzünlü akşamlar için gri bir şarkı geceleri gökte bir ay denizde bir sandal Ben bu yarayla –yüreğim!- sana nasıl yetişebilirdim 

Yetişsem ne verebilirdim sana bu çılgın çıngırak yazılar bir çakıltaşı ve söğüt dalından yapılmış bir kolbağından başka

Kaldım’

 
‘Sana

Çıplak gözle görülebilen bütün yıldızları sayıyorum gözlerin hâlâ şehlâ

Sesin hüzünle ve ayışığıyla yıkanan bir ırmak ve yüzün sokaklarının kasımpatı kasımpatı koktuğu yıkık bir kasaba.

Ağzın hâlâ kırmızı ve öpük bir telaş içinde ve ürkek saçlarınsa omuzlarından kalçalarına dökülen bir şelâle. 

Seninle kendi bedenimde çığlık çığlığa sevişiyorum da günlerce gecelerce bedenin hâlâ keşfedilmez bir coğrafya

 

Sana

Ödünç iki damla gözyaşı verdiğin için bana uzun bir yağmur bir akasya masalı Marks’ın mezarından koparılmış iki katre karanfil mor bir hırka soğuk kış geceleri için hüzünlü akşamlar için gri bir şarkı

 

Sana

Ben sana ulaştıkça sen ulaşılmazlaştığın için

Ve aynı ölçüde ulaşılabilir olduğun için sana 

Hiç olmadığın için de sana

-Olsaydın seni bu denli çılgınca arayamazdım-

Aslında hep varolduğun için de

 

Ve 

Ayrıntıları düşleyicilerine bırakılmış ama düşleyicileri de belirsiz bir düşün düşizleyicisi olduğun için de

sana…’

 

‘omuzlarından kalçalarına dökülen saçlarına;
omuzlarına ve kalçalarına; ağzına ve gözlerinin iki iri karaüzüm tanesine benzeyen uçlarına; giderek, boyluboyunca, çıplak bedeninin her milimetre karesine ayrı ayrı duyduğum özlemi sakladım bu sayfaya.’

 

‘biliyor musun, son günlerde sık sık kendimle karşılaşıyorum.. örneğin, ben avluya çıkarken o içeri giriyor.. selamlaşıyoruz kapıdan.. gülümsüyorum.. omuzum omuzuna dokunuyor bilinçle, güven duygusuyla.. tam bardağı ağzına kadar suyla doldurmuş içecekken, suda yüzüm.. arkamda durmuş gülümsüyor.. başka şeylerde oluyor.. sözgelimi, aradığım bir sözcüğü o söylüyor bana.. uslu olsun, diyor, dikbaşlıyı bu karşılar.. okuduğum kitapların arasına sayfayı kırmayayım diye küçük kartonlar koyuyor ya da gazetede okuduğum bir yazıyı kesmek için jilet aranırken, o benden önce kesip yastığımın üzerine bırakıyor.. gece.. birden uyanıyorum.. uyanmama bir neden bulmak için dışarı çıkıyorum.. kapıdan daha başımı uzatır uzatmaz, o başını kaldırıyor okuduğu kitaplardan, notlardan.. iyi, diyorum, benim yerime de çalışıyor..

keşke bunun için de bir gökkuşağı verebilseydim sana..’

 

‘-söylemeyi unuttum :

olası bütün yorumların dışında,

uğrunda ölünecek aşk yoktur..

uğrunda,

bin yıl yaşanacak aşk vardır..-‘

 

MECİT ÜNAL

 

Kitap Arkası :

 

‘Lali Berte’ye Mektuplar, Mecit Ünal’ın tutuklu bulunduğu sırada Sokak dergisinde başlayıp, Demokrat dergisinde sürdürdüğü mektup-yazırlardan oluşuyor.

Sürekli bir arayış, buluş, kaybediş, yeniden arayış, buluş ve yeniden kaybediş içinde ‘aramak Lali Berte demekse, ben seni ölümde bile arayabilirim,’ diyor Ünal.

Ve ekliyor: ‘Aramak Lali Berte demektir.’

 

‘LALİ BERTE’YE MEKTUPLAR (Aramak Lali Berte Demektir)’ ,  MECIT ÜNAL, ALAN Yayıncılık  185 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

DEĞİL AMA HİÇBİR ŞEY

bir istiridyenin iki kabuğu arasındayım

orda

bin yıllık denizfenerinin dizi dibinde

yüzünün en dalgın yerini seçtim

 

 

arkada bir orman var rize yeşili

bir de gümüş bir ayla kırmızı şarap

diyorum olsa

o yeşili ordan alıp ekmeğime mi sürsem

yoksa mayınlara basa basa yüzünle

yasak bir bildiri gibi içim dışım yakamoz

kentin sokaklarına mı dağılsam

 

iyi ama

ben bu kenti bilmem ki

adresi karıştırmış olmalı aklım

 

biri radyoyu mu açtı yoksa

 

kadıköyde bir yerdeydi oysa aradığım park

gündüz çocuklarla iki yaşlı

gece su ve yıldızlar

bir de ıhlamur ağacı havuzun yukarısında

gölgesinden akar asfalt

bir vapurda çay içerken bulurdum

kendimi hangi dolmuşa atsam

aradan on yıl geçti bulamam artık

hiçbir şey kendi yüzüyle değil

biri radyoyu mu açtı yoksa

 

ama şuralardaydı o eskil ağrı

kaç yağmadan kaçırılmış bir kitap gibi genç

kaç işgal görmüş bir ülke gibi oysa durmadan yaşlı

daha bu sabah sımsıcak öptüm

gözleri ışıklar içinde bir liman kentiydi kirpikleri tuz orda

bir vapur güvertesine çevirdiği yüzüyle

yüzyıl bekleyecekti elleri yıldız

aradan on yıl geçti beklemez artık

kimse kendi yüzüyle değil, üstelikadamakıllısarhoşuz

 

biri radyoyu mu açtı yoksa

 

bütün şifreler çözülmüş

açığa çıkmış bütün evler

kimse kendi yüzüyle değil, üstelikadamakıllısarhoşuz

gecenin bu kör saatinde gitsek nereye gideriz

bütün kavşaklarda çevirme hey nerde yürekevin

-biri radyoyu mu açtı

yüzünü paltosuna saklayarak kaçar yüzümüzün

yangınlarını gören altıyolda karakola düşeriz,

ellerinellerimde

 

bu kent kendi yüzüyle değil

kimse kendi yüzüyle

park bekçisiyle ölü

ıhlamur kokusuyla

gülüşüne uyacak gülü nerden bulurum

birkadınçığlıkçığlığaşarkısöylüyor, çiçekçileri

kaldırmışlar

– oradan

hangi caddeye çıksak paramızı üçte iki arttıran yeni yetme bir banka

iyi dilekleriyle bizi alnımızdannn

durmadan yeni korkuluklar dikiyorlar kentin kalabalık

yerlerine durmadannn

sonra bir güzel boyuyorlar onları gün görmemiş

grilerle

kent gözlerini körelterek sakınıyor alnını

tanrım, onu kim koruyabilir

böylesi iyi diyor, görmemiş oluyorum

hiç değilse bu rezilce şeyleri

alnıma sıcak bir mühür gibi kondurulan

 

kalbimbirkaçıpkovalamacakalbimkarabirkışortasıkalbimbirhey

– heyelan

 

sonra yaşadığım günler geliyor aklıma

ellerimin bıçak kestiği günler

eve gül ve ekmek götürdüğüm

kızkulesi independent proletarya

her anı aşk tadıyla içilmiş

güzel günler hey,

kağıt ve mürekkep kokulu

 

sonrası yıkılmış barikatlar

sonrası acımasız bir sürekavı

 

gülden ve ekmekten konuşulduğu zamanlar

asıp öfkemi duvara

hangi sözcüğe dokunsam

ölü bir kuş düşüyor avucuma, zayıfincecikelli

gri bir hüzündür gamzesine astığı

yüzü mavi belleğimde

adı silinip gitmiş

yirmisinde bir kadın, incecikelli

kanatılmış gülkırmızı ağzıyla

senin yaşında şimdi

 

eski bir arkadaştan söz ediliyor sonra

bir afişin ıslak yüzü rüzgâra dolaşıyor

bir akrep uzun uzun yırtıyor sessizliği,

sesibirtokatgibipat

-lıyorkulaklarımızda

açıyorum avcumu

kanatılmış bir kuş daha

 

söyler misin

neden ölüler hep aynı yaşta

 

hayır,

bu kent kendi yüzüyle değil

biri radyoyu mu açtı, kapat!

 

bu kent kendi yüzüyle değil

kimse kendi yüzüyle

her şeyde bir yerinden edilmişlik

ve herkeste var biraz bu

sakin zamanlarda demirli bir gemiden söz ediliyor

-hangi arkadaşımı sorsam

çekilmiş denizlere benziyor tanıdığım bütün kadınlar da,

– unut onları kalbim!

yüzlerini kaçırıyorlar yüzlerini kaçırıyorlar yüzlerini

yapay

– bir bilgeliğin arkasına sığınıp

biz o kitabı okuduk

çok eski bir şarkı artık gül ve ekmek günleri

umarsız bir düş zorlamasıydı aradığımız o ülke

şimdi gri yağmurları var şemsiyelerimizin

bize açık denizlerden söz etme çocuk

 

bizim de yaptığımız başka bir şey yok işte

yıl oniki ay direnmekten, kimseyi suçlamayalım

bir de olsa olsa yaşlanıyoruz yattığımız yerde, iyi peki

– ne yapalım

yaşam bu işte diyorum kederle bakıp resimlere,

böyle şeyler olacaktı aldırma kalbim, haydivurken

-dinişarabakedereveaşkavur…

biri radyoyu mu açtı kapat!

 

gene yüzyıl yalnızlık, biri radyoyu mu açtı kapat!

içime dokunuyor kadının sesi ya da birazcık kısar

– mısın

şu kazağı uzat lütfen, üşüdüm

kalbime batan şu dikeni çek de al

girmesin araya yüzyıl eski görüntüler

gri yağmurlardan söz etmeyelim güz bitti artık

yalnızca yürüyelim, yalnızca

usul usul konuşalım

ama yok hayır hayır susalım

orda

bin yıllık denizfenerinin dizi dibinde

elimizde yıldızlar

dilimizin altında çakıltaşları

 

 

– bir ben bir rize yeşili bir de bu fener

buradayız üç kişiyiz açlık grevindeyiz

evet,

kapıyı kapatabilirsiniz memur bey..

MECİT ÜNAL

(Aralık 1988, Bayrampaşa..)

‘REQUIEM, ZAMANDIŞI SESSİZLİK SAATİ’ , MECİT ÜNAL, BELGE Yayınları, Ocak 1991,109 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

SONG OF THE Z’EYE GARDEN

Light of the Prana!

The origin of Genesis

‘Aylakadamız.com’ a sacred place

A light year away but a very short distance by Z’eye

Please be always present at this place

Light of the Prana!

A symbol of all existences

An ideal place neither mountainous nor flat

A link to the outher world

Please be always present at this place

Light of the Prana!

Like the air and the SUN preserving life

This site that is the source of new challenge

Which intends for prosperity of tomorrow

Please be always present at this place

Light of the Prana!

As the light repulses the darkness

Prosperity that is eternal heaven and earth of best

This site, one branch of the beautiful places

Please be always present at this place

 

‘Skycell’

kanser beni sever

bu çiçekleri geç söyle bahar zorlamasın kendini artık

ben yokum. ezberlediğin sevda da

ayaklarımı ıslatan dünya annemi delirtti

rüya görse belki düzelir,

balkondan düşen bir saksı gibi, öylesine ölür belki ağlarım.

ısıtma saçlarımı onlar yerçekimine sadık,

sadık kalsın dağlara bakarken.

bu uçmayı bilmeyen kuşlar, sevişemeyen orospular

ve halk düşmanlarıyla iktidar çok… ne kadar köprü varsa hepsinin altındayım

uzat şu ateşi gömleğimi göğsümden ateşle

çıkartmalıyım

şuramda hala soğumayı bekleyen bi’şey var

ölürsem geçer.

 

‘Papyrus’

spesifik yaklaşımlar…

..ve tutundu, tüm gereksizliklerine; aslında tutunduğu  – öyle sanmadığı – kayıplarıydı. Ayaklarının altından kaydı dünya; görebiliyordu, görmek için geceleri uzun kılan sayısız unuttuklarını. 

– Kaymağınızın altına ekmek kadayıfı alır mısınız ?

– Sade, lütfen..

Çevremde minnet duymamı bekler gibi ağır suretleriyle kıpırdamadan duruyor eşyalar. Herbirinin nereden ve nasıl geldiklerini anımsıyorum. Mobilyalarım, minderlerim, halılarım, masam, sandalyem, kitaplıklarım.. Kitaplarım.. Uzun bir ömür geçirdik sizlerle, bazen sinirlerim bozuldu, sizlerden aldım yedek parçaları, onarıldım.. Bazen mutlu oldum, süsledim sizleri, temizledim. Herhangi birinizden vazgeçmem gerektiği anlarım oldu, yeniler katıldı bazen aranıza; sizleri tanıştırdım, kaynaştırdım.. Gidenlerden milyon kere özürler diledim, gittikleri yerlerde huzurlu olmalarını sağlayamadım – kalanların bundan hiç haberi olmadı – Olamazdı da, yalanlar söyledim.. Bir sona doğru yaklaşıyorum artık, benden sonra sizler ne olacaksınız bilmiyorum; bilmek istemiyorum. Baki kalacak o kadar çok şey varki aslında, duvarlara işleyen tıkırtısı daktilomun, dolapların kapaklarını açıp kaparken çıkan sesleri, parkelerin halılara işleyen gıcırtısı, saçma sapan yumrukladığım, saçma sapan okşadığım masamın, zamanla deforme olmuş ve ayrışan profillerinden çıkan ses; sandalyemin beni taşıyorken çektiği sıkıntı sesleri, usul gıcırtıları.. Sizleri size bırakacağım, tek mirasım bu. Gittiğim yere gelemezsiniz, orada sizlere ihtiyaç duymayacağımı söylüyor tüm kutsal yazımlar. Ben onların yalancısıyım. Görmelerimi bırakıyorum sonra sizlere, size her bakanda göremeyeceğiniz üzere. O zaman anlayabileceksiniz, sizlere nasıl baktığımı, sizlerde gördüklerimi. Tüm görünmezler bir kenarınızda yığılı duruyor şimdi, dijital bir veri bankası gibi. Ben istediğim görüntüyü alabiliyorum oradan, size bırakıyorum bu spesifik yaklaşımları; giderken.. Yapabileceksiniz, ben gittiğimde; sizlerde.
Bazen güdümlü çağrışımlar oluşacak yüzeylerinizde, herhangi bir parçanızda da. Öyle çok dokundum ki sizlere, bunları silmek öyle çok olanaksızki, öyle çok dağıldıki her zerrenize. Anımsamak istediğinizde kısa yolculuklar yapacaksınız içinize; orada bekliyor olacağım sizi suratımda aptal gülümsemelerle.. ..ve belki yine, ve yine..
Retorik söylemler istemiyorum, kalıplaşmış veda sahneleri, kafiyeli gözyaşları istemiyorum ardımdan. Rahat bırakmalısınız tüm geçmişi, adından sıkca sözedilmesi gereken herhangi bir “fiil” olmadı hayatımda; yazmak dışında.. Onu da tarif edemezsiniz sizler zaten. Hatalı ve beceriksiz göründüm uzun zamanlar, bu oyunun içine hiç düşünmeden daldınız; bunu sağlayabildim sizlere. Kendi’nizle geldiniz sonuçta bana, arınmış, huzurlu.. Sizleri şekillendirdim, herhangi bir aparata ihtiyaç duymadan. Öylesine bencildim. Görmezden gelinmek her zaman kolay olmuştur bana, her zaman görmezden gelinerek ulaştım en az’larınıza. Şimdi herşeyi biliyorum, herşeyi bilmiyorsunuz siz. Bana yalan söyleyemediniz asla, asla yakalayamadınız benim herhangi bir renge boyadığım  herhangi bir yalanımı.. Sizler, ben; güzeldi hep olması gerektiği gibilerin sınırlarında; tam istediklerim üzere..

Sigaramın dumanı, kalsana içimde. Ne çıkarsın atmosfere, ne diye uzaklaşırsın git gide. Belirsizliğin yakıştığı bir sevgi, seninki. Derinlerden gelen cılız bir piyano sesi, bir kapı gıcırtısı.. Evreni yorgan çekip üzerime, kendi haline bırakıyorum yıldızları; yorgunum artık kağıt üzerine yağmalara, yaratmalara.. Korkutucu olabiliyor bu talan altında, yaratmalar.. Ucube, şekilsiz, milyon şiir; kalsanıza içimde.. Ölmeden önce çarptırıldığım yaşam cezası, ölümün bir anne gibi emzirdiği göğüslerinin bir yukarı bir aşağı iniş-çıkışları, hiçbir lahzasını kaçırmadan izleme telaşı, adaşı hayat.. Yanıma gelip alnımı okşamalarında, uyuyor-muş gibi yapmalarım; öpmelerinde tepkisizliğim, dudaklarım buz.. Yaklaşıyor olmalı, ayakbileklerime dek çekildi kanım; gel-gitler sahfasındayım. Ayaklarım buz, ölüm ışık, ölüm git, ölüm gel.. Sonsuz gibi görünen bir yaşama zamanının bitiş çizgisi, ama ışık ölüm; bu sadece ruhumun karartma oyunları, ama ışık ölüm, bitiş çizgisi ufkun altında sadece, upuzun, incecik, simsiyah.. Göğün, toprakla öpüştüğü, kararma noktası.. Geliyorum..

Kürtaj yaptırdığım hayallerime yaklaşıyorum yol üzerinde, herbiri beni bekliyor. Doğmalarına ramak kala, canımı yakıyor boşverişler, oysa yoklar; onlarsa yoklar, yaşamadılar.. Ama öylesine kanlı, canlılar.Sahipsiz kalmalarını istemediğimdendir, kaldılar, doğmadılar; sahipsiz kalmışlar.. Nasıl üzgünüm bilsen..

Yanımdan geçtiklerini hissettiğim yüzleri olmayan gölgeler, bazıları çok kollu devler, bazıları ağaçlar, bazıları yengeç.. Toprağın alnında, güneşin vurup çıldırttığı, yeni patlamış mantarların kokuları; çimenlerin içinde neşeyle dolaşan solucanlar, baskın bir yenilenmişlik havası.. Geçtiğim heryer bir anda siyah-beyaz. Ardımdan gelmiyor sen-li, siz-li, ben-li herhangi bir şey. Yürüdükçe çöküyor yol – durduğumda – ardıma baktığımda yenileniyor tüm doğa, renkleniyor telaşla. Ağaçlar, solucanlar, yengeçler, yüzler; sadece gölgesizler.. Tüm olasılıkların dışında, yargısız ve köşeleri yuvarlak zamanlarla, ufka doğru yürüyorum, ardım sıra yıkıla yıkıla. ..ve ölüyorum, içten içe.

– Seni tanıyor muyum ?

– Tanımak istemiştin, bir zamanlar.

Havuz vardı, birkaç şezlong sonra, kum sonra; gemi vardı havuzda, devasa.. Ellerini çırptığında büyük bir dalga aparırdı yüzeyden, yıkardı bizi ruhlarımıza dek. Ellerini çırptığında, kirlenmiş olduğunu anlardı tanrı; ve izin verirdi ruhlarımızın yıkanmasına. Oysa nasılda “ben” leşirdi herşey kısacık an içinde, tüm fiil köklerinin sonunda nasıl sırıtırdı iyelik ekleri. Kendinden geçerdi tüm sahiplenmeler, sonu olmayan bir zirveye doğru tırmanırdı yabanıllığı insanın. Tanrının tanrısallığıydı aslında bu izin vermeler. İnsanın kafası almazdı, almasıda ne derece gerekliydi, umursanmazdı. Orta ölçekli bir havuz, büyük ölçekli bir dalga yaratsa bile, önemli olan sadece sonuç olmalıydı; bu yetersizliğin ironisinde. Sonra alkışlarlardı, çevreye göre davranılması sıkı sıkı tembih edilmiş çevreleri tarafından. Doyurucu bir hissiyat olabilirdi, ama boştu dışkısı, yoktu posası. Hislerin sindirildiği her nokta önceden tasarlanmış bir “ol” bilinci içinde ağır ağır oluşurdu. İnsan sanrılarının esiri, insan kayboluşun eseri; insan tanrının umudu oluverirdi, aniden; ya da öyle sanardı zirveye yaklaşan..

Düşsel