Archive for Kasım, 2011

Bir Mevsimin Sonu

Yanılıyor olmalılar, büyük sözler söyleyenler. Ve daha çok yanılıyorlar, sanılan büyük sözleri granit sütunlar üzerine metal harflerle yazanlar. Vazgeçmeler kavşağında böylesine küçülmemeli aforizmalar, çünkü daha öncelerinden tahmin edilemiyor pişmanlıklar. Ergiyorsun zamanla hayat potasında, kaynama noktasında algılayabiliyorsun maskelerini insanların ve yoğun bir boş verişliğe bırakıyorsun kendini. Cüruf kalıyorsun, erimiş yaşamların üzerinde; çünkü senden ağır karşılıyor hayat, hislerinden kaçanları.

Hangi son seni daha iyi gösterecek insanlara, bu kaygı belirliyor kişilerarası yolculuklarda mola zamanlarını. Bir mevsim, belli belirsiz her yerde, aynı oranda can çekişiyor ve sıradaki mevsim her zaman birbirlerini sevdiğini sananlara geliyor. Bir son, daim bir başlangıca deviniyor..

Dozunu kaçırdığında yabanıl cümleler kurduruyor adama, şarap Neşeli olamıyorum ben bu zıkkımı içtiğimde. Gelişigüzel harcıyorum ruhumu, tasarruf edemiyorum sevebilenler gibi. Oysa benim gibi sevemeyecekler hiçbir zaman, biliyorum. Çoklu halleriyle tanıdım ben hüznü, kendim büyüttüm hepsini, el bebek gül bebek. Sen gebe bırakıp gittin beni..

Kimseye bir şey anlatmaya takatim kalmıyor, sürekli karşıma anlamaya takati olmayanlar çıktıkça. Ne tür bir lanet bu ? Neden hep gelen, geldiği kapıyı aralık bırakıyor ? Herkesin arka cebinde bir kaçış planı; neden ?

Yaşanacak çok şey var,
herşey çok güzel olacak,
insanlara olan inancını kaybetme,
birgün biride seni anlayacak,
asla yılma,
sabret.

..

Bu cümleleri kimler kuruyor ? Kim inanıyor ?

Birini sevmeye karar vermekle, birini sevmek arası.. Bikarar kalınmak veya sevilmeye.. ”Sensiz” diye irdeleyeceksin kararlar ardında “O’ndan” geri kalanları, her cümlen bununla başlayacak. Sanki suçlu “olmazlarmış” gibi. Sende illaki “sensiz” ile başlayan birkaç cümleden zamirleşeceksin, farkında olmadan; bir başkasında. Ya sonra ?

Şişenin ikincisine uzanırken dağılıyorum iyice beyaz sayfalara. Şimdi aramıza geçmiş kadınlardan birini sokuyorum ve kaale almıyorum tebessümlerini bu dakikadan sonra. Sınırlarına uzandıkça aklımın, beyazlaşıyor gölgeler. Gölgeler üzerine yazıyorum, o kadar çoklar ki, ne yaparsam yapayım sonunda yoklaşıyorum..

Kalbimden bir parça bırakamıyorum şimdi sana, tükettiğimi biliyorum onu uzun zaman önce. Gitmelerimden başka bir şey bırakmıyorum şimdilerde kimseye. Kabul eder misin beni, klişe bir gitmek öncesi, gelmemde ? Sen de kendini bırak bende, üzerime sin, içime işle; canımı yak gittiğimde. Benden adam olmaz güzelim, ben bir kadını sadece ondan giderken severim..

Boynumdan sol göğsüme dek uzanıyor bir şövalyenin kılıcının izi. Kutsalımsı dokunuyor kadınlar, yara izlerime de; ve sorgulamaya korkuyorlar çoğu kez. Sessiz sedasız öpüyorlar tüm boşluklarımı, besleniyor yanılgıları. Hiç yalan söylememe gerek kalmadığı için dürüstüm aslında. Kimse sormuyor güzel sevişen bir adama, ardında neler bıraktığını..

Aç bir kurttan kaçan bir koyun gibi bağırıyorum yokluğunda, ve kurdun karşı koyamadığı açlığı kadar çaresizim sana. Hiç böyle olmamıştım diyemem sana, olmuşumdur illa. Dünya üzerinde yaşayan tek kadın değildin sonuçta, ama yaşamak istediğim tek kadın olabilirsin bu kovalamanın sonunda. Kapıları sımsıkı kapatarak girebilirim sana, ve bundan utanıyor bir yanım..

Bu da bitiyor. Omuzumdan öpüyor beni, tiksinmeden hiç. İki yıl önce doğduğu yazıyor etiketinde. Ömrünü benimle tamamladı, ne iyi.. İnsanların yapmaya cesaret edemediği bir sürü şeyi yaptı bu şişe. İçini döktü bana, dinledi beni, aklımı korudu her büyük kavgamda, huzur verdi bana, bazen gülümsetebildi hatta, ve bitti her güzel şey gibi..

Ve
bir şair ölür,
imgelerini kefenlerler üzerine.
Yolcu ederler,
hoyrat bir düne.

Ve bir şair ölür,
sıradaki mevsimin ilk,
gidenin son gününde..

‘Düşsel’

Ateş, kurşun vesaire…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Vesairesi yok ki yaşamın, var mı?

Yıllar önce duyduğum bir sözü hiç unutmamış olmama hayret ediyorum. Oysa, o an ve sonrasında, çok gereksiz görünmüştü gözüme. Söyleyen, neyse söyleyenin kim olduğuna dair bir bilgilendirme gereksiz sanırım. Yalnız soyadından çıkardığım kadarıyla, atalarının Cezayirli Korsanlar olması mümkün. Söyleyen işte, demişti ki: “Allah insanları birbirlerini sevsinler diye yarattı, insanlar birbirlerini bu zevkten mahrum etmek için yaşadılar.”

Şimdilerde, 40’a doğru hızla merdivenleri çıkarken, sıkça göğsümün ortasına kurşuni bir ağırlık çöküyor. Tıpkı, şehrimin kasvetli, bol karbon monoksitli kış akşamları gibi… Nefes alamıyorum… Çoğunlukla, birinin gördüğü bir düşten ibaret olduğumu telkin ediyorum kendime. Çünkü, ne tarafa baksam, aynı garabet hiçlik tepemden aşağı dökülüveriyor. Eskiden, çocukluğumda, etrafta nazara ve kötü enerjilere karşı, kurşun döken teyzeler vardı. Şimdi yok artık… Nereye gittiler? Bunu niye şimdi, bunları yazarken fark ettim? Hurafelerimi unuttum ondan mı? Yoksa, aslında hiç hurafem olmadı da, tüm bu kabz halinin sebebi bu mu? Kendini ateşle/ateşe salan kurşun, ne büyüleyici bir görüntü aslında. Bedenlerimiz ateşte niye kurşun gibi erimiyor?

En sevdiğim masal “Kurşun Askerle Balerin”di. Hani şu, arsız zengin çocuğuna doğum günü hediyesi olarak alınan, kurşun askerle balerinin aşkını anlatan masal. Hikayenin en çekici yanı, kurşun askerin tek bacağının olması ve balerinin bu eksikliğe rağmen onu sevmesiydi. Sonunda, kötü kalpli palyaço balerine sahip olabilmek için, askeri ateşe atıyordu. Kaderin cilvesi, açık pencereden içeri süzülen rüzgar, balerini de ateşe sürüklüyordu. Ertesi gün, evin hizmetçisi sönmüş ateşin külleri arasında kurşundan kırmızı bir kalp buluyordu. Ateşle hemhal olmuş iki pervane… Aslında onları seçen ateşti… Ateşle pişip, iç içe geçtiler ve ikisinin de altbireyleri oldukları üçüncü bir varlıkta yaşamaya devam ettiler. Bazen ya da aslında ölmek/bitmek/yanmak/yıkılmak sadece çözülmek galiba, biçim değiştirmek o kadar.

“Tüketim Dini”nin bir parçası olarak bizlere dayatılan aşk, sana inanmıyorum. Ben sevgiye iman edenlerdenim. Kiminle, ne ile olursa olsun, varoluşumun akışa karışmasını ketlemeyen sonsuz şefkat ilişkisine. Ne kadar çok duygu var gündeliğin içinde farkına bile varmadan yanından geçip gittiğimiz. Şefkat mesela, değerini yeni anladığım duygulardan. İnsan hemcinslerine ve aleme şefkatle eğilemiyorsa, düşünebilen bir ortam olmanın n’anlamı kalıyor?

Şüphesiz benciliz. Tarihin bize anlattığı ne? Anlatılan/aktarılan/kabullenilen ekonomi-politik hikayesi bencilliğimizin, açgözlülüğümüzün ve tamahkarlığımızın üzerine inşa edilmiyor mu? Ölüm korkumuz ve ucubeleştirilmiş yalnızlık duygumuz, neden şefkatle ve sevgiyle dünyayı bambaşka bir yere dönüştürmemize neden olmuyor da, aksine insanın yeryüzünün hastalığı olarak belirmesine ön ayak oluyor? Kolaycılık, evet kolaycılık… Herkes işine geldiği gibi davranıyor/yaşıyor. İçimizdeki şu müthiş şehveterk ağı, sonsuz ihtirasımız ve iştahımızdan beslenerek büyütüyor kendisini. İnsan, gövdesinin ortasındaki o kocaman boşluğu ki, çoğunluğun çoğu zaman farkında olmadığı, karşılaştığı her ne var ise, hazır ve nazır oracıkta daha daha daha fazla yiyip tüketerek, doldurmuyor, aksine sadece zihnini uyuşturarak uyutuyor.

Bir özne veya nesne olarak yokum. Sadece, boşlukta yer kaplayan, zihni ile zamandan ve mekandan azad olabilecek bir ortamım… Ve tüm dünyanın altın buzağıyı meşru bir amaç olarak kutsadığı bir dönemde, “sana” inanmak istiyorum. Geç de olsa anladım ki, “sen” olmadan, bir “ben”den de bahsedemem. “Sen”e şefkatle eğilmeden, ateşte fena bulamam, ateşte yok olmazsam da, beni sonsuzluğa çıkaracak kapı ardımdan sonsuz kapanır. Sesimi duy ve n’olur beni eşikte çok bekletme!

‘İbn-i Zerabi’

Not: Angus ve Julia Stone… Muhteşemler…Julia’nın sesi ve lirikleri, ilaç gibi geldi bünyeme. “Devil’s Tears” diye adlandırdıkları harika şarkıyı ve diğer şarkılarından bazılarını müzik kutumuzdan dinleyiniz..

‘Dağlayacaksa yüreğini – Güneş dağlasın bırak !’ – H. M. ENZENSBERGER

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

B.O.K.

 

herkesin ağzında

sanki tüm kabahat onda Bak

hele kaba kaba ettiklerimizin arasında

nasıl da sessiz yumuşak Zavallı

B.o.k. atmanın anlamı var mı

nereden çıktı emperya, kapita, cia

a.b.d.’est başkanı takmak adını

 

ağdalıdır, ne sabırdır

yapıştıkça yapışır mübarek

gönüllü verir koyusu

koyverir alçaktan

ağzımıza dolamışız bir kez yoksa

sömürür mü !

sıka sıka çıkarırken

öfkemiz de mi çıktı bu türlü ?

rahatladık mı ?

usuldan zorlamadan insanı

öz-gürleten en kodaman şok

kim bilir daha ne kadar b.o.k.laşacaksın ?

 

HANS MAGNUS ENZENSBERGER

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

SİSİFOS’a  ÖĞÜTLER

 

Ne etsen yaranamazsın

Ümit tüketmek seninkisi

Anladın artık

Yanaşma pazarlığa.

Vurmuşlar taşı sırtına bir kez, mahkûmsun,

Ne övgü ne yardım beklemek boşuna

Çetelen tutulmuş, koymuşlar kafalarına

Bir rahmetlik ömrümüz var şurasında şunun

Geleceği varsa göreceği de var ölümün. Sevinme !

Vakit genç !

Çıkar yol değil umudu kemirmek

Çıkmayan yolda işimiz ne ?

Ya it ya da iblisler sevişir

Kendi kaderiyle

Bırak kayaları kopsun yerinden

Dağlayacaksa yüreğini

Güneş dağlasın bırak !

Düştüğün sarhoşluğu övme

Gazabına gazap kat dünyanın, öfkeye öfke !

Geleceği kahkahalar

Dağları hınçla deviren

Sessizce yürüyen ümitsize doğru

Ümidi dişleriyle koparırcasına söken :

İnsanlar  gerek.

 

HANS MAGNUS ENZENSBERGER

 

‘ANTİ-FAŞİST ŞİİR VE FAŞİZM, H. HEINE, B. BRECHT, H. M. ENZENSBERGER, W. ALFF..’ , M. YILMAZ ÖNER.. , BELGE Yayınları, Ekim 2007, 160 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Baki Kitap

Geçen yıla oranla açık ara fazla ziyaretçi katılımıyla öne çıkan kitap fuarını dün sonlandırdık. Okur kesiminin televizyon akışına eklemlendiği bir dönemden geçtiğimizden muhtemelen, tarih kitaplarının satışındaki yükseliş tüm stantların ortak konusuydu fuarda. İçerik olarak tarihten oldukça uzak bir içeriğe sahip bu kitapların kapış kapış gidişine nasıl üzüleceğini bilememekte olanlardan biri de bendim.

Ulaşım açısından epey ırak bir noktada bulunmasının şikayetleri hala canlı. Fiyatların daha alınabilir, içeriklerin daha kaliteli, söyleşilerin daha bol olacağı bu tip zihin açıcı etkinliklerin yıllık fuar organizesi olmasından çok sayısı her geçen gün azalan kitapevleri tarafından da gerçekleştirilmesi temennisiyle.

Yeni yayınların takipçisi olmanın yanında daha önce okuyup belli bir vakit sonra tekrar dönülesi bir daha okumamız gereken bir kitap : Suç ve Ceza. Uzun roman okuyamam diyecek olursanız NTV yayınlarından çıkan çizgi roman versiyonu  tavsiye olunur.

Bu kadar anmışken;  gün geçtikçe yalnızlaşan kent yaşamımızda, suçluluklarla yüzleşmek niyetine başat kitabımız “Suç ve Ceza”dan okuyalım bir parça…

‘HERDEM’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“Konuşmak istediler ama susmayı seçtiler. Gözleri yaşlıydı. İkisi de solgun, ikisi de bitkindi. Ama bu hastalıklı, bu solgun yüzlerde, daha şimdiden yenileşmiş bir geleceğin, yeni bir yaşayış için dirilmenin şafağı parlamaktaydı. Aşk onları diriltmiş birinin kalbi diğerinin kalbine bitimsiz bir yaşam kaynağı olmuştu. Beklemeye ve dayanmaya karar verdiler. Önlerinde daha yedi yıl vardı. O zamana kadar ne dayanılmaz acılar çekecekler, ne sonsuz mutluluklar tadacaklardı! Ama Raskolnikov yeniden dirilmişti, o bunu biliyordu. Yenileşen varlığıyla bunu iyice hissediyordu.”

‘Suç ve Ceza , Dostoyevski…’

Hayat Sana Teşekkür Ederim

‘Kitaplar hayatın farklılıklarını bize gösteriyor, bize sığınak oluyor, el feneri oluyor, dost oluyor…  Farklılıklar da hayatı güzelleştiriyor. Yaş aldıkça, sevdiklerinizi diğer hayata yolcu ettikçe, bir tarafımız oradayken, burayı farklı algılıyoruz artık. O zaman da HAYATA TEŞEKKÜR ETMEK düşüyor, sevgili Sezen Aksu’muz gibi.

Yine bir gün rastgele gezdiğim kitap raflarında, Sezen Aksu’nun EKSİK ŞİİR’i elime geçti, ilk şiir buydu, çok hoşuma gitti. Bir tarafımız eksik kalsa da hayata teşekkür ederiz.

Şiirinizle kalın…’

‘SKYCELL’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

HAYAT SANA TEŞEKKÜR EDERİM

Oyuncak bebekleri sevmedim çok
Evcilik oynamayı
Alkışı sevdim
Bıçak sırtlarında dolaşmayı
Tehlikeli sularda seyredip
Pupa yelken
Geçici emniyetlere ulaşmayı

Kadınları, erkekleri, romanları
Hele başkaldıranları

Acılarım oldu herkes gibi elbet
Herkese kısmet olmayan sevinçlerim
Unutulmayı da göze aldım evet
Hayat sana teşekkür ederim

Sezen Aksu 

EKSİK ŞİİR, SEZEN AKSU, METİS Yayınları, 2006, 224 Sayfa…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘SOKAK MOBİLYALARI..’ – OKTAY GÜZELOĞLU

‘bazı kitaplar vardır yıllar geçse de ayrılamazsınız onlardan.. yanınızda taşırsınız devamlı.. uzun yolculuklara değil kısa yollara gittiğinizde bile çantanızda olurlar.. eski sevgililer, eski yaralar gibidirler.. tam unuttuğunuz anda size kendilerini hatırlatırlar.. ya bir gülümseme yayılır yüzünüze ya da bir hüzün çöker göğsünüze.. hemen onları açar okursunuz, belki derin bir nefes alır belki de kalp atışlarınız hızlanır heyecanlanırsınız.. çünkü o kitaplar hiçbir zaman güncelliklerini yitirmeyecek, hayatın içinden gelen, kanlı canlı, yaşayan, nefes alan kitaplardır..

benim de işte öyle hayatın içinden gelen kitaplarım vardır.. yıllar geçtikçe bir iki derken çoğalıp beni kuşatmaya başladılar.. yanımda taşıyamaz hale geldim hepsini.. aralarında tercihler yapmak ise ne kadar zor oluyor bilemezsiniz.. çok uzun sürecek yolculuklarda çoğunu almaya çalışırım yanıma..

bu tür kitaplarla ilgili mutlaka yapılması gerektiğini düşündüğüm bir önerim de var.. hani çocuklara, gençlere hiçbir şey vermeyen eğitim sistemimizin meşhur 100 temel eser midir nedir tam ismini bilmediğim bir listesi var ya işte o listeye bu kitaplar mutlaka yazılmalı ve eğitim gören gençlere ve çocuklara hayatın içinden gelen bu kitaplar mutlaka okutulmalı..

listeye eklenmesi gereken kitapların başında (az çok beni tanıyan herkes bilir) ‘gaye boralıoğlu’nun ‘meçhul’ü gelir.. güncelliğini sonsuza dek yitirmeyecek bir hayat hikayesi.. kurmaca da olsa bence yüzde yüz hayatın içinden gerçek bir hikaye.. ‘manuel çıtak’ın yine hayatın içinden gelen fotoğrafları kitabın gücünü daha da arttırmıştır.. sanırım bir iki kere ‘aylak adamız’da bu kitabı tanıtmış ve alıntılar yapmıştık.. iletişim yayınlarından çıkan bu kitabı şu aralar sanırım bulmak mucize gibi bir şey.. hâlâ okumadıysanız çok şey kaybetmişsiniz bilesiniz.. bulun ve okuyun mutlaka..

hayatın içinden gelen kitaplarımdan birisi de ‘taner ay’ın yıllar önce ‘çalıntı’ yayınlarından çıkmış olan ‘yeşilçam sokağı fotoğrafları’ kitabı gelir.. o da hayatın bir başka alanına çevirir kalemini, ülkemizin sinema emekçilerinin hayatlarından kesitler sunar.. kitapta ‘yadigar ejder’den zerrin doğan’a, sadri alışık’tan ahmet tarık tekçe’ye, cevat kurtuluş’tan hayati hamzaoğlu’na, neriman köksal’dan aliye rona’ya, yılmaz güney‘den kazım kartal’a toplam 31 sinema emekçisinin hayatlarından hikayeler vardır.. bulununca derhal alınması hemen de okunması gereken kitaplardan bir tanesidir bu.. özellikle sinema eğitimi alan ya da sinemaya meraklı olanların elinin altında mutlaka olması gereken kitaplardandır..

ve sırada bir kitap var ki aylardır çantamdan çıkmıyor, her gün elime alıp değişik yerlerini tekrar tekrar okuyorum : ‘sokak mobilyaları..’

‘oktay güzeloğlu’nun bu muhteşem kitabında beyoğlu’nun arka sokaklarında, tophane’de, tarlabaşın’da, dolapdere’de, kasımpaşa sokaklarında yaşayan kimimizin meczup, evsiz, düşkün, kaldırım mühendisi ve birçok olumsuz kelimeyle nitelendireceğimiz, hayatın sillesini bir şekilde yiyen, ışığın çok uzağında ama yine de umutları olan 28 insanla yapılan röportajlar, hayat hikayeleri var..

çoğu her gün yanından geçtiğimiz, beraber otobüse bindiğimiz, iskele verilmeden beraber vapurdan atladığımız insanlar.. kimisi önümüzü kesip bir şarap parası için sinyal çeken, kimisi ağzımızdaki sigaradan bir fırt isteyen kişiler..

kimler yok ki kitapta.. mesela ‘recep bülbülses..’ kim tanımaz ki onu.. abuk sabuk televizyon programlarında, bir şekilde haber bültenlerinde hep boy göstermiştir kendisi.. bahsedilmesinin nedeni müziğe olan aşkı, sesi değil de onun yarattığı iddia edilen olaylardır.. halbuki recep’in derdi sadece ekmeğini kazanmaktır.. aslı mardin’den gelmedir ama kendisi fatih’te doğmuştur.. ses sanatçılığı yanında birçok filmde figüran olarak ya da küçük rollerde oynamıştır.. kendine müzik aşkını bizzat ‘zeki müren’imizin aşıladığını anlatıyor kitapta.. recep ayrıca cinsel tercihi nedeniyle yaşadıklarını da anlatıyor fakat cinsel özgürlükler konusundaki tutucu yaklaşımını insan aklı almıyor..

başka kimler mi var : 45 sene sinyalcilikle yaşadığını söyleyen çanakkale doğumlu ‘kafa sami’ abimiz var.. ‘kafa sami’ abimiz sinyalcilikle yaşadığını hem de 45 senedir böyle yaşadığını iddia ediyor fakat gönlünün tok olduğunu fazla para, zenginlik filan hiç düşünmediğini söylemekle kalmıyor ‘iki şişe güzel marmarayı, otel parasını buldum mu vehbi koç benim, anadın mı’ diyor.. ‘sen hiç aşık oldun mu.. aşka inanır mısın kafa sami abi..’ diye sorulunca da verdiği cevap ‘bukowski’ ustanın kitaplarından fırlamış gibi suratınızda patlıyor : ‘ben bir şeye inanmam, yoluma bakarım, iki güzel marmara, sigara, otel parasını buldum mu, hani bir yerde kral benim anadın mı..’

tiner ve soba boyası çeken burhan’dan, türkücü hasan’a, dönülmez akşamın ufkundaki şarkıcılar hüseyin, kamil, ahmet adlı arkadaşlardan, lotaryacı şengül’e, akrobat selo’dan pavyoncu rezzan abla’ya, pala dayı’dan doberman mehmet’e, birçok albüm yapan ve dolandırılan ampul ibo’dan avare abdullah’ına kadar niceleri geçit yapıyor bu muhteşem kitapta..

‘doberman mehmet’in tanıklık yaptığı ölü sevicilerin kan donduran hikayelerinden, bir zamanlar paraya para demeyen beyoğlu’nun en güzel kadınlarından birisi olan ‘vivi’nin önlenemez düşüşünün acı hikayesine kadar yüzlerce gerçek hayatın içinden olaylar anlatılıyor kitapta..

kitaptaki en ilginç karakterlerden birisi de  bir dönemin meşhur dolandırıcısı ‘selçuk parsadan’ı yetiştirdiğini söyleyen hem yazar, şair olan hem de ‘aloculuk’ tabir edilen dolandırıcılık işinin de ustalarından olan : ‘kubilay günay..’ anlattıkları bir zamanların türkiye’sine de ışık tutuyor..

yine 1934 istanbul tophane doğumlu ‘sabo ablamız’da kitaptaki önemli şahsiyetlerden birisi.. röportajı okuyup geriye dönüp röportajın başındaki siyah beyaz fotoğrafındaki güzelliğine  tekrar baktığınızda gözleriniz doluyor.. bir zamanların istanbul’unun tanınan sanatçılarından birisi ‘sabriye erkuş..’ tanınmış ses sanatçılığından şimdilerde dizilerde, filmlerde, kliplerde küçük roller, figüranlıklar kaparak ekmek arasını çıkarmaya çalışan bir hayat hikayesi.. düşüşe geçtiği sıralarda 8-10 seneye yakın meyhane işletmeciliği de var ‘sabo abla’nın.. anlattıkları bir derya.. ve düşüşünün nedenlerinden bahsederken bir nedenden de şöyle bahsediyor : ‘gel sabo abla, gel sabo abla.. yedir, içir, ver, avanta, lavanta hepsi bu.. hararete buz mu dayanır..’

işte bazılarımızın gördüğünde kafasını çevirip görmezden gelerek yanından geçip gittiği insanların hikayeleri var bu kitapta.. halbuki her an hayatın bizlere de benzer tokatları atıp aynı durumlara düşebileceğimiz yaşamlar bunlar..

sevdiklerine ‘ben geçmişimi yaktım, sen de geleceğini yak’ diyecek kadar da cesur ve sevgi dolu güzel insanların hikayeleri..

birçok sinema kitabını da bizlere kazandıran‘+1 kitap’ yayınlarından çıkmış ‘oktay güzeloğlu’nun bu kitabı..

kitabındaki röportajlarında filmi yapılacak, romanı yazılacak sayısız hikaye var..

bir yerde bu kitap önünüze çıkarsa şansınıza teşekkür edin ve kitabı edinerek hemen bir köşede bir solukta okuyun.. bir solukta okuyacaksınız çünkü ‘oktay güzeloğlu’nun bu kalın kitabı elinize yapışacak ve bitirene kadar bırakamayacaksınız..

kitabın yazarı ‘oktay güzeloğlu’na, kitabın eşsiz kahramanlarına buradan bir kez daha sonsuz teşekkürlerimi, sevgilerimi sunuyorum..

bu üç kitabın olmadığı kitaplık eksik bir kitaplıktır.. ve son olarak yanlış anlaşılabileceğimi düşünsem de şunu yazacağım : bu üç kitabın üçünü de okumayan bir insan eksik kalmış şansız bir insandır..

kitapla kalın..’

Crockett..

‘SOKAK MOBİLYALARI..’ , OKTAY GÜZELOĞLU , ‘+1 KİTAP’ Yayınları, 384 Sayfa, Şubat 2007..

 

BİR ZAMANLAR ANADOLU’DA..

01 Ocak 2010, Cuma

‘yeni yıla girdik.. bugün öğleden sonra normalde pek yapmadığım şekilde, adeta yılların yorgunluğuyla, yatağa uzandım.. öylece elbiselerimle birkaç saat uyuyakalmışım.. gözlerimi açtığımda çok tuhaf hissettim.. deyim yerindeyse, yeni bir algılama biçimine uyanmışım gibi geldi.. öyle güzeldi ki.. sessizliğin içinde gözümün önünde flu bir şekilde hareketsiz duran odamın nesneleri beni sonsuz bir şefkatle kuşatıyor gibiydi.. beynimde farklı bir algılama düzeyinin kapıları aralanmış gibiydi.. bir saat kadar daha orada öylece gözlerim açık olarak yattım.. gözlerim flu kitapların üzerinde öylece dolanırken kitaplardan biri usul usul netleşti.. ne zaman aldığımı ya da oraya nasıl geldiğini bile hatırlamadığım bir kitap adeta bir vahiy gibi varlığını bana gösterdi.. yalçın koç’un yazmış olduğu ‘anadolu mayası’.. yalçın koç yanlış hatırlamıyorsam boğaziçi üniversitesi’nde okurken kendisinden bir iki ders almış olduğum biri.. kitabı öylesine okumaya başladım.. 20 sayfa kadar su gibi okudum.. algılarım o kadar açıktı ki.. bu açıklık hayattan öyle derin bir haz almamı sağlıyordu ki.. yaşadığımız hayat ne olursa olsun, nasıl olursa olsun, onu algıladığımız oranda onu yaşadığımız gerçeğini derinden duyumsadım.. hayat, kendi irademiz dışında bile değişecek olsa algılama şeklimizin de ona bir şekilde ayak uyduracağını kabul etmek lazım.. hayatın bir şekilde yavaşlaması algılama gücümüzü nasıl da arttırıyor.. çok hızlı yaşadığımız için yaşadığım hiçbir şeyin hazzının layıkıyla duyumsanmaması değil, aynı zamanda acı vermesi gereken bir durumun da daha doğru dürüst varlığını hissettirmeden başka bir olay tarafından unutturulması söz konusu oluyor.. algılarımızın keskinliğini arttırmak için hayatımızın temposunu düşürmemiz gerektiği aşikar.. neden yavaş tempolu filmleri sevdiğim ve böyle filmler yapmak istediğimin nedenleri de buralarda yatıyor zaten.. bugün uyandığımda varlığını hissettiren ruh hali, ancak nazlı bir yavaşlık temposu içinde ortaya çıkabilir çünkü..’

NURİ BİLGE CEYLAN

 

‘BİR ZAMANLAR ANADOLU’DA, KURGU GÜNLÜĞÜ..’, NURİ BİLGE CEYLAN, ALTYAZI Aylık Sinema Dergisi Yayını, Ekim 2011, 40 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(büyük usta nuri bilge ceylan’ın ‘bir zamanlar anadolu’da filmine sinemada hâlâ gitmeyenler için son günler olabilir çünkü yavaş yavaş gösterildiği sinemalarda gösterimden kalkmaya başladı mesela istanbul’da şu anda sanırım sadece iki sinemada oynuyor.. sinemada izleyin 14 oyuncunun 14’üne birden hayran kalın derim, kaçırmayın.. crockett..)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

yaşasın sinema..

‘yaşadığımız cinnet ortamında bir gün  bana da sıra gelecek diye beklerken sığınaklarımdan biri olan sinemaya iyice boğdum kendimi.. bu aralar  ‘peter sellers, blake edwards , louis de funes, julio medem, fernando solanas’ üzerine çalışma yaparken bir yandan da deli gibi film izliyorum..

kısa filmler arasında gezinti :

sinema üzerine çalışmalarım sırasında sinema emekçisi bir kardeşim tarafından bana verilen onlarca yeni kısa filme de göz atma fırsatım oldu.. gerçekten çok değişik ve zeka ürünü üretimlere rastladım aralarında.. ama çok kötüleri de vardı.. kamerayı çalıştırıp iki sis, bir ışık ve yürüyen bir insan figürü koyup arka planda da bilinen bir klasik müzik ya da tanınmış film müziği çalınca iyi bir film yapacağını sanan arkadaşlar var.. şevklerini, umutlarını kırmamak için isim vermiyorum.. ama izlediğim kısa filmler arasında bir film var ki onu burada es geçemeyeceğim..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

bu film ‘fırat yavuz’un ‘toros canavarı’ adlı kısa filmi.. gerçekten on numara bir film.. özgün senaryosu, tekniği, kurgusu ile çok çarpıcı bir konuya, çok değişik bir yaklaşım getirmiş fırat yavuz.. benim de bir zamanlar gördüğüm anda irkildiğim ‘toros’ marka otomobillerle ilgili bir film.. camları siyah kaplıysa eğer korkunuza korkular katan arabalar.. 1990’lı yılların adam kaçırma, faili meçhul ve gözaltında kayıplarının büyük çoğunluğunun gerçekleştirildiği araçlar bunlar.. fırat yavuz bu konu üzerinden güzel bir senaryoyla çok özgün bir çalışma yapmış.. kendisini buradan kutlarken aylak adamız olarak teşekkürlerimizi sunuyor ve her zaman takipçisi olarak ürünlerinin arkasında ve destekçisi olduğumuzu belirtiyoruz.. izlediğim kısa filmler arasında anlatmak istediğim başka filmler de var ama onlar başka zamana.. şimdi daha önemli uzun metrajlı filmlere geçelim..

‘press’ :

son süreçte izlediğim filmlerin sayısını hatırlamıyorum ama hepsini isimleriyle, konularıyla hatırladığıma göre hep kaliteli, güzel yapımlar izlemişim..

sinemada izlemeyi kaçırdığım sedat yılmaz’ın ‘press’ini o günleri tekrar yaşayarak izledim..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

sedat yılmaz 1990’lı yıllarda ‘özgür gündem’ gazetesini baz alarak muhalif gazeteci olmanın sonuçlarını yaşananlardan, gerçek olaylardan kesitler sunarak çok güzel bir iş çıkarmış bence.. oyuncuları öncelikle tebrik etmek istiyorum.. en ufak rolde bile özenle çalışıldığı görülüyor.. birçoğunu daha önceki kazım öz’ün ‘bahoz’ filminden de hatırlıyoruz.. ‘özgür gündem’ gazetesinin diyarbakır bürosunda çalışan 7 kişinin başından geçenleri anlatan sedat yılmaz o günlerin ortamını sinemanın kullanabildiği tüm imkanlarından faydalanarak anlatmaya çalışmış..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

kaybedilen, infaz edilen, işkenceler, tehditlerle yıldırılmaya çalışılan, hapislerde çürütülen gazeteciler, gazete dağıtımcıları, gazete bayilerinin hayatlarından kesitler filmin her saniyesinde teker teker kalbinizin ortasına bir kor gibi düşüveriyor.. filmi izledikten bir süre sonra filmle ilgili eleştirileri  okudum.. yine bazıları acımasızca infaz etmiş filmi.. üzüldüm.. oturdukları yerden o kadar kolay harcıyorlar ki harcanan emekleri, alın terini inanamıyorum.. ‘sedat yılmaz’a da buradan teşekkür ediyorum bu cesur ve özgün filmi için.. kendisinin yeni üretimlerini sabırsızlıkla bekliyoruz..

‘behzat ç. – seni kalbime gömdüm..’ :

onlarca filmin arasından bu yazıda değinmeden geçemeyeceğim bir film daha var : ‘behzat ç. – seni kalbime gömdüm..’ bu filme daha sonra ayrıntılı bir şekilde değineceğim fakat burada birkaç cümle de olsa değinmek istiyorum çünkü filmin de, ekibin de üzerine o kadar gidiliyor ki bu aralar artık yapılan eleştirileri aklım almıyor.. elbirliğiyle yok etmeye çalışıyorlar ‘behzat ç.’ karakterini.. çünkü türkiye televizyon tarihinde daha önce yaratılamamış, daha doğrusu yaratmaya cesaret edilememiş bir karakter çıkartıldı ortaya.. hele filmin yapımcılarının inisiyatifinde olan ‘van depremine ilk günlük hasılat yardımı vakasından’ yola çıkarak öyle bir yüklendiler ki ‘behzat ç.’ye dedim bu sefer nefesini keserler yapımın..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

hele hele bu eleştiriler arasında sol çevrelerden bazı dergilerde ‘behzat ç’nin neden polat alemdar ve deli yürekten farkı yoktur’ gibi yazıları okuyunca kafayı yiyorum.. ya arkadaş yazılarınızı vaktimi harcayarak okuyorum, sonra dönüp tekrar okuyorum,  tekrar ve tekrar.. inanamıyorum.. dizinin bir iki bölümünü izleyerek ya da yarım yamalak izleyerek eleştiri yapıyorsunuz.. 38 bölüm ve bir sinema filmi çekilen bir yapımı iki bilgi kırıntısı ve kulaktan dolma bilgilerle yerin dibine gömüyorsunuz.. yüzlerce insanın emeğini hiçe sayıyorsunuz.. nasıl bu kadar pervasız olabiliyorsunuz anlamıyorum.. daha önce bunu kendinden menkul özgürlük anlayışları olan bir sol çevrenin yayın organında ‘kaan arslanoğlu’ usta yapmıştı.. ‘behzat ç.’ konulu yazısına karşı yazdığım eleştiri yorumunu nedense yazının altına koyma yürekliliğini ne kendisi ne yayın organı gösteremedi.. ve bu yazısına kadar sayın ‘kaan arslanoğlu’nu o kadar sevip, eserlerini (hem kitaplarını, hem blogundaki, hem de değişik yayınlardaki yazılarını) merakla takip etmeme rağmen bu yazısı ve yorum yazıma karşı verdiği tepkiyle yıkıldım.. sayın kaan arslanoğlu ne farkınız kaldı diğer düdük çalınca hizaya giren medya mensuplarından.. hala bir özür bekliyorum.. ama önce yazısından dolayı ‘behzat ç.’ ekibinden.. kaan arslanoğlu bu yazısında iki, yada üç bölümünü izlediğini beyan ettikten sonra veryansın ediyor diziye..

ya el insaf kardeşim.. türkiye televizyon tarihinde hangi yapım daha önce gözaltında kayıplardan, hrant dink cinayetine, devlet kurumlarındaki değişik illegal derin yapıların örgütlenmesinden, kot işçilerinin yakalandığı silikosiz hastalığına, derin devlet yapılanmalarının işlediği cinayetler, suikastlardan ve daha birçok el yakan, yaşam söndüren, cesaret isteyen konulara kadar işlemiş, deşifre etmiştir söyler misiniz..

eleştirmek çok basit : dizinin birkaç bölümünü izle.. ‘behzat ç.’ iki tokat atıyor, bir iki küfür çakıyor, bir iki bayanı öpüyor diye vay efendim faşist polis tiplemesini halka benimsetiyor, sevdiriyor.. ya arkadaşım ne yapsalardı dövmeyen, sövmeyen, sevmeyen, öpmeyen bir polis tiplemesi koysalardı bu sefer de hiç gerçekçi değil diyecektiniz.. ne yapsınlar yani nasıl bir şey istiyorsunuz anlamıyorum.. ortaya karışık mı.. ‘stockholm sendromu’ tanısı koyan bile oldu ‘behzat ç.’ karakterinin sevilmesine (özellikle de sol düşünceye inanan insanlar arasında) neden olarak..

geçenlerde yine agora yayınevinin çıkardığı ve devamlı takip ettiğim ‘mesele’ dergisinden bir arkadaş yerden yere vurmuş diziyi.. ve yine doğru dürüst izlemeden kıymış, biçmiş bütün yapıma.. ve eklemiş ‘deli yürekten ve polat alemdardan farkı yok..’ yok canım, yok ya bana kalırsa kanuniden de, bihterden de, difteriden de, depremden de farkı yok dizinin.. derhal yayından kaldırılmalı.. cümbür cemaat ‘arka sokaklar’ dizisini izlemeli herkes.. kusuruna bakmayın siz behzat’ın..

ya insaf edin diyorum tekrar.. beğenirsiniz beğenmezsiniz ama bu bir edebi eserin ekrana uyarlanmış hali.. sizin keyfinize, politik görüşlerinize göre şekillenecek değil.. ve okuyan, eleştiren (ama öyle bir iki yaprak çevirerek, bir iki bölüm izleyerek değil tüm eseri okuyarak, yapımı görerek, izleyerek  eleştiren) kitleler zaten kitaba da, diziye de, filme de yeterince destek ve yapıcı eleştiri getiriyorlar rahat olun.. sizin yüzlerce insanın emeğini bir iki bölüm izleyerek yok saydığınız ve acımadan yerin dibine batırdığınız dizinin her bölümü 90’lı yılların kayıplarını, yargısız infazlarını dile getirmeye devam edecek ve birilerini rahatsız etmeye devam edecek..

‘behzat ç. seni kalbime gömdüm’ filmine gelince diziden dolayı filmden bayağı bir beklentiye girdi insanlar.. polisiye bir hikayeden bir sinema şaheseri çıkmasını umanlar dizinin uzun ve sinemasal öğelerle desteklenmiş bir halini görünce hayal kırıklığına uğradılar.. ne bekliyordunuz.. bir ‘tarantino’ filmi mi.. ‘behzat ç.’ dizisinden elbette farkı olmayacaktı.. sadece tek bir hikaye ekseninde biçimlenen uzun bir sinema filmi..

hayır filme yapıcı eleştiriler gelse deseler ki filmdeki konuya yedirilmiş ‘araba reklamı’ çok sırıtmış ve rahatsız etmiş dense, sahneler arası geçişlerde kopukluklar var, bazıları çok acemice olmuş dense yanmayacağım ama yok, yapıcı tek bir eleştiri yok..

şimdi de bazıları seyirci sayısından vurmaya çalışıyor filmi.. yok efendim beklenenin çok altında kalmış.. 500 bin kişiye yakın kişi izlemiş şimdilik filmi, belki daha fazla.. daha ne istiyorsunuz.. aylarca reklamı yapılan abuk sabuk komedi filmlerine mi yetişmeliydi rakam.. neymiş ‘anadolu kartalları’ filmine geçilmiş gişede.. tüh be yazık yenildik desenize, nasıl da yendiler bizi tühhhhhhhhhhhh.. gülüyorum be kardeşim bu eleştirilere..

filmi ayrı ayrı zamanlarda iki kere izledim, ‘behzat ç.’ yine aynı.. kaldığı yerden devam ediyor.. bu sefer ‘red kit’ adlı karakterin işlediği cinayetleri çözmeye çalışıyor.. seksenli yıllarda anne babası ve kız kardeşi derin devletçe infaz edilen ‘red kit’ pervasızca intikam peşinde koşuyor, behzat ve ekibi de onu yakalamaya çalışıyor.. film konusuyla zaten ilgi çekici.. oyunculuk üst düzeyde.. ekibin olağan kadrosu yine işlerini çok iyi yapmış.. ama bu filmde ‘kolsuz ahmet- süleyman’ karakterini canlandıran ve birçok dizi ve sinema filminden tanıdığımız (özellikle serdar akar’ın ‘bar’da filminden) ‘hakan boyav’ filme esas itici gücü veren karakter olmuş..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

açık söyleyeyim filmin konusunda ‘behzat ç.’den sonraki en önemli karakter olan ‘tardu flordun’un canlandırdığı  ‘red kit’ karakteri ‘kolsuz ahmet-süleyman’ karakterinin çok çok gerisinde kalmış.. ‘hakan boyav’ı tebrik ediyorum performansından ötürü..

filmde rahatsız olduğum, eksik gördüğüm birçok yer var, başka bir yazıda daha ayrıntılı yazacağım.. ama en büyük eksiklik diziye büyük katkı veren ‘cem kısmet-pilli bebek’ müziklerinin filmde pek kullanılmamış olmasıydı.. bence görsel etkiyi daha fazla arttırırdı pilli bebek müzikleri daha fazla kullanılmış olsaydı..

ama yukarıda da yazdım beni en çok rahatsız eden ‘harun’ karakterinin cinayet şubeye verilen yeni arabalarla ilgili çok uzun ‘sponsor reklamı repliğiydi’.. filmin ekibini ve yapımcısını uyarmak istiyorum : filmler, diziler içine yedirilmiş sponsor reklamları bazen çok kötü etki yapıp, yıpratıcı olabiliyor, seyirciye itici geliyor.. filmden çıktık reklamlara geçtik sandım tıpkı filmdeki bu araba reklamında olduğu gibi.. en sevdiğim tiplemelerden olan ‘harun’ karakterine neredeyse gıcık olacaktım.. bitmek bilmedi arabayı övüş sahnesi.. neyse ‘angaralılara’ burada ara vereyim daha anlatacak çok film var.. bir iki cümle dedim sayfa oldu..

‘gelecek uzun sürer’ :

gelelim ‘gelecek uzun sürer’e.. fransız komünist düşünür ‘althusser’in ünlü kitabıyla aynı ismi taşısa da kendine özgü, bir hikayeler bileşkesi olan bir film ‘gelecek uzun sürer’..

türkiye sinemasına ilk uzun metrajlı filmi ‘sonbahar’la çok şey katan genç yönetmen ‘özcan alper’ ikinci uzun metrajlı çalışmasında ülkemizin doğusunda 30 yıldır süren savaşa, kürt sorununa ve ülkemiz genelinde kaybedilmiş, infaz edilmiş 17500 insana kamerasını çevirmiş bu sefer..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

yer yer belgesel görüntülerle ve gerçek karakterlerin röportajlarıyla desteklenmiş film bir tren yolculuğu sahnesiyle açılıyor.. baş karakterimiz ‘sumru’ (gaye gürsel) sevgilisi ‘harun’un kendisinden ayrılıp dağa gitmesinin ardından ülkenin değişik yerlerine yöresel ağıtları toplamaya gider.. etnomüzikologdur ‘sumru’.. sıra ülkenin doğusuna gelmiştir.. kendisi karadenizli olan ‘sumru’ annesinin tüm uyarısına rağmen diyarbakır’a doğru yola çıkar.. tren diyarbakır garında durduğu andan itibaren apayrı bir dünyaya adım atar ‘sumru’.. bir nevi ‘acının kalbine’, acının olağanlaşıp, cisimleştiği yere gelmiştir ‘sumru’.. çeşitli kanallar ve tanıdıkları aracılığıyla daha önce tesadüfen diyarbakır  sokaklarında karşılaştığı bir sinema sevdalısı ‘ahmet’ (durukan ordu) ile irtibata geçer.. ‘ahmet’in elinde yıllar önce topladıkları ve çektikleri belgesel görüntüler vardır.. bir yandan bu görüntüler üzerinde çalışıp bir yandan da yakınlarını kaybeden kişilerle birebir görüşmeler yapan ‘sumru’ya, ‘ahmet’ bir yakınlık duymaya başlar ve olaylar gelişir.. ‘sumru’nun yolculuğu aslında bir nevi kendi ağıtına yolculuktur..

‘özcan alper’ ilk filminin büyük başarısının baskısının, ağırlığının altında ‘gelecek uzun sürer’e başlamıştı.. uzun ve yorucu ön çalışmalar, hazırlıklar yapan, özellikle karakteri canlandıracak oyuncular bazında çok titiz çalışan ve karakterleri kimin canlandıracağını seçtikten sonra onları uzun bir eğitim sürecinden geçiren ‘özcan alper’ bu filminde de karakterler üzerine çok çalıştığını açıkça hissettiriyor..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

edebiyatı ve özellikle de şiiri filmlerinin her saniyesine katıp işleyen ‘özcan alper’ bu filminde de aynı şekilde yola çıkmış, şiirsel dilinden ödün vermemiş.. ilk filminde ‘sergey yesenin’in dizeleri, ‘çehov’un ‘vanya dayı’sı anılırken, ‘gelecek uzun sürer’de ‘andrey voznesenski’nin ‘oza’ kitabı ve şiiri seyirciyi filmin değişik yerlerinde selamlıyor ve sarsıyor.. 

karakterlerden özellikle ‘sumru’ karakteri ilk film ‘sonbahar’ın ‘yusuf’una çok yaklaşmış.. ‘gaye gürsel’i bu ilk sinema deneyimdeki oyunculuğundan dolayı kutlamak istiyorum.. diyalogların pek fazla olmadığı, genelde görüntünün, mimiklerin, duyguların ön plana çıktığı senaryolar oyunculuk açısından çok zordur.. ama özellikle ‘gaye gürsel’ başarıyla vermiş bu sınavı..

‘ahmet’ karakterini canlandıran ‘durukan ordu’ da ilk filminde elinden geleni yapmaya çalışmış.. onun da üstlendiği karakter gerçekten zor bir karakter.. zaman zaman bazı yerlerde takıldığı ve yetersiz kaldığı görülse de sırf ‘fransız yeni dalgası akımının’ unutulmaz filmlerinden ‘godard’ın ‘a bout de souffle’ (serseri aşıklar – breathless) filminde ‘jean-paul belmondo’nun canlandırdığı ‘michel’ tiplemesine gönderme yaptığı sahnelerde döktürdüğü için bile teşekkür etmek gerekir kendisine.. ‘durukan ordu’nun oyunculuğu da gelecek için umut vaat ediyor..

cemaatini sürgünlerle, katliamlarla kaybetmiş ama o toprakların altında yatan kemikleri terk edip gidemeyen diyarbakır ermeni kilisesinin papazını canlandıran ‘sarkis seropyan’ın anlattıkları ve annesinin söylediği ağıt gerçekten yürekleri yakıyor.. hele virane kilisenin bahçesine yağmur yağarken annesinin ağıdını ‘sumru’yla beraber dinledikleri sahne sinemamızın unutulmaz sahnelerinden birisi olacaktır..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

sevgili erdal kırık’ın canlandırdığı ‘kuto’ karakteri de on numara.. beki sahneleri daha fazla olsaydı filme daha fazla şey katardı.. ‘erdal kırık’ oynadığı üç sahnede de döktürmüş.. hele büyük usta angelopoulos’un filmini ‘ahmet’le birlikte izlerken söyledikleri böyle yürek yakan bir filmde seyirciye bir an olsun nefes aldırıyor..

filmi üç kere izledim gösterime girdiği andan itibaren.. bu kadar güncel ve can alıcı konusunun olduğu bir filmin gişesinin düşük olmasını insan anlayamıyor.. üstelik ilk filminde türkiye sinemasına bir başyapıt kazandırmış ‘özcan alper’in filmi bu.. hele konusunun yakıcılığı, güncelliği karşısında daha da şaşırıyor insan.. üç izleyişimin birisinde iki kişi, birisinde dört kişiydik sinemada.. neyse ki üçüncü izleyişimde yüze yakın koltuk doluydu..

filmin müzikleri de yine özenli bir çalışmanın ürünü.. hele final sahnesindeki ağıt belli ki yine ince bir çalışma sonucu seçilmiş..

filmdeki çekimler ve görüntüler yine ‘sonbahar’ filmindeki görsel başarıyı aratmıyor.. ‘özcan alper’ burada döktürmüş her zaman ki gibi.. yukarıda da bahsettiğim kilisedeki ağıt dinleme sahnesi, filmin girişindeki ve finalindeki atların sahneleri ve bir kayıp yakınının ‘biz kemiklerimizi istiyoruz’ dediği sahneler sinema tarihinde unutulmayacak sahneler olacak..

bir de ana hikayenin içine yedirilmiş yan hikayeler filmin içeriğini, anlatım gücünü daha da kuvvetlendirmiş..

‘sonbahar’dan beri yakından takip ettiğim ‘özcan alper’ çok birikimli bir insan olduğu kadar son derece de mütevazi birisi.. her filminde kendisinin de bir öğrenim ve keşif sürecinden geçtiğini söyleyen ‘özcan alper’ ülkemiz sinemasında iki filmde kendine has bir sinema dili oluşturan ve kendi sinema dili olan nadir yönetmenlerimizden birisi.. kendisine ve filmin tüm ekibine bu özenli çalışmadan dolayı sonsuz teşekkürlerimizi sunarken yüreklerine sağlık diyoruz.. bu filmi sakın dvdsi çıksın diye beklemeyin sinemada izleyin, kaçırmayın derim..

‘bir zamanlar anadolu’da’ :

yazı çok uzadı belki ama son olarak da her zaman çok saygı duyup, filmlerine taptığım ‘nuri bilge ceylan’nın ‘bir zamanlar anadolu’da’ filmine değinmek istiyorum..

ben masalsı anlatıları çok severim.. bir hikayesi olan ve bu hikayenin gerçek hayatla birebir örtüşebileceği kurmacalara bayılırım..

teknik olarak çok büyük aksaklıklarının olduğu ‘nuri bilge’nin bu filmi yine de sinema dünyamıza kazandırılmış başarılı bir çalışma..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

kurgusunda, sahneler arası geçişlerde ve makyajda büyük problemlerin olmasına rağmen filmde en başta senaryo ve oyunculuk en üst düzeyde.. kamerası da her zaman çok güçlü olan ve muhteşem görüntülerle hikayeyi desteklemiş, güzel bir yapım çıkarmış ‘nuri bilge ceylan’..

özellikle ‘yılmaz erdoğan’ canlandırdığı ‘komiser naci’ karakteri ile oyunculuğun ve kendi oyunculuğunun doruğuna çıkmış..

‘katil kenan’ı canlandıran ‘fırat tanış’ adım adım sinema dünyasının unutulmazları arasına  adını yazdırmaya başlıyor.. özellikle yakın plan çekimlerde ‘fırat tanış’ı izlerken ürperdim.. bir karakter nasıl canlandırılır öğrenmek isteyenler ‘yılmaz erdoğan ve fırat tanış’ı dikkatle izlesin.. sanırsın ‘yılmaz erdoğan’ kırk yıllık komiser..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘savcı nusret’i oynayan ‘taner birsel’ her zaman ki oyunculuğunu konuşturmuş yine.. ancak özellikle ‘savcı nusret’in yüz makyajındaki yüzdeki kalıcı yara ya da hastalık izleri çok kötüydü.. sanki bir günlük zaman dilimi içinde yara bir artıyor, bir azalıyordu.. kaçırdığım veya anlamadığım bir nokta mı diye düşündüm, izleyen arkadaşlarıma sorduğumda onlar da makyajda hatalar olduğunu söylediler..

diğer karakterlerden ‘doktor cemal’i canlandıran ‘muhammet uzuner’, ‘arap ali’yi canlandıran ‘ahmet mümtaz taylan’ ile aslında doktorluk da yapan ve filmde anlatılan hikayenin de sahibi olan ‘köy muhtarı’nı canlandıran tecrübeli oyuncu ‘ercan kesal’ın oyunculuklarını da anmadan geçemeyeceğim burada.. hepsine sonsuz teşekkürler.. çok zorlu bir hikayenin çekimi sürecinde gerçekten muazzam oyunculuklar çıkarmışlar..  filmin en önemli gücü oyunculuk ve karakterlerin bu sert hikayenin içine sizi çekip alması..

anlatılan ise ‘bir zamanlar anadolu’da gerçekleşen ve anadolu’da her gün karşılaşılabilecek adli bir olayın ekseninde yurdumuz insanın derinliklerine doğru bir kazı.. belki de filmin en önemli sahnesinde olduğu gibi yurdumuz insanının detaylı bir otopsisi.. kurgudaki ve makyajdaki aksaklıklar da olmasaydı ne iyi olurdu diyesi geliyor insanın ama filmi düşündükçe unutmaya başlıyor insan o aksaklıkları..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

bu filmi kaç kere izlediğimi bu kez söylemeyeceğim ama sizlere ‘gelecek uzun sürer’ gibi lütfen gösterimden kalkmadan bu filmi de sinemada izleyin diyeceğim.. kaçırırsanız çok şey kaybetmiş olacaksınız bilesiniz.. son anlattığım iki filmle ilgili çok şeyler yazacağım daha çünkü sürekli bahsedilmeyi hakkeden ve kendilerinden bahsettirecek gücü olan filmler bunlar..

neyse bugünlük yeter sanırım sinema lafazanlığı.. sevgili ‘fran(sı)z’a da buradan selam çakıp yaşasın edebiyat, yaşasın sinema diyorum..

sinemayla ve gülüşünüzle kalın..’

Crockett..

‘Özcan Alper’in ‘GELECEK UZUN SÜRER’ine bir değil bin selam ve ‘Andrey Voznesenski’nin ‘OZA..’sından bir bölüm..

‘OZA’

 

XIV

 

selam oza, evde, geceleyin

ya da uzakta bir yerde, neresi olursa olsun,

havlarken köpekler, yalarken kendi gözyaşlarını

senin soluğundur duyduğum ses

selam oza!

 

nasıl bilebilirdim, sinik ve gülünç

bir kişi gibi, ürkerek giren bir göle,

gerçekte korku olduğunu aşkın, söyle?

selam oza!

 

ne korkunç, bir başına düşünmek şimdi seni?

daha da korkunç, bir başına değilsen oysa :

şeytan öylesine doyumsuz bir güzellik vermiş ki sana

selam oza!

 

ey insanlar, lokomotifler, mikroplar

gerin kanatlarınızı elinizden geldiğince ona

harcatmam onun dokundurtmam kılına

selam oza!

 

yaşam bir bitki değilse aslında

neden dilimliyor, parçalıyor insanlar onu

selam oza!

ne acı bu denli geç rastlamak sana

ve böylesine erken ayrı kalmak sonunda

 

karşıtlar getiriliyor bir araya

bırak çekeyim kahrını ve acını kendime

çünkü acılı kutbuyum mıknatısın ben,

sense sevinçli. dilerim sonuna dek kalırsın öyle

 

dilerim hiç bilmezsin ne denli hüzünlüyüm

inan, kendimle üzmeyeceğim seni.

inan, ders olamayacak sana ölümüm

inan, yük olmayacağım sana yaşamımla

 

selam oza, dilerim ışıl ışıl kalırsın hep

bir sokak fenerinden sızan bir ışık gibi.

suçlayamam bırakıp gittiğin için beni.

şükür ki girdin yaşamıma

 

selam oza!

 

ANDREY VOZNESENSKI

‘Oza’, ANDREY VOZNESENSKI, Çeviri : MEHMET H. DOĞAN, TURGAY GÖNENÇ, İLERİ Yayınevi, 1992..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“İşbu tutanak gayrı resmi bir hayata yazılmıştır.”

Bira sponsorluğunda sürdüğümüz hayatta elbette bazı şeyleri unutuyoruz. Örneğin, kadınlarımızın ellerini ısıtmayı, onların derin derin bize baktığını nedense hep atlıyoruz. Yine biranın gölgesinde geçirdiğimiz günlerin bize kötü davranmasına gülüp geçemiyoruz. On bir raunt dayak yemiş yıkılmamış, yıkılacakmış gibi görünmeyen bir maçı bitirmeye kalkıyoruz. Bana, hayatın öğrettiği şeylerden biride bu. Ya sıkıp yumruklarını devam edeceksin ya da bunu yapmayacaksın.

Hayatın yarım ekmek arası köfteden daha fazlası olduğunu biliyor ve anlıyorum. Afrika hariç.. 

Hayata karşı defansa çekilenler birbirini çok çabuk tanıyor.

Hayata bıçak çekenler ise hiç anlaşamıyor.

Dünya sadece kainatın deplasmanı, beş atmaya geldik dünyaya musallada “hakkınızı helal edin beş yedi ama iyi insandı” diye sesleniyorlar bazılarımızda, kalanlarımız bundan üzgün olabilir mesela.. Mesela kaybedenlerin bile kulübü var. Onlar orda viskiyle ısınıyor bizimse dışarıda çelik gibi yalnızlıktan kıçımız donuyor. Onlar yalnızlar partisi veriyor, biletlerini biletix satıyor. Biz birbirimize sokuluyoruz, cebimizde sarı leblebi. Suçlayamayacak kavga edemeyecek kadar canımız sıkılıyor.

Ama bana söylemişlerdi kulak asmamıştım. “İnsanları anlamak için ya Conan ya da Marslı olman gerekiyor! Kulak asmadım keşke E.T. ya da bir Paşa olmayı düşünebilseydim.

Handikabımız; insan olmak bu bir. İkincisi ihanet derimizin altında bir yerde duruyor ve iyi niyetli birini gördükçe, onu olduğu yerden çekip karımızdakini sırtından bıçaklıyoruz.

Gizli saklı değil olağanca normalliğiyle bıçaklayıp sonra da basıp gidiyoruz. İhanetten ölenlerin sayısı gün geçtikçe artıyor, kazananlar artıyor, kaybedenler artıyor, hepsi artıyor.. Sanırım bir açık arttırmadayız. En iyilerimizi en zenginlerimize satıyoruz. Ağızlarında az pişmiş kanlı bir etten kalma gülüş..

Satıyooooruuuuuum Sattım.

Bir sigortalı iş bulup devlete saldırmak istiyorum.

“İşbu tutanak gayrı resmi bir hayata yazılmıştır.”

‘Papyrus’