Archive for Ekim, 2011

HAYALET OĞUZ

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘biz yıllardır bu kentte yaşıyoruz.. içimizde ömrü bitenler oldu.. onları çok eğlentili törenlerle gömdük.. bu törenlerden ağıt ve içtenlik yönünden en ağır basanı hayalet oğuz’un cenaze töreni oldu.. oğuz, istanbul’da yaşadı.. oğuz bir dönemi yaşadı.. yeryüzünde belki de hiç kimsenin yaşayamadığı gibi.. tek bir sandalye sahibi olmadı.. bir-iki giysisi temizleyicide durur, kirlenince yenilerini satın alır, iç çamaşır ve çoraplarını en yakın çöp tenekesine atardı.. ev almadı, ev kiralamadı, eşya almadı, eşya tamir ettirmedi, belki de bir tek mobilya mağazasına girmedi.. pasaport almadı, karı almadı, karı boşamadı, kimseyi gebe bırakmadı, resmi dairelere girip çıkmadı..

..

kurbağa bacağı, mantar turşusu gibi garip yiyecekler severdi.. beyoğlu’na gelen ilginç filmleri de ilk gören o olurdu.. çok ender insanda rastlanan bir zekası vardı.. ölmeden beş gün önce bulvar kahvesinde oturuyorduk.. oğuz: e.’ye uğradım.. sen bende daha önce gebereceksin, çok seviniyorum, diye gülerek anlattı.. hepimiz gülüştük.. insanın kendi ölümü üzerine, ölmeden dört gün önce şaka yapabilmesi üstün bir zekanın bile işi değil.. ölmeden dört gün önce, insanın hastaneye traşlı bir yüzle gitmesi için, cağaloğlu’nda para araştırması inanılır gerçek değil..

..

tünel’e doğru yürüyecekti.. otuz yıldır yaşadığı bu caddede son yürüyüşü olacaktı bu, yorgundu.. ağabeyimin evinde uyuyacaktı, yanında pek tanımadığı bir üniversiteli genç kalacaktı.. bu çocuk onu sabah ada vapuruna bindirecekti.. ve oğuz dört gün sonra akciğer kanserinden boğularak ölecekti.. kırk altında yaşında ve kırk altı kilo olarak..

oğuz öldükten birkaç gün sonra şunları yazmaya çalışmıştım : sevgili oğuz istanbul kentini bu eylül ayı bıraktı.. 3 eylül 1928’de doğdu.. 17 eylül 1975’te öldü.. 1.73 boyunda, 46 kilo idi.. şişli camisi avlusuna tabutunu dört kişi hafif bir çanta taşır gibi getirdi.. o zaman tabutun içinde onun yattığına kuşkum kalmadı..

..

oğuz yaşamının çeyrek yüzyılını elliye yakın dostunun evinde geçirdi.. oğuz aylarca da benimle kaldı.. onun konukluğu bir kelebek gibiydi.. insana kendini hiç belli etmemeye çalışır, hiçbir özel isteği olmaz, ince ve sevimli bir sesle konuşur, eve gelirken çiçekler ve pasta getirir, bana alman eğitiminden geçtiğim için, muti, derdi..

..

kimsenin görmesine olanak vermeden hemen giyiniverir, azalmış saçlarını özenle tarar, kolonya sürer, bir bardak çayını kendi koyup, bafra sigarasına başlardı..

oğuz, yanından kaldığı dostlarına aldığından çok daha fazlasını verirdi..

..

oğuz, bunalan bir insan değildi.. onun akıl ve mantığı bu tür gereksizlikleri çoktan aşmıştı.. hiçbir zaman,

-sıkıldım, acıktım, uykusuzum, yorgunum, bile demedi..

akciğer kanserine yakalandığını bilmedi, yakınmadı da,

-solurken ciğerlerim acıyor, uyutmuyor beni, demekle yetindi..

-çok hastayım, demedi.. doktorun terimini kullandı : ‘çok hastaymışım’, dedi..

..

türkçeye çeviri ve derleme olarak yüze yakın kitap kazandırmıştı.. adını hiçbir zaman çevirmen, yazar, ozan, şunu yaptı, buna çalışıyor, bunu hazırlıyor… gibilerden kullanmadı.. yazın çalışmalarında  tam bir fabrika işçisiydi.. sığınabileceği bir köşede çalışır, çalışması bitmeden kazanacağı parayı çekmiş, bitirmiş, sayfalarca çeviri bedeli de borçlu kalmış olurdu.. yüzlerce film senaryosu yazdı yeşilçama.. bunların tümünün adını bile bilmez, filmleri de görmemiştir..’

TEZER ÖZLÜ

‘ESKİ BAHÇE – ESKİ SEVGİ’ , YKY Yayınları, 119 sayfa, Mayıs 1993..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

DELİ SINIR

Yetersizlik diyorum

Aşk yetersizdir alkol yetersiz

İş yetersiz oyun yetersiz

Bıçak çekse de kalem tutsa da

Sağ el yetersizdir diyorum

Sol el yetersiz

Nokta yetersizdir çizgi yetersiz

Yetersiziz efendim

Yetersizsiniz

Yetersiz

 

J. PRÉVERT

Çeviri : HAYALET OĞUZ (OĞUZ HALÛK ALPLAÇİN)

Seçilmiş Hikayeler Dergisi, Temmuz 1955

‘O Pera’daki Hayalet’ , Hazırlayanlar : Sezer Duru, Orhan Duru, YKY Yayınları, 161 Sayfa, Mart 1996..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

SEVDALI RAKI -1-

Bir hafta içiydi, sanırım günlerden çarşamba ya da perşembe. Çıkasım geldi kadıköye. Her zaman içtiğimiz bara salına salına giderken, sokağa taşmış masalardan birine yöneldim. Tentenin altında karanlıkta kalmış 2 sandalyeli yalnız bir masa. Nedendir bilinmez oturdum, bekleyenler olmasına rağmen. Oturdum biramı söyledim, bide canım çerez çekti, fıstık sadece. Biram geldi, ilk yudumu aldım.. masada gıcık olduğum o kendinden başka bir şeye   hayrı olmayan, sadece gözleri biraz aydınlatan ve benim de gözlerimi rahatsız eden o küçük mum. Sakin bir üfleyiş ile söndürdüm, rahatladım.
Sigaramı yaktım, nefes çektim, garson geldi mumu yaktı. Sinir bir vaziyet. Tam üfleyeceğim yine, karşı masada onunla göz göze geldim. 1-2 saniyelik bakışlar güzeldir, yine üfledim muma kendimi karanlığa gömdüm. İnsan bazen görülmeyip görmek ister, benimkisi de öyle bir şeydi  işte. Dedim ya tentenin altındaydı masa, nedendir bilinmez birisinin tenteyi açası geldi. Açılan tentenin üstünden mumdan da beter bir ışık süzmesi geldi yüzümü tokatladı. Öyle mal mal ne yapacağımı düşünürken, yine onunla göz göze geldim. BU sefer diğer arkadaşı da bakıyordu fısıldayarak. Dedim ya göz göze gelmek güzeldir hele bir de arkadaşı ile fısıldaşıyorlarsa… Neden sonra tentenin üstündeki ışık soldu ve bitti ve ben yine rahattım İkinci biramı yarılamıştım ki karşı barın hafifçe aydınlattığı masama bir gölge düştü. İsteksiz kafamı kaldırdım gülen bir yüz elinde rakısı ile karşımda duruyor. BU göz göze gelmenin güzelliğinden daha başka bir şeydi. O oturdu masama gülümseyip kendini davet ettirerek. Rakısından bir keyif aldı, kibritini çakıp mumu yaktı. Hani o kendinden başka bir şeye  hayrı olmayan, gözleri aydınlatan mum ilk defa bana bu kadar cömert davranmıştı. Bilirsiniz o mumun ışığı rüzgardan hafif hafif sallanır ya işte o salıntı O’nun gözlerinde dans eder gibiydi, ışıl ışıl.
10-15 dakikalık sohbet sonrasında ben öyle dalmış gözlerine bakarken, bana dedi ki Öyle Sevdalı Durma Rakı Doldur. Rakı doldurmak istedim tabi ama ben ne zaman dışarıda rakı içsem sarhoş olurum. Derken arkadaşlarının o gereksiz seslenmesi ile sohbetimiz son bulmak üzereydi ve tam kalkacakken, ben gitme diyemedim, O gitti masasına. Mumu söndürdüm. Neyse uzatmayayım, bir süre daha oturduk o karşıda ben onun karşı masasında. Hesabını aldı, kalkarken el salladı, ben arkasından bakarken birden döndü arkadaşlarına baktı ben ona baktım, ben arkadaşlarına baktım, onlar bana baktı. O geldi yanıma gülümsedi yine gözleri ışıl ışıl.Yarın dedi.Yarın akşam burada olacağım.Ve bir dal sigara bıraktı masama.
Sanırım 7 yada 9 dakika daha oturdum, biramın dibindeki son yudumu aldım kalkıp salına salına yürüdüm yolumun devamına. O hep içtiğimiz mekana girdim, bara oturdum. Bardaki arkadaşım ‘umut 50’lik mi’ diye sorunca birden duraksadım ve dedim ki ‘bana bir rakı doldur ama sevdalı olsun.’ O tek dal sigarayı da yaktım sevdalı rakımın yanına derin bir nefes çektim yarına dair.

Sonra ne oldu biliyor musunuz?

Sarhoş oldum.

‘UMUT’

900. Yazı ‘Asghar Farhadi’ ve son filmi ‘Bir Ayrılık..’ için..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(asghar farhadi, ‘elly hakkında’nın çekimlerinde..)

 

‘iran sinemasına dalalı epeyi uzun süre oldu.. giren çıkamıyor.. izlemediğim film ve yönetmen kaldı mı diye düşünürken o okyanusun içinde sadece elimin uzanabildiği yerlere ulaşabildiğimi, daha atılacak çok kulaç olduğunu fark ediyorum..

iran sinemasında son yıllarda keşfettiğim yönetmenlerden birisi de ‘asghar farhadi..’ çok geç oldu onunla tanışmamız fakat izlediğim ilk filmi olan ‘elly hakkında’nın ilk sahnelerinden itibaren çarpıp büyülemişti beni..

sağa sola sapmadan, dolambaçlı yollarda izleyiciyi yormadan hayatı olduğu gibi anlatıyor.. küçücük olayların insanların hayatında nasıl büyük olaylara ya da yıkımlara yol açabileceğini işliyor filmlerinde.. ufak bir yalanın, küçük bir ısrarın insanların hayatında geri dönülmez sonuçlara ya da felaketlere neden olduğunu kamerasıyla abartmadan işliyor..

ben açıkçası ‘elly hakkında’yı kaç kere izlediğimi buraya yazsam bazılarınız belki tamam bu adam sıyırmıştı ama artık tam kayışı koparmış diyeceksiniz.. ama bazı filmler vardır insanı kendine bağlar ve her tekrar izlenişinde yeni bir şeyler gösterir ya da sizinle bir gizini daha paylaşır ya işte benim filmlerin bazılarına kafayı takmamın en büyük nedenlerinden birisi de bu..

tabi ‘elly hakkında’yı bu kadar çok izlememin sebeplerinden birisi de ‘golshifteh farahani’nin filmde başrol oynaması ve onun müthiş oyuncuğunun etkisi de var.. herkesin zayıf bir noktası vardır.. benim zayıf noktam da ‘golshifteh farahani’, ne yapayım.. en kötü senaryoyu bile koparıp çok yükseklere çıkarabilecek kadar büyük bir oyuncu kendisi.. güzelliğini konuşmaya bile gerek yok zaten.. bu kadar keskinim ‘golshifteh’ konusunda.. neyse saymadım ama sanırım ‘elly hakkında’yı yirmi seferden fazla izlemişimdir.. belki daha fazla, bilmiyorum.. ve bugün de tekrar izleyebilirim, kim bilir..

ödüller benim için bir anlam ifade etmez ama ifade edenler için yazalım  ‘elly hakkında’ filmiyle berlin film festivalinde en iyi yönetmen ödülünü 2009’da kazanan ‘asghar farhadi’ bu sene de ‘bir ayrılık’ filmiyle berlin film festivalinde altın ayı ödülünü aldı..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

gelelim filme.. ‘simin’, kocası ‘nadir’ ile birlikte küçük kızları ‘termeh’i de alıp onun eğitimi için yurtdışına gitmeye karar vermişlerdir.. ancak ‘nadir’, babasının alzheimer hastalığı artınca onu bırakıp yurtdışına gidemeyeceğini anlar ve bu nedenle karısı ‘simin’le aralarında başlayan tartışmalar boşanma aşamasına kadar gelir..

filmimiz de zaten mahkemede boşanma davasında tarafların birbirini suçlaması ve kendilerini savunma sahneleriyle başlar..

kamera yargıç konumundadır.. böylelikle  yönetmen filmin başlamasıyla birlikte seyirciyi yargıç konumuna koyar.. seyirci yargıç konumunda iken artık bir soru bombardımanına tutulmaya başlar.. arka arkaya yağan sorular karşısında seyirci yargıç konumunda kim haklı diye karar vermeye çalışır.. çünkü seyirci filmin kahramanlarından daha fazla şey bilmektedir.. ‘simin’ mi haklı ‘nadir’ mi, yoksa ‘nadir’in babasına bakması için işe aldığı bakıcı ‘raziye’ mi.. ya da ‘raziye’ mi yoksa  kocası mı.. ve hepsinin arasında haklı olan kim.. bir açıdan bakıldığında ‘simin’ ve ‘nadir’in kızları ‘termeh’ de bizim açımızdan olaylara bakmaktadır.. kendisi için yurtdışına gitmek isteyen annesi ‘simin’ mi yoksa yurtdışına gitmekten vazgeçen  babası ‘nadir’ mi.. bakıcı ‘raziye’ ile babası ‘nadir’ arasında olan tartışma sonucu ortaya çıkan felakette kim haklı, babası mı yoksa bakıcı ‘raziye’ mi..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

bizim gibi aynı sorularla karşı karşıya kalan 11 yaşındaki ‘termeh’ çoğu sahnede bizim gibi kitlenip kalmaktadır.. burada bir şeye daha değinmek istiyorum, iran sinemasının itici motor güçlerinden birisi de hemen her filmde ki çocuk oyuncuların müthiş oyunculukları ve başarısıdır.. özellikle majidi, panahi ve kiarostami filmlerinde bu çok açıktır.. çocuk oyuncular filmlere oyunculuklarıyla çok şey katmakta iran sinemasında.. ancak bu filmde ki ‘termeh’ karakterini canlandıran ‘sarina farhadi’ bana biraz tutuk geldi.. onun sahneleri filmin kilit sahnelerinden olmasına rağmen film bazen o sahnelerde sanki takılıp kalıyor, film ağırlaşıyordu.. örneğin yine aynı filmdeki bakıcı ‘raziye’nin küçük kızını oynayan çocuk oyuncu harika bir oyun sergiliyor.. bilmiyorum belki ben yanılıyorum ya da ‘termeh’ karakterini ben çözememişimdir..

‘asghar farhadi’ sineması, yalın anlatımı esnasında olaylara ezilenler yönünden bakması da filmlerine değişik bir boyut katıyor ve anlatımını güçlendiriyor.. ezilenler dememin sebebi şu, sadece sınıfsal açıdan bakmıyor problemlere.. sınıfsal baskılar dışında kadın-erkek eşitliği, baskıcı rejimlerin insanlar üzerindeki dini, ulusal baskıları gibi konulara da çok güzel yaklaşıyor.. ajitatif söylem yerine yalın, net bir şekilde sorunu, eşitsizliği, baskıyı size gösteriyor ve ne yapmalı diye soruyor..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

örneğin filmin en vurucu sahnelerinden birinde olan bakıcı ‘raziye’nin baktığı ‘nadir’in çok yaşlı  babasının altını kirletmesi üzerine ‘raziye’nin tıpkı bizde olduğu gibi ‘alo fetva’ benzeri bir hattı arayarak mollanın tekinden bu yaşlı adamın altını temizlemesinde dini bir sakınca var mı yok mu diye soruyor.. artık çocuğa dönüşmüş bir ihtiyarın altını temizlemek için ‘raziye’ üzerindeki müthiş dini baskı nedeniyle mollanın tekini arayıp ondan izin almak gereğini duyuyor.. mollanın şu cümlesi insanın kanını beynine sıçratıyor : ‘yaşlı adamın altını değiştirmenin acil bir gerekliliği var mı..’ yani ‘nadir’in babası ihtiyar amcamız saatlerce üzerindeki idrarıyla kirlenmiş elbiseleriyle oğlunun işten gelmesini bekleyemez mi acaba diye soruluyor.. temizlik imandan gelir biliriz biz ama molla efendi, çocuğa dönüşmüş ve çoğu hareket yetisini kaybetmiş ihtiyarın altının temizlenmesinin acil olup olmadığını sorguluyor.. alacaksın o molla ve onun gibi düşünen zatı muhteremleri foseptik çukurunun yanına bağlayacaksın, ayakları o çukurun içinde bir gün değil sadece iki saat oturtacaksın bakalım ne düşünecekler.. ya da ellerini kollarını bağlayarak günlerce kendi pislikleri içinde kalmalarını sağlayacaksın ki belki insanlıklarını hatırlarlar.. en insani olayda bile dini, milliyetçi ya da baskıcı bir unsurun devreye girip insanlığa ket vurmasına neden izin veriyor insanlar hiç anlamıyorum..

‘simin’ ile ‘nadir’in boşanmasında da aynı problemler ortaya çıkıyor.. hakime, kızı ‘termeh’in daha iyi şartlarda, daha iyi bir eğitim alması için yurtdışına gitmek istediğini söyleyen ‘simin’e hemen hakim çıkışır ve ne demek istediğini sorar, yoksa iran kötü bir ülke midir, yaşam şartları kötü müdür, yönetim kötü müdür.. en ufak bir muhalif sese izin yoktur, devleti ilgilendirmeyen bir boşanma davasında bile devlet höt zöt eder, sopayı gösterir hemen..

asghar farhadi’nin ‘elly hakkında’ adlı filminde özelikle kadın-erkek eşitliği bakımından yaşanan problemler nakış gibi işlenerek anlatılmıştı.. ve tipik asghar farhadi filminin özelliği olan olay örgüsünün gelip bir yerde tıkanmasıyla devreye giren şiddet sorunları kendince bastırmaya başlıyordu.. ‘elly hakkında’ adlı filmde başlarda laylaylom eğlenen dört beş çiftimizin bir olay nedeniyle aralarında başlayan gerginlikler erkeğin kadına şiddetiyle hemen sonuçlanmıştır..

yine ‘bir ayrılık’ filminde bakıcı ‘raziye’ evindeki maddi sorunlar nedeniyle kocasından gizlice ‘nadir’in babasına parayla bakmaya başlar.. evinin geçimine katkı sağlamak, kocasının alacaklıları karşısında biraz evini rahatlatmak isteyen ‘raziye’nin kocası bu durumu öğrenir öğrenmez ‘raziye’ye şiddet uygulamaya başlar.. ‘raziye’nin suçu kocasından gizli çalışması değildir, ‘raziye’nin suçu bir erkeğe bakmasıdır.. hem de bu erkek, artık bir çocuktan daha bakıma muhtaç, hareket yetilerini yitirmiş bir insandır.. ama aslında ‘raziye’nin yaşaması, nefes alması suçtur.. filmde ‘raziye’ hem kocasından şiddet gördüğü gibi bir de ‘nadir’in bir anlık öfkesinin sonucu ‘nadir’den de şiddet görür ve hayatında büyük bir kayıp yaşar..

işte hem iran özelinde hem dünya genelinde toplumsal sorunlarımızı sade, yormayan bir dille anlatan ve genellikle filmlerinde müzik öğesinin pek bulunmadığı asghar farhadi yine bize ders niteliğinde bir film sunuyor.. usta yönetmenliğinin yanı sıra başrol oyuncuları   ‘peyman moaadi’ (nadir), ‘leila hatami’ (simin) ve ‘sareh bayat’ın (raziye) oyunculukları da filmi bir başyapıt olma yolunda yukarılara taşıyor.. özelikle ‘nadir’ rolündeki ‘peyman moaadi’nin oyunculuğunu takip ediyorum birkaç filmden beri.. hep yükselen bir grafiği var.. en son ‘elly hakkında’ filminde onu izlemiştim.. burada oyunculuğunu daha da üst seviyelere çıkarmış durumda.. sanırım ‘golshifteh’ gibi onu da vazgeçilmezlerim arasına koyacağım yakında..

123 dakikalık uzun ama su gibi akan bu filmi mutlaka izleyin derim ve bulabiliyorsanız ‘asghar farhadi’nin diğer filmlerini da bulup izleyin.. yoksa çok şeyden mahrum kalacaksınız bilmiş olun..

gülüşünüzle kalın..’

 

Crockett..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Filmin Künyesi :

 

Yönetmen : Asghar Farhadi

Senaryo : Asghar Farhadi

Oyuncular :

Peyman Moaadi – Nadir

Leila Hatami – Simin

Sareh Bayat – Raziye

Shahab Hosseini – Hoca

Sarina Farhadi – Termeh

İran – 2011 –  Farsça

123 Dakika..

 

‘yürüyüşçü bir terslik insanıdır..’ – David Le Breton

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘adımlar sessiz ve rahattır, törensizdir.. yürüyüşçü her zaman beklenmedik bir anda gelir, varlığını hiçbir ses haber vermez. beklenmedik ya da sıradan sahnelerle karşılaşır.. uyuyan ya da son derece hareketli köylerden bir hırsız gibi geçer.. çocuklar oynar, köpekler ona bakar, meraklı bakışları belli eden perdeler titrer pencerelerde, erkekler ve kadınlar bahçeleriyle uğraşırlar ya da tarlalarda çalışırlar, ağaçları devirirler.. o geçerken sesler kesilir bir an ve dikkatlerin kendisinde toplandığını sezer.. şaşıran yerleşiklerin merakı yürüyüşçünün suskunluğunu ve ağır başlılığını bozar.. dumanı kokusunu uzaklara yayan bir çiftlikte tavuklar yemlenir, ahırlar sessiz bir hareketlilik izlenimi uyandırır, elinde süt tenceresiyle bir çiftçi görülür, ipe asılı çamaşır rüzgarda şaklar..

camilo jose cela, taracena’ya varır ve kimseyi bulamaz orada.. ‘sıcakta öğleden sonra saat dörtte, sadece düş kırıklıkları içinde, birkaç kayısı çekirdeğiyle oynayan bir çocuk var.. yerde sürünen oku, katırları koyuverilmiş bir araba daracık bir yerde, güneşte kavruluyor.. birkaç tavuk bir gübre yığınında yemleniyor.. bir evin ön tarafına asılmış, yıkanmış, kartonu andıran ve kar gibi parlayan sağlam ve sert gömlekler kuruyor..’ (cela, 191)

laurie lee hasat toplayan köylülere rastlıyor.. ‘yanlarına vardığımda, dikiliyorlardı ve bakıyorlardı ve ben bir şey söylemeden geçip gidiyordum yanlarından.. kimi zaman da kollarını kaldırıp selamlıyorlardı beni ve güneşin yaktığı ellerinde, kıvrık ve ışıl ışıl parlayan, altıncı bir tırnak gibi oraklarını gördüğümü sanıyordum..’ (lee, 1996) yürüyüş paylaşılmış ya da gizli bir sürprizler dünyasıdır, insanda bir yaşama şaşkınlığı doğurur ve zamanın kırılganlığından bir kırıntı yakalama olanağı verir..

yürüyüşçü bir terslik insanıdır, gündüzleri yol alsa da sembolik olarak görünmez, sessiz bir gece yaratığıdır, tüm aydınlık silinir onda.. kendi adımlarının yolunu yaratmak için bilinen yerlerin yanından dolaşmak, kalabalık yollardan kaçmak toplumsal bir gereklilik getirir.. yürüyüşçü küçük aralıklar, iki-aradalar insanıdır, ters yollara girmesi onu bir karşıtlar birliği içine sokar : hem dışarıda hem içeride, hem burada hem oradadır.. bazen rastgele, kamusal alanların dışında bulunanların kişisel hikayelerine dalar çünkü onlar çok yalnız, çok çekingendirler.. ve böylece yol iyi ve kötü sürprizlerini dağıtır.. sürekli yabancı olan yürüyüşçü iki akşam üst üste aynı yerde değildir.. bir akşam kurmuş olduğu ilişkiler ertesi gün sıradan anılara dönüşür.. yürüyüşçü bedeninin ve soluğunun ölçüsünde yol yaratır; uyumak için de, beslenmek için de, yürümek için de kimseye hiçbir şey borçlu değildir, yol arkadaşlarını seçer ve keyfine göre bir yalnızlık içine dalar..

‘beni yürümeye iten çok önemli nedenlerden biri bazı meçhul rastlantılarla karşılaşmak, her gün beklenmedik, farklı ilişkiler kurmak, sonuç olarak tutkulu ve de cesaret kırıcı bir deneyim içinde yaşamaktır : sürekli yabancı olmak, görünüşe göre değerlendirilmek, kabul edilmek ya da reddedilmek, bir yolda, bir kafede ya da bir çiftlikte bir anlık bir konuşma sırasında kim olduğunu, ne olduğunu açıklamaya çalışmak..’ (lacarriére, 1977)

boş ve dar alanlarda, ara yollarda dolaşmak aynı zamanda gerçek ve simgesel anlamda yolların yan yanalığını, sadece bazı izleri kalmış sessiz dramları da açığa çıkarır..

werner herzog, bir gün, bir ırmağa atılmış, neredeyse yepyeni bir bisiklet bulmuştur.. bir cinayet ya da bir kavga, bir tartışma, kimsenin sözünü etmediği o yöreye mahsus bir trajediden kuşkulanarak, uzun uzun düşünür..

sapma, yadırgatıcı durum, bir terslik çoğu zaman çekingenlik, hatta düşmanlık doğurur ve sözgelimi arabasız bir gezgin gören jandarmalar endişelenerek, gayrete gelirler.. birkaç yıl önce vézelay’den hareket ederek compostela’ya doğru yürüyen pierre baret ve jean-noéel furgand kötü bir deneyim yaşamışlardır bu bağlamda.. dokuz kez aranıp, sorguya çekilmişler ve yolda yürüyen sırt çantalı ve arabasız bu iki kişiden kuşkulanan ve kimliklerini gizleyen birtakım insanlar tarafından sık sık ihbar edilmişlerdir.. (baret, furgand, 1999)

paradoksal bir biçimde, başka bir yerden gelmek ve bir yerden sadece geçmek dilleri çözer ve anında ilişki kurmayı kolaylaştırır.. tanınmamak ve en fazla birkaç sat içinde herkesin uzaklarda olacağını bilmek, görüşme isteği konusunda cesaretlendirir insanı : sadece konuşma ve küçük yardımlaşmalar, birlikte bir yudum su ya da şarap içme, bir dillim ekmek ya da yöredeki küçük bir lokantada yemek yemek değil, yolun kısa bir bölümünü bir yük arabasında ya da bir traktörle, mümkün olursa bir arabayla -yürüyüş etiğine küçük bir saygısızlık- kat etmek.. aynı çeşmeden ya da dereden su içmek, sabah çiyine doymuş çimende, yıldızların altında geceyi birlikte geçirmek, bir derede birlikte yıkanmak.. bunlar hiçbir sakıncası olmayan ama silinmeyen anılar bırakan yürüyüşçülerin geçici kardeşlikleridir..’

DAVID LE BRETON..

‘YÜRÜMEYE ÖVGÜ’ , Çeviri : İSMAİL YERGUZ, SEL Yayıncılık, Temmuz 2003,143 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

CAN YÜCEL

Aynalar insan değil

Aynalar insan

Hem de ikisi

Hem insan hem ayna

İster manhattan’ın doğu yakasında

İster boğaz şehrinin kumkapı’sında

Herkes yalanları söyler

Doğruları söyleyerek

Ama herkes

Yeni rakı masasındaki sarhoş ağızlar bile

 

ALLAN GINSBERG

19.06.1990

Çeviri : CAN YÜCEL

‘Gece Vardiyası’, PAPİRÜS Yayınları, Ocak 1993, 111 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Masal

Her masal gibi

Bir gün, küçücük ama hayalleri kocaman bir çocuk dünyaya gelmiş. Doğumuyla birlikte, çiftçi olan babası onun adına bir ağaç dikmiş. Çocuk büyürken, ağaç hayallerini süslemiş. Ağaç meyve vermeye başlamış, çocuk o yılın güzel geçeceğine inanmış. Meyveleri toplanırken defalarca teşekkür etmiş, kırılan her dalı için de özür dilemiş. Bahçeye her gidişince saatlerle sohbet etmiş onunla, hayallerini anlatmış, isteklerini söylemiş, her anını paylaşmış. Ama o kadar akıllıymış ki çocuk,  sesli konuşmaktan sakınmış, yanlış anlaşılmaktan korkmuş, hayallerini içinden konuşarak iletmiş ona…

Yıllar birbirini kovalamadan, ağaç meyve vermekten vazgeçmiş, çocuk üzülmüş… Babası çocuğun üzüldüğünü görünce ağacın yıllık bakımını yapmaya devam etmiş. Bahçedeki bütün ağaçlardan daha büyük, daha sağlıklı olmasına rağmen, ağaç meyve vermemekte ısrar etmiş.  Çocuk defalarca konuşmuş onunla, meyve vermezse kesileceğini söylemiş. Kesilince hayallerinin kaybolacağına inanmış çünkü.  Bütün mevsimler  geçmiş, çocuk babasının gözlerinde yaşamın sonunu görmüş…

Yaşamın sonu, çocuğun hayallerini silmiş,  yerine gerçekleri koymuş. Çocuk büyümüş, büyümüş, büyümüş… Büyüdükçe hayalleri yok olmuş… Her şey silinmeye yüz tutmuşken, ablası  masallar anlatmaya başlamış çocuğa. Peri kızlarını, doğaüstü varlıkları o anlarda tanımış çocuk. Masallar maddelerin gerçekliğini silmiş, düşsel varlıkların imgelerini yaratmış.  Maddeler ve doğaüstü varlıklar. Masallar hayallerini süslemiş, uyumuş…  Ablası masallar anlatmayı bırakmış, çocuk uyanmış. Büyümüş, büyümüş, büyümüş…

Büyüdükçe hayallerini silmiş, yerine gerçekleri koymuş… Çocuk büyümüş, büyümüş, büyümüş… Doğanın ritmi, ahengi onu şaşırtmaya başlamış. Her varlığın sesi, sanki bir parçanın notaları gibiymiş. Elmanın gökten değil de ağaçtan düşmesini izlemiş, düşerken çıkardığı ses hayallerini süslemiş. Yürürken çıkardığı sesler, doğanın ritmiyle karışınca çocuk gülümsemiş. Hayalleri seslerle ritim kazanmış. Tohumun filizlenmesini, buğdaydan bulgurun üretilmesini izlemiş. Her yok oluşun yeni bir başlangıç olduğunun farkına varmış.  Babasının gözlerindeki yaşamın sonu,  yeni bir fidanın var olmasını sağlamış. Fidan büyümüş, meyve vermiş, çocuk yemiş ve gülümsemiş.

Çocuk büyümüş, büyümüş, büyümüş…

‘Siyah’