Archive for Ekim, 2011

Ressam Berna Gülbey Derman’ın “Saklı Beden”leri

Sanatçının zihnimde canlandırdığı duygu, bana çok önceden izlediğim bir filmi hatırlattı. Filmin bir karesinde nesnelerin kendisi olma eğilimi içinde olduğunu vurguluyordu. Ve aniden poşetle rüzgarın dans ettiği kare gözümün önünde beliriverdi.

Sanatçı nesneleri betimlerken, onları kendi içinde yalnızlığa itiyor; aynı zamanda her an hayat bulacaklarmış gibi bir izlenim veriyordu izleyiciye. Derin bir yalnızlık duygusu uyandırıyordu insanda.  Bedenin ötesindeki ruh, nesnelerle şekilleniyordu sanki. Her nesnenin kendine has güzelliğini ve varoluşunun anlamını sunuyordu.

Sanatçının kıyafetlerinde bedenler yoktu ama izlerini taşıyordu. Nesnelerin iç dünyasına yolculuk yaparken bedenleri saklıyor ve belirsiz, kırılgan anlamlar yüklüyordu. Nesneleri kimi zaman bir askıda, kimi zaman boşlukta sergileyerek maddelerin mahremiyetini ortaya koyuyordu. Nesnelerin duruşu, sanki değişen insan figürlerini barındırıyordu içinde. Hem kendi içinde yalnız hem de bir o kadar kalabalık…

‘Siyah’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

190. yaşında Dostoyevski’yi Okumak

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“İnsanoğlu kendini feda etmekte bulduğu mutluluğu başka hiçbir şeyde bulamaz”

İnsan hayatının okuma evrelerinde birilerini keşfetmiş olma dönemleri vardır. Dostoyevski bir çok okurun bu anlamda eşik noktasıdır. İnsan hayatının en önemli tarihlerine denk düşer. Tüm kitaplarında kaybolmanın ve kendini bulmanın hazzını yaşadığımız yazar’a yakından bakalım.

Fiodor Mihayloviç Dostoyevski, 1821 yılında Moskova’da doğdu. Ailesini genç yaşta kaybeden yazar, Petersburg Mühendislik Okulu’nda okudu. Oldukça hareketli bir o kadar da zor bir yaşam geçirdi. Rusya’nın ancak sosyalizmle kurturabileceğine inanan Petraşevski grubunda yer alması nedeniyle Çar 1. Nikola tarafından Sibirya’ya sürgün edilmişliği vardır. Budala kitabında Sibirya’yı çok iyi tanımlamasının altında bu gözlemlerinin ve o dönemdeki yaşayışının etkisi görülebilir.

Büyük rus Dostoyevski; insanların birbirlerini tanıması için en iyi zaman, ayrılmalarına en yakın zamandır der; psikolojik tahlillerine genelleme yapabileceğimiz durumlarının özetidir bu. Suç ve Ceza’da Sonya ile gerçekleşen birçok diyalog bu tahlilinden izler taşımaktadır. Hatta bazı karakterleri psikoloji bilimi için örnek olarak kullanılmıştır.

“İnsan yaşamayı ve yaşamamayı aynı şey diyekabulettiği zaman hürriyete kavuşur.”  tespitine dayanarak yine aynı kitaptan ölmeyi hak ettiğini düşündüğü tefeci kadın’ı öldürmesi ile varolan yaşantısının sınırlarında hayatını devam ettirmeyi seçmesi’nde onu haklı bulup bulmamak ayrı bir tartışma konusu.

“Rahatlıkla mutluluk olmaz. Mutluluk acıyla elde edilir, insanoğlu hayata mutlu olmak için gelmemiştir.” tanımlaması da modern insanın tüm gayretlerini bu mutluluk kavramı üzerine inşa etmesinin yanılgısını öne çıkarıyor.

“Bir insan umudunu yitirir ve amaçsız kalırsa, sırf can sıkıntısı bile onu bir hayvana çevirebilir. “ Günümüz zihniyetiyle aynı anda birden çok performans sergileme çabasında olan özellikle memleketim gençliği için de aynı cümleyi telaffuz etmek mümkün. Kariyer hedeflerinin gölgesinde insanı birçok kavrama mesafeli duran gençliğin malum sonucu da budur.

190. yılına tekabüledenbu zamanlamada Dostoyevski hakkında bir şeyler okuma isteği içerisindeysiniz şayet; Stefan Zweig’in Üç Büyük Usta kitabı önerilir. Kitapta anılan diğer iki romancıdan biri de Dostoyevski’nin hayranıyım dediği Balzac’tır.

‘HERDEM’

DEĞİŞTİ

Dili çözüldü zamanın, yaşanan her an dile geldi

Hesabı kesildi acının ve hayatın akışı umudun gölgesine yerleşti

Soyu tükendi hakikatin, çünkü her gerçek sihirli bir masala evrildi.

Her söz günaydın kadar güneşliydi, ve her gece sıcak bir ev gibi huzurlu.

Şimdi her şey bir başka akışa yürüyor, eteğine yapışmış acı, tutku, özlem, kavga, inat, umut, ayrılık çocuklarıyla,

Ey yürek!

Geliyorum ardından dört nala,

Sabırla seni beklemekteyim, şakaklarımdaki beyazları seriyorum yollara izimi yitirmemek için

Ben uzun zamandır böyle kayıp, böyle garibim

Şimdi kapısını çalıyorum bütün keşkelerin, son bir helallik için

Anne!

Dönmezsem bana kızma, belki yeniden doğurursun beni ben yitirirsem kendimi

Anne!

Bırak beni gideyim, ayağım bilmediğim asfaltlara değsin, toza bulansın her yanım

Dizim kanasın acı çekeyim, ağlayayım, kaybolayım, üzüleyim, kavga edeyim, heyecanlanayım….

Sana yıldızların ışıltısıdır yüreğimden akıttığım, ve bütün benliğimi saran

Bir de en büyük merakım uyurken yüzünün aldığı şekil

Ve sen arama boşuna ben yoldayım şimdi

O başka varoluşa, o büyülü ana ve sana…

‘TOPAL KUŞ’

hâlâ onu okumamışlar için : MARTI JONATHAN LIVINGSTON…

‘Yaşlı Kurultay Başkanı: “Martı Jonathan Livingston”, dedi.

“Martı Soydaşlarının bakışları altında, utanç adına ortaya çık.”

İşte o an, kaynar sular döküldü başından  aşağıya. Dizlerinin bağı çözüldü, tüyleri sarktı, kulakları uğuldadı. Utanç adına ortaya çıkmak? Hayır olamaz! Ya Devrim! Anlamıyorlar! Yanılıyorlar… Yanılıyorlar!
“… bağışlanmaz bir sorumsuzlukla” diye diye yankılandı o törensel ses, “Martı Ailesinin gelene­ğini ve saygınlığını sarsarak…”
Utanç adına ortaya çıkmak, martı toplumun­dan dışlanmak ve Uzak Kayalar’a tek başına sürgün edilmek anlamına geliyordu.

“…bir gün, Martı Jonathan Livingston, so­rumsuzluğun zararını anlayacaksın. Yaşamın sır­rına erilemez. Yegâne bilinen, bu dünyaya yemek ve olabildiğince çok yaşamak için geldiğimizdir.”

Bir martının Kurultaya karşı yanıt hakkı kesin­likle yoktu ama Jonathan’ın sesi yükseldi. “So­rumsuzluk mu? Ama kardeşlerim!”diye haykırdı. “Yaşamın anlamını, daha yüce bir amacını bulan ve ona ulaşmaya çabalayan bir martıdan daha so­rumlu biri olabilir mi? Binlerce yıldır balık kafaları kovalayıp durduk, ama şimdi bir yaşama nedeni­miz var öğrenmek, keşfetmek, özgür olmak! Bana bir şans tanıyın, size buluşlarımı gösterme fırsatı verin…”

Sürü, taş kesilmişti sanki.

“Kardeşlik öldü” diye haykırdılar hep bir ağız­dan ve hep birlikte ona sırtlarını dönüp kulaklarını tıkadılar.’

‘Martı Jonathan Livingston’ – RICHARD BACH

Fotoğraflar : Russel Munson , Çeviri : Kader Ay Demireğen , EPSİLON Yayınları, 2011, 96 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ölüyken yaşıyor gibi yapanlara…

ben darma dumanım.. dumanlarını yutmuş ve kendi içinde boğulan bir kaya parçası yutmuş gibiyim.

yüreğim yok.. gözüm yok.. ellerim.. mevsimim yok.. rengim yok.. sen yoksun.. insanlar yok…
burası neresi peki, sevgili.. bu yaşam nerenin yaşamsızlığı da sığdıramadık kendimizi bu kareye bak gene olmazlarımı koyup çantama sana geldim.. sana ve sensiz olana her şeye geldim.
içimin yakarışları da bitti sonunda…

karmakarışık bir halde tam bir hiçliğin içindeyim. ve hiç gibiyim savruluşlarında. dilim peltek peltek bir sevdanın ağıdını mırıldanıyor. ve sen gene duymazlarda safran sarısı bir sonbahardasın.
sonbahar demişken yokluğunun varlığını beklerken, ilk kez göz göze geldiğimiz o sarı ve yeşilin her tonunu dallarında barındıran ağaçları düşledim şu an. elimi uzattığımda bana, mevsimin güz dolu bir yalnızlık olduğunu haykırıyorlardı. oysa benim ve bizim gibilerin hazanı güz olur ve yalnızlık mevsimi bitmez.. kendi kendimize mırıldandığımız o senfoni hiç susmadı sevgili…

sen ne zaman geldin de gittin, diyorum. ne zaman aşık oldun yokluğumu da ben hala bensiz bir bedene sarılmana ağlıyorum bu olası cinnet yağmurlarında. kahrım büyük sevgili, yalnızlığım gibi, ya da sen gibi.. donmuş bir yürekle ve donmuş bir mevsimin içinde kalmış bir ruh, nasıl olur da devam eder yaşama, nefes alması mümkün olur mu.. bunları düşünüyorum ve  bu düşüncelerin içinde boğuluyorum.
ağlamaklı mıyım, yoksa ağlıyor muyum bilmiyorum. bildiğim sana gelirken sonu gelmiş bir uçurumdan kendimi aşağı bıraktığım.. diyor ki bana yüz yüze geldiniz ama, yürek yüreğe gelemediniz. yürek yüreğe gelemediyseniz, gerisi hikayedir, mavi. öyle dedi ve sus oldu yağmura soyunan adam. evet sonu gelmiş bir masal oldu bizimki ve bıraktım ruhumu boşluğa..ruhum acıyor ya da öyle olduğunu hissetmek istiyorum. öyle olsun ki bu amansız, hissiyatsız duygulardan ve bu bunaltılardan çıkayım.. çıkmak istiyorum.

dokunsan ağlayacak gibi değil, ölecek gibiyim.. bir yerlerim kanıyor gene durmaksızın. midem bulanıyor. Durmadan midem bulanıyor ve kusmak istiyorum. yuttuğum bu yaşamları kusmak istiyorum. kusup yeni yaşamlar var etmek  için.. yuttuğum yaşamları kusmak istiyorum ki, ölümler kalsın bana.. ölümler kalsın bizim gibi yaşamın tam zıtlığında zıt olan bu aylaklara. ölüyken yaşıyormuş gibi yapanlar işkencelerin çarmıhında oluyor ya, işte öyleyim. sonsuzluk içinde bir son olmaz bu işkence hep sürmeye devam edecektir..

bana iş

ken

ce

ler

var

eden bir sevgilinin izdüşümsel satırlarındayım..ve hala bitmedi şiir…

‘Mavinin Çığlığı’

tepelere doğru tek başına didinmek bile bir insan yüreğini doldurmaya yeter…

bazen öyle çaresiz, çıkışsız kalırız ki.. hiç bir yol yoktur ..  bir kısır döngü içinde gider geliriz..  tutunamayız.. nefes alamayız.. ama bütün bu yoksunluğun  içinde yine de bir an gelir yaşamaya alışırız.. sanki bu kendiliğinden olur.. sanki zamanla daha da güçlenir bünyemiz.. direncimiz artar.. belki farkındayız belki  değiliz ama güçlenmenin ilk eylemi sanırım durumu kabullenmekle başlıyor..  yani direnmenin ilk şartı kabullenmek.. bazıları bunu sevmez.. yenilgi gibi görür. tam tersine benim için kabullenmek, yüzleşmek olumlu bir şeydir.. güçlü kılar  ve acıyı hafifletir.. ama bu kabullenişin devamında   mücadele ve direnmekte olmalıdır yine de.. bezginlik başladığı anda yenilgi de kaçınılmaz olur yoksa..

efsanevi mitolojik kahraman  sisyphos’un  kayasını her gün tepelere yuvarlamaktan vazgeçmediği gibi.. ertesi gün aynı yerde bulacağını bile bile.. zamanla kayasından daha güçlü hale geldiği gibi.. bu anlamsızlık içinde bile yaşam üstün gelmiştir..

işte bu hazin durum bana  çok kahramanca gelmese de üzüntü verse de,  çok değil, azıcık derine inersek kendi çaresizliğimizle- kendi kaya’mızla yüzleşir, kalırız.. hiç bir farkımız yoktur bazen..

le mythe de sisyphe- sisyphos soyleni”  isimli denemesinde sisyphos’u anlamsızlığın bir simgesi olarak tanımlayan albert camus, insanın yaşamın anlamsızlığına ve tüm baskılarına rağmen direnmek zorunda olduğuna dikkat çeker ve sisyphos’u anlamsızlığı akıl ve bilinç gücüyle yenen insan kahraman olarak niteler.

sisyphos;

bir kayayı dağın tepesine çıkarmak, ardından taşın aşağı düştüğüne tanık olmak ve aynı taşı tekrar tepeye çıkarmakla cezalandırılmıştır, sonsuza kadar.. tanrılar tarafından lanetlenmiş, hiç bir kurtuluş ümidi olmayan sisifos, taşın düştüğü anlarda camus’a göre içinde bulunduğu durumun saçmalığını kavrar, uyanır ve kaderiyle yüzyüze gelir: sonsuza kadar sürecek bir işkence.. işte bu an, sisifos’un bilince kavuştuğu andır..
ne zaman olacağı belirsiz ve dayanaksız bir kurtuluş umuduna bel bağlamak yerine, bu işkencenin sonsuza kadar süreceği gerçeğiyle yüzleşen ve bu kaderini kabul edip aşağı inerek taşı tekrar yukarı çıkartmaya başlayan sisifos, en alasından absürd bir kahramandır artık.. bu boyun eğme değil, başkaldırıdır..

sisifos’un tanrılara karşı kazandığı bir zaferdir.. çünkü tanrılar, sonsuz bir işkence cezasıyla elinden tüm ümidini alarak ona kötülük yapmak istemişler, ümidini kaybeden sisifos ise, bu kaderiyle yüzleşerek ve uyanarak ümitsizlik ve anlamsızlık içinde  kendi kurtuluşunu  yaratmıştır..

aşağıdaki yazı  ise albert camus’nun can yayınevinden basılan sisifos söyleni adlı kitabından.. kitabı fransızca aslından tahsin yücel çevirmiş.. tahsin yücel, fransızca ‘absurde’ kelimesini ‘uyumsuz’ şeklinde çevirmiş..

sisyphos’u dağın eteğinde bırakıyorum! kişi yükünü eninde sonunda bulur. ama sisyphos tanrıları yadsıyan ve kayaları kaldıran üstün sadıklığı öğretir. o da her şeyin iyi olduğu yargısına varır. bundan böyle, efendisiz olan bu evren ona ne kısır görünür, ne de değersiz. bu taşın ufacık parçalarının her biri, bu karanlık dağın her madensel parıltısı, tek başına bir dünya oluşturur. tepelere doğru tek başına didinmek bile bir insan yüreğini doldurmaya yeter. sisyphos’u mutlu olarak tasarlamak gerekir.’

albert camus

‘hayatımızda ki tüm zorluklara ve kaya’lara rağmen yaşamaya devam etmek belki de kendimizi bağışlayabileceğimiz bir şeydir..’

sevgimle..

‘Taflan’

Hasta Parçacıklar – IV

“Denizyıldızı”

Müzik olanca iç yakıcılığı ile sesini yükseltiyordu. Bense kendimi hapsettiğim otel odasında elimde kalem ve etrafımdaki defterler kalabalığı ile uzayda değersiz bir zerrecik olarak  zaman ve mekan kavramımı yitirmeye çalışıyordum. Kafamdaki abuk sabuk fikirler defterlerin sayfalarında  uzunca bir süre uçuştuktan sonra  yazılamadan son buluyorlardı.  Uyuyamıyordum. Hafıza kaybım artmıştı. Bu kayıp hayatı umursama gereksiniminin azalmasından mı kaynaklanıyordu bilmiyorum . Belki de – hani siz bilmezsiniz ya nine kavramını…- babaannemdeki gibi gerçek bir hafıza kaybının erken başlamış şekliydi.

İnsanlara karşı davranışlarım değişmişti. Dışarıda sıcaklığı giderek artan havanın bir etkisi olabilir miydi acaba bu değişim? Doğru da olabilirdi pekala. Şehir gazetelerinde metronun  çok sık arızalanmaya başladığı , şehir içinde çok  fazla doğal gaz patlamaları olduğu  , yer altında  telefon hatlarının  çok daha sık değiştirildiği söylentileri artmıştı.

Bense sadece düşüncelerimin dağınıklığından  ve bunları gerçekte hiçbir yere koyamayışımdan rahatsızdım. Ne yapacağımı bilemez vaziyette kendimi günlük tekliflerle kandırarak  zaman kavramını öldürmeye çalışıyordum. Söz konusu teklifler  ise sadece kendime ait yönelmelerdi.

Son yazımı da karalarken uyuyakalmıştım. Dayanılmaz bir sıcaklıkla uyandım. Üzerimdeki örtüyü neredeyse hava almayacak şekilde  kucaklamıştım. Kendi ürettiğim ısı ile yanıyordum adeta. Kafamdaki boşluk dayanılmaz bir  hal almıştı.

Öğleden sonranın yıkıcı sıcaklığını yüzümde hissederek kapattım odamın perdesini.

İnsanlar Aralık ayında ki bu sıcağa anlam verebiliyor muydu acaba? Uzun zamandır dünya medyası ile  olan bağlantımı da kestiğimden bu konuda hiçbir  fikrim yoktu.

Ne yaptığımı bilmez bir şekilde elime geçen ne varsa büyük bavuluma doldurup büyük zorlukla fermuarı kapattım.  Küçük bavulum zaten ortalıkta yoktu. Sonradan küçük bavulumu beni terk eden eski kız arkadaşımın götürdüğünü  hatırladım. Bavulun içine kendi eşyalarını değil bana aldığı  ve hatıra olabilecek malzemeleri koymuş ve evinin bahçesinde  bana gönderdiği video kaydında ki “istese bana da aynısını yapardı” dedirtecek  bir hışımla yakmıştı.

Bunları hatırlamış olmak bile yeterince yorucuydu.

Arabamın sıcaktan arızalanmaması için arada durup kendime işeme molaları vererek  bir yerlere ulaşma şansımı artırmaya çalışıyordum.

*                              !                                     *

Ve otoyol tekrar altımda uzanmaya başladı her saniye yoldaki çizgiler üçer dörder yıldız gibi kayarken.

Nereye gittiğimi bilmiyordum. Arabam nereye gittiğini biliyor olmalıydı sanırım. Neler saçmalıyordum ben…

Havanın kararmasına yakın sıcaklık da düşmeye başlamıştı. Arabamın termometresi bu düşüşü nedense çok abartıyordu. Çünkü oldukça hızlı bir sıcaklık azalmasıydı bu. Cam buğulandı ben bunları düşünürken. Camı açıp dış ortamı gözlemlemek istedim. Hava gerçekten de çok soğuktu. Birden üşümeye başladım. Alıp verdiğim soluk pudra gibi üzerime düşmeye başlamıştı ve ben  tedirgin olmuştum. Bir yerlerde bir şeylerin sınırını geçmiştim sanki.-Sıcaklığın biterek hayatın soğumaya başladığı noktayı da bir hayli geçmiş olmalıydım- .

Karın bastırdığı noktada durdum. Dışarı çıkıp arabayı temizlemeye koyuldum. Cam silecekleri bir anda hızlanan karın ağırlığı altında  takılmışlardı.  Düzeltmek için bir süre uğraştıktan sonra elimin soğuktan yanmaya başladığını hissederek vazgeçtim.  Biraz ileride ki yol sapağının  uzantısında  belli belirsiz bir ışık seçiliyordu . Cesaretimi toplayarak arabamla oraya doğru ilerlemeye karar verdim.  Yol şimdiden bir karış kadar karla kaplanmıştı. Hükümetin  buz tutmayan ve  karın sürekli eridiğini iddia ederek tüm ülkeyi donattıkları asfalt hiçbir işe yaramıyordu.

Ara yola girdikten sonra uzakta bir çift çakır göz beni izlemeye koyuldu.  Kar beyazı olan bu ufak kurt arabamın peşinden gelmeye başladı. Biraz ileride  karşıma çıkan otelin köpeğinin ani havlamasıyla  ters yöne doğru kaçıştı.

İçeriden tek nefeste çalınan bir trompet solosu yükseldi kar sessizliğine doğru. Çok tatlı bir melodiydi. Uzun süredir ilk kez bir şeylerden zevk aldığımı duyumsadım.Sanki uzun zamandır arayıp da bulamadığım bir duyguya ulaşmıştım.

Kapıda  klasik hikayesel tanımlamalara uyan papyonlu , kısa boylu, şişman, saçları jöleyle kafasına adeta  ütüyle yapıştırılmış bir görevli belirdi.  Ya da en azından ben görevli olduğunu standart bir otel kapıcısının smokinli , karın içeri , göğüs dışarı duruşundan anlamıştım. “Otelimize hoş geldiniz!”, diye bağırdı rüzgarda sesini duyurmaya çalışarak ve  sırıtarak. Arabadan inerek arkadaki bavulumu alırken diğer yandan  görevliye hoş bulduk anlamında bir el selamı yolladım.  Zaten bu yoğun kar yağışında konuşmak da pek mümkün değildi. Hızla yanıma gelerek bavulu elimden aldı. “Şanlısınız. Otelimizde kalmakta olan yabancı kafile bugün gitti. Dolayısıyla sayısız oda seçeneğimiz mevcut.” Sanki beraber kalacakmışızcasına söylenmiş bu sözden rahatsız olarak, söylediklerine onay veren bir bakış fırlattım- ama hayır fırlatmadım sayın okuyucu. Evet böyle bir bakış istediği aşikardı ama bu konuda ne en ufak bir söyleşiye girişmek ne de bakış fırlatmak istemediğim için “Herhangi bir odanıza  en hızlı şekilde girip dinlenmek istiyorum. Oldukça uzun bir yoldan geldim.”, dedim. 

“Tabii ki!” dedi sevinçle ve sırıtarak. “Kayak takımlarınızı getirmemişsiniz. Ama dert etmeyin bizde onlar da var.”

“Az önce güzel bir müzik duydum. Kimdi o?” diye umursamazlığımı ortaya koydum. Kayağa ilgi göstermemem biraz moralini bozsa da çevreyle ilgilenmem  onu yine mutlu etmişti. “Herkes burada bir müzisyen olduğunu düşünüyor  ama sanılanın aksine  duyduklarınız sadece hava akımının yarattığı şeyler.”

“Şu karşıdaki yol nereye çıkıyor?”

            *                      !                      *

Karşıdaki yoldaydım. Görevliyi bavulumla baş başa bıraktıktan sonra  nereye çıkıldığını tam olarak bilemez vaziyette etraftaki ağaçlara bakarak  yolumu bulmaya çalışıyordum. Benden önce yolda yürümüş olanların kar ile ince temasları biraz olsun işimi kolaylaştırıyordu. Her ne kadar bu yola koyulmamın anlamsızlığını bilsem de yine de hedefe varma gereksinimi ağır basıyordu. Kendimi bulacağımı düşündüğüm yolda ilerlemek ne mutluydu oysa ki – yoksa bu cümleyi yazmak okuyucuya karşı bir zayıflık mıydı?. Ama yol kısmen de olsa bir tedirginlik de yaratıyordu.

Yol, kavislerle ne kadar  uzakta olduğunu kestiremediğim bir zirveye ulaşıyordu. Zeminde adımlarıma ayak uyduran kar hışırtısını dinlemek bile belki de tek amacımdı…

Ama bölgeye ulaştığımda duyduğum o müziğin kaynağını bulmalıydım.Yol boyunca kar ve buzun yer yer birbirinin yerine geçmeye çalıştığı  ve bu yüzden zaman zaman düşüp tekrar kalktığım süreçlerin sonunda tepe noktasına vardım. Ulaştığım noktada bir turist kafilesi oturmuş, odun ateşinin artık köz haline gelen ışıltısı  karşısında  sıcak şarap ile demleniyordu.

Daha yukarı çıkmak gerektiğini düşünerek tekrar yola koyuldum.  Yukarı doğru yol aldıkça sıcaklık giderek düşmeye başlamıştı. Buna karşılık havada tek bulut yoktu  ve yıldızlar hayatım boyunca hiç bu kadar canlı görünmemişlerdi. Hepsi birer kristal cazibesine sahiptiler. Zemindeki kar da aynı kristal ışıltısını yansıtıyordu. Gezegen belki de güzelliklerini her şeye rağmen  yani her türlü hoyrat kullanıma rağmen göz zevkimize sunmaya devam ediyordu.Bu görüntü karşısında çok da üşüdüğüm söylenemezdi. Yeryüzünün bu cömertliği akıldışıydı bana göre insansal yıkımdan sonra.

Her adımda biraz daha üşümeye başladım bunları düşünürken . Zirve bana giderek yaklaşırken bir yandan da uzaklaşıyor gibiydi. Aynı şey daha önce ıssız bir mekanda ayaklarımda paletler olmadan yüzerek birkaç yüz metre uzaktaki bir adacığa ulaşma çabam sırasında da başıma gelmişti. Sevdiğim kadın bir şekilde o tatlı bonesiyle olimpik yüzücülerin yüzme becerilerini uygulamaya çalışırken ben de karşı adacığa  ulaşarak buradaki el değmemiş kumsaldan  elde ettiğim bir deniz kestanesi ya da deniz yıldızını doğum günü hediyesi olarak O’na götürmek düşüncesindeydim. Sahilden adacığa doğru ilerledikçe benden kaçmaya çalışan bir dinozorun sırtı gibi sanki uzaklaşıyordu adacık. Yaklaşmaya çalıştıkça da dip akıntısının soğukluğu altında  ölüp kayıplara karışmanın  o anlık ilginç ve korku veren  sürecini yaşamaktaydım.  Ayağımda paletler olsa belki de birkaç dakikada alacağım yol için gereksiz bir maceraya atılmıştım. Bir süre sırtüstü yüzerek dinlenmeye ve böylece karşı kıyıya ulaşma şansımı artırmaya çalıştım. Suda ilerledikçe adacık daha da yakınlaşıyor ama çok kısa bir süre sonra bunun sadece bir yanılsama olup attığım kulaçlara rağmen olduğum yerde saydığımı anlıyordum.   Bir ara geriye baktığımda aslında mesafenin tam  ortasında yer aldığımı  ve artık geri dönmenin de bir anlamı olmadığını itiraf ettim kendime. Yola çıktığım kıyıda puantiyeli bikinisi içinde biricik sevdiğim  el sallayıp benim iyi olup olmadığımı anlamaya çalışıyordu. Elimi kaldırıp iyi olduğumu işaret etmeye çalıştım. Ama ikimiz de miyoptuk ve sevdiğim kız gözlük kullanmazdı. Buna rağmen beni fark etmiş ve rahatlamış olacak ki sudan çıkarak  sahilde o sırada komşumuz olan  yaşlı bayanla aramızda olabilecek olası bir evlilik sürecinin nasıl seyredebileceği ile ilgili konuşmaya başlamışlardı bile- bunu sonradan sevdiğimin o saatleri hatırlarken ki öfkeli bakışları altında ağzından kaçırdıklarından çıkarmıştım-

Soğuğun göz bebeklerimi dondurduğu dağ başında denizin içinde kendi kendime paniklememem gerektiğini söyleyip karşıya ulaşabileceğime dair telkinler aklıma geldi. Sonunda güç bela karşı kıyıya geçmeyi başarmıştım.  Kumsalda bir şeyler bulunmamasına karşılık denizin bulanık olmadığı kısma dalıp elime geçirdiğim ilk deniz yıldızını şortumun cebine koymuştum. Bir süre dinlendikten sonra aslında yaptığım  delilik olsa da yaşadıklarımın  kendime karşı kazanılmış bir zafer ya da belki de sınırlarımı yukarılara taşımak olduğu düşüncesi yerleşti. Bu fikrin verdiği coşkuyla tekrar yola koyulmadan önce elimi olanca yüksekliğe kaldırarak salladım ama gözlüğüm karşı kıyıda olduğundan fark edildiğim konusunda pek emin değildim.

İlginç bir şekilde geldiğim kıyıya ulaşmak daha kolay olmuş ve daha kısa sürmüştü. Buna karşılık sevdiğim kadın  ortalıkta yoktu. Onun, benim yokluğumda ne kadar korkabileceğini düşünerek ben de telaşlandım. Sahildeki yaşlı kadın çiçeğimin beni aramak için bir tekne bulmaya gittiğini söyledi. Ardından da gözlüğümü elime tutuşturduktan sonra suda kalmaktan derisi çatlamış eliyle sinirini belli eden okkalı bir tokat yapıştırmıştı yüzüme. “Haydi gidelim M.” , diyerek yüzme öğrettiği torununu simidi ile beraber kolundan çekip vakur bir şekilde yola koyuldu. Torun M. de  pis pis sırıtarak ve simidinin ördek kafasını kemirerek  yaşlı kadınla birlikte gözden kaybolmuştu.

Biraz sonra ise tekne bulamadan eli boş dönen çiçeğim ağlamaklı yüzüyle belirdi karşımda. Sımsıkı sarıldı bedenime yapışarak. Hiç konuşmadı gün boyunca , hatta hafta ve ay boyunca. Doğum günü hediyesi olarak hayatımı tehlikeye atarak elime geçirdiğim deniz yıldızı ise artık kimliğini yitirmişti. Sadece bir nesneydi artık o… Tıpkı benim dağ başında o anda , bembeyaz soğukla kalbimi dondurmaya çalışırken kendim için hissettiğim kadar basit bir nesne.

Soğuk dayanılmaz bir hal almaya başlamıştı. Düşüncelerim de donma noktasına  ulaşmıştı sanki. Gezegenin donduğu yerdi belki de ulaştığım seviye. Ama dağcılıkla ilgili dergilerden söz konusu zirvelere kolayca çıkılamayacağını da biliyordum. Tekrar gökyüzüne baktım . Ağaçlar da seyrelmeye başlamıştı yürüdükçe. Bir sakız attım kuruyan ağzıma. Ama ısırdığımda  ağzımda dağıldı ve tükürmek zorunda kaldım.

Geri dönmemek gerektiğini düşünüyordum her nedense. Bu yolculuğa neden çıktığımı da hatırlamıyordum. Son derece sıcak bir hayattan(!) kendimi sürüklediğim dağ başı  soğuğundaki sessizlik gerçekten de ilginç bir rahatlama kaynağı oluyordu. Zifiri karanlık beyaz örtü ile şafak sökümüne benzemişti. Birden yanımdan bir kar motosikleti geçti ters yöne doğru. Biraz ileride durarak  çok da anlamadığım bir bağırış ve el hareketleriyle  aşağıya inmek isteyip istemediğimi sormak ister gibiydi.  Bense ters yöne gideceğimi belirten bir el hareketi yaparak yoluma devam ettim. Kayak için kullanılan böyle dağlarda  zaman zaman yapılan bu dağ kontrol turlarından başka birine yakalanmamak için  karlı parkurdan çıkarak ağaçların arasından yola paralel olarak ilerleye başladım.  Daha fazla ilerlemeliydim belki de nefessiz kalıncaya kadar. Yukarı çıktıkça kenarından ilerlediğim yolda virajlar da artıyor bir yandan da belli noktalarda sanki asıl yol orası değilmişçesine belirsizleşmeye başlıyordu.  Birden ilk duyduğum  müthiş güzellikteki  trompet solosu yükseldi  etraftan. Derin bir nefes çektim ciğerlerime ve olduğum yere kendimi sırtüstü attım. Sonrasında tekrar tekrar  müzik yükseldi  o iç geçirtici tonuyla. Bu rahatlamadan sonra daha yukarılara çıkmalıydım. Tekrar yola koyuldum. Müziğin kaynağına ulaşma ihtimalim beni daha da heyecanlandırmış  ve daha da hızlandırmıştı. Bir süredir durduğunu fark etmediğim kar yağışı tekrar başladı. Hatta o kadar hızlıydı ki geride kalan ayak izlerim çok kısa sürede belirsiz bir hal alıyordu. Elimi gözlerime siper yapıp zirveye  doğru bakmaya çalıştım. Silueti oldukça yakında görünüyordu. Müzik sesi de daha gür geliyordu. Karşımdaki bayırı tırmandıktan sonra  zirve tam karşımda olacaktı.  Kar yağışı birden durdu. Adımlarımı hızlandırmaya başladım. Zirveye ulaşmanın heyecanı artmıştı. Yükseklikten olsa gerek  nefessiz kalmaya başlamıştım. Öte yandan sanki hava da ısınmış gibiydi. Zirvede bir parıltı gördüm. Hareketli bir karaltıya bitişik bir parıltıydı bu.  Tam da o sırada o ana kadar duyduğum müzik bütün netliği ile içime işledi. Biraz soluklanmak için  durdum.  Aslında  müziğin verdiği hazzı hissetmekti duruş nedenim. Artık zirve gözlerimin önündeydi. Karaltı da bir insan siluetiydi  elindeki parlak  nesneyle birlikte.  Ona ulaşabilmek için ellerimi de kullanmam gereken bir tırmanışa geçtim. Kalan mesafenin tam ortasındayken ayağım kaydı  ve gerisin geri yere kapaklandım. Neyse ki zemindeki beyaz örtü yastık vazifesi görüyordu.  Heyecanım beni daha da hızlandırmıştı. Kayalara ve buz parçalarına daha bir sıkıca  tutunuyor daha çevik hareketlerle tepeye ulaşmaya çalışıyordum.

*                                 !                                  *

Sonunda zirvedeki düzlüğe ulaşmayı başardım. Derin nefesler aldıktan sonra O’nu gördüm. Elinde altın sarısı bir trompet tutuyordu. Geldiğimi fark etmemişçesine derin bir soluk alarak dudaklarını trompete yapıştırdı ve o iç geçirten melodiyi  haykırdı ciğerlerinden gökyüzüne ve yaşama. Melodi bittiğinde bağdaş kurmuş O’nu dinleyen bana döndü ve o keskin bakışlarıyla süzdükten sonra “Demek en sonunda geldin.”, dedi. “ Evet sanırım zirvedeyim” , dedim. “Burası senin zirven. Oysa ki etrafta birçok zirve var . Herkesin kendine ait zirvesi” , diyerek etrafı işaret etti trompetinin ucuyla. Gerçekten de daha önce fark etmediğim bir çok dağ ve tepe yer alıyordu etrafta . En yükseği de benimki sayılmazdı pekala. “Ya sen. Sen kimsin?”, dedim merakımın doruk noktasında. O sırada tekrar trompete sımsıkı sarılmış ve az önceki melodiyi haykırıyordu  “buraların son nefesiyim” dercesine. Soluğunun son noktasında derin bir nefes alarak  “ Çok uzaklarda yaşarım. Karlar başlayınca ve çevrede sessizlik hakim olunca gelir ve nefes veririm.”, dedi. Üşümeden nasıl böyle  oturabildiğini sordum. “Üşümesi gereken sensin aslında. Ben sadece senin için son noktayım. Buraya bu sese ulaşana kadar çalgıma üflerim ve sen burada  olduğunda son kez nefes veririm.”, dedi. Biraz korkmaya başlamıştım. Ama öte yandan çalgıcının sözleri ve ses tonu da rahatlatıcıydı da. Hatta bir zamanlar tanıdığım ama adını aklıma bir türlü getiremediğim bir müzisyene tıpatıp da benziyordu. Gözlerimin içine hazır olup olmadığımı  soran bir ifadeyle  bakarak tekrar önüne döndü  ve çalgısını  nefeslendirmek için hazırlandı. Nereden geldiğini anlamadığım bir ışıkla parıldamıştı çalgı. Ama nedense üflemiyordu.  Etrafıma baktım son bir kez. Sessizlik bile susmuştu ya da ben sağır olmuştum. Üzerimdekileri çıkartmaya ve teker teker zirveden aşağı atmaya başladım. O ise çalgısıyla hazır vaziyette benden işaret bekliyor gibiydi. Çırılçıplak beyaz örtünün üstüne uzandım. O ise işareti almışçasına üfledi çalgısına  ve o müthiş müzik yankılandı  karanlık gökyüzüne ışık saçarcasına.  Ses canlanmıştı sanki kalbimi  titretircesine. Kalp atışlarımın o kadar tatlı olduğunu ilk kez  fark ediyordum. Ama giderek yavaşlıyordu sanki. Çalgıcı yavaşça oturduğu yerden kalkarak yanıma geldi. Elini alnıma koyarak gözlerimi kapadı. Artık sadece kalp atışlarımı  duyuyordum. Etrafımdaki sıcaklık bir yandan artmışken altımdaki beyaz örtünün soğuğu ile dengelenmişti.  Kalp atışlarım yavaşlayarak duyulmaz hale geldi. 

Kendimi bırakmıştım bu sessizliğe. Rahattım. İçim huzur doluydu. Birden boğazımda bir sıkışma hissettim. Boğazıma yumrukla basılıyordu  sanki . Öksürmek istiyordum. Ama hareket edemiyordum. En sonunda  öksürerek kendime gelmeyi başardım.  Yavaşça kollarımı  ve bacaklarımı  da oynatabilmeye başladım.  Bedenimin sağ  yarısı suya gömülü vaziyette kumsalda yatıyordum. Tepemdeki Güneş’in sıcaklığı ve suyun serinliği birbirini dengeliyordu. Elimi mayomun iç cebine götürdüm. Dipten çıkardığım deniz nesnesi  halen cebimdeydi.  Parmağımda altın bir halka takılıydı.  Ayağa kalktım. Ama çok fazla duramadan yere kapaklandım. Midemden bol miktarda suyu kustuktan sonra  deniz suyu ile yüzümü yıkadım. Karşı kıyıda tanıdık bir sima aradım. Ama gözlüklerim olmadığı için net olarak bir şeyler göremedim.  Üzerinde bulunduğum adacık ıssızdı. Tekrar denize atladım. Bazen sırtüstü bazense yüzüstü kulaç atarak karşı kıyıya ulaşmayı başardım.  Yaşlı bir kadın torunu ile beraber sudan çıkarak yanıma geldi. Yüzüme sağlam bir tokat indirecekken  eline hakim oldu ve arkasına dönerek “Hadi gidelim M.” ,dedi torununun kolundan  çekiştirerek.  Torun M. belindeki simitle yola koyuldu bana karşı pis pis  sırıtarak. Kilimin üstündeki gözlüğümü takıp  etrafı gözlemledim.  Kimseden eser yoktu. Kendimi çok rahatsız hissettim. Geriye döndüğümde arabamın kıyıda durduğunu gördüm. Eşyaları toplayıp  arabaya taşıdım. Anahtarı bulamayınca geri döndüm. Biraz sonra S. ağlamaklı yüzüyle  belirdi yanımda. O tatlı kocaman gözleri yaşla dolmuştu. Bana sıkıca sarıldı. Sonra “Sana hiçbir şey söylemek istemiyorum! Bu sorumsuzluğunu hayatım boyunca unutmayacağım!” diye hıçkırarak arabaya yöneldi. Kapıyı hışımla açarak arka koltuğa oturdu.Onun arabaya gidişini izlerken cebimden çıkardığım deniz nesnesi  ve S. arasında bakışlarım gidip geldi. Nesne elimden kayarak kuma yapıştı. Arabaya bindim. Kaldığımız otele ulaştığımızda  S. arabadan inerek hızla odaya çıktı. Uzunca bir süre hatta ertesi akşama kadar zorunlu cümleler dışında sesler çıkarmadık.  Gece boyu uyumaksızın pencereden süzülen ay ışığını izledim. Ama nedense yer değiştirmiyordu . Yataktan kalkarak pencereye ulaştım.  Işığın kaynağı sokak lambasıydı. Bu durum rahatsız ediciydi. Hava ne kadar da ısınmıştı. Odadaki klima bozulmuş da olabilirdi.  

Ertesi günü neredeyse ayrı geçirdik.  S. gazete ve kitaplara gömülerek güneş şemsiyesinin altında yatıyordu. Hava dayanılmaz bir sıcaklığa ulaşmıştı. Klimanın karşısında durmama rağmen  hiçbir faydasını göremiyordum. Üzerimdekileri çıkarıp balkona çıktım. Kavurucu Güneş sıcağı altında daha fazla dayanamayarak aşağı atladım.  Havuzun serin suyu  çok rahatlatıcı gelmişti. Ama S.nin donmuş vaziyette yukarıdan bakışlarını  kazanmayı başarmıştım.  Otel müdürü hemen yanıma seğirterek ikinci kattan havuza böyle  sorumsuzca atlayışı kabul edemeyeceğini ve derhal oteli terk etmemizi söyledi.  Sakin olmasını ve oteli terk edeceğimizi söyledim.

Yarım saat sonra  yoldaydık. Sıcaklık dayanılmaz bir hal almıştı.  Eve yaklaştığımızda hava kararmaya başlamıştı.  Ben de S.’nin elini tuttum tüm cesaretimle.  Elinin sıcaklığıyla geceye doğru yol aldık…

Fran(sı)z 

(2010)

(Yazıyı yakın dönemde elektronik ortama aktarmış bulundum)

[N.P.Molvaer’in Re-vision Arctic Dub 2.34 saniyesi]

Güz Kumpanyası…

Gerçek şu ki ‘müziksiz hayat hatadır’ diyen ‘Nietzsche’ çok haklıydı, bu sözü söylerken.    …Ki ben müziksiz bir hayat düşünemedim hiç. Sadece notalar değil belki, evrenin o hiç durulmayan sürekliliğinin içindeki tüm sesler dâhil buna, bazen bir dalga sesinin kıyıya uzanmasındaki o derin hassasiyet, bazen bir kuşun kanat çırpmasındaki uçarı özgürlük, rüzgârın yaprakla buluşmasındaki o hırçın sevda…  Hepsi olağan bir seyir halindeyken belki çok azımız tüm bunları rutinden ayırıp her birini ayrı ayrı ve sonra bir bütün halinde duyma çabasındayız çoğu kez.

Ve bu müziğin sesinin belki de en yüksek çıktığı mevsim olmalı sonbahar…  Tabiatın ciddi bir dönüşüm için koyulduğu gerçek bir hesaplaşma. Tüm duyularımızın hissiyatıyla yaşadığımız bir şölen… Sebebi hüznü ise dünyanın anlamsız gürültüleriyle başımız bir hoş olmuşken, ani gelen bu yüksek volümün tüm kuru gürültüleri susturup dengelerimize hafiften şöyle bir dokunuşu niyetinedir.

Bu bitmeyen müzikten ilham almış ve kendi yetileriyle insanların duygularına dokunarak, varlıklarından haberdar etmenin, hızla yoğunlaşan tüketime inat üretip paylaşmanın peşinde koşan nadir  insanlar ise yaşadığımız karmaşanın içinde bir bekleme ve düşünme durağı…                                                                                                                                                                                                                                                               

Adından olsa gerek, mevsimin bu kadar içindeyken sarıydı, hüzündü, sonbahardı derken aklıma geldi ‘Güz Kumpanyası’. 2003 yılında Orta Doğu Teknik Üniversitesi Türk Halk Bilimi Topluluğu çatısı altında kurulan bir grup. Kendilerini daha detaylı tanımak isterseniz eğer : http://www.guzkumpanyasi.com/

Ve aynı isimle 2007 yılında Kalan Müzikten çıkan albümleri ‘Güz Kumpanyası’…  Klasik Türk ve Halk Müziği repertuarından oluşan eserlerin en keyifli icrası… Ne yazık ki tek albümleri, ancak albüm dışı bir dolu kayıtları da mevcut.                                                                                                             

Dinlediğim de dinlendiğim melodilerin temiz akışına kendimi kaptırıp huzurla ve içten gülümsediğimi hissettiğim çok kıymetli bir albüm. Elinizden tutmuş sizi, bir bakarsınız ege kıyılarında, dalmış gitmişsiniz mavi bir tebessümle… Sonra ufkun kızıllığı sarmış batarken güneş… ‘‘Uyudun mu ah güzel Marika’m’’ diye mırıldanırken bulursunuz kendinizi…‘Sen uyurken seni izlemek, sessiz ve sakin bir deniz gibi, uçsuz bucaksız ve mavi…’ diye gelir sonrası kendiliğinden…

Şimdiden keyifli dinlemeler efendim…

Güzü ve baharı aynı samimiyetle karşılayabilmek dileğiyle…

Sağlıcakla kalın… 

‘Öteki’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

BeDbAhT

Erken uyandın mevzuya aferin diyor

Öyle hocam bu işler, hayat bu çocuk oyuncağı değil

bir girdi mi bir daha töb’allah çıkmaz diyorum

Salın sen kafana göre olanlar hep ola gelenler diyor

Eywallah, beklenti bitti, baksana öylece kaldım boşluğumun ortasında diyorum

Eski fotoğraflara bak, bak hepsi gitti, kim kaldı sahi diyor

Haklısın kimse diyorum

Onca öfke, direniş, kalbi yakan ateşten acı, kendini kusturan fa-fa-faşist mide bulantısı nerede şimdi diyor

Yüzüne bakıyorum, pes etmemekte ısrarcı, toprak olmadılar, kurtlar elleri ve gözleri, göğüste duran kalbi yediler, onların edip eylediklerini değil diyorum

Çocuuukkk diye uzatıyor, dolunay vakti kurt adama dönüştüğüne inanan sivilceli bir ergen gibi

Çocuk sana g….. diye ünlüyorum ben de ona

Benden sonra da sana g….. diyerek lafımı diliyle geri tepiyor ağzımın içine

Almasaydım, akşam çok yemişim, hazmedemeden daha dolmayı bu fazla oldu diyorum

Tamam, kusura bakma, nefs-i emmare yokladı diyor

Benden hiç gitmedi ki olur öyle diyorum

Onlar var ya diyor, sadece nemrutlar tarafından makamlara dikilen takım elbiseli korkuluklar diyor, sakın korkma, çünkü sen bir karga değil, insansın diye ekliyor

Ama diyorum, ama o korkuluklar yine de kirli-yapışkan kanat kırıcılar, kaç kez düşürdüm ve yedim, düşürdüm ve ceviz ağacının dibine gömdüm içime bıraktıkları larvaları…

‘İbn-i Zerabi’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

GECE KULÜBÜ

bir gece devriliyor üstümüze

karanlık yapılarca neon çizgilerle yırtık

o martinikli ses kederle yumrukluyor bizi

eksik şafaklara kadar

ellerimi bulamıyorum bir ara

ışık bıçaklarının çakıp sönmesinde

herkes konuşuyor sen susuyorsun

kirlenmiş karanfiller benzeri öpüşlerle

bir sevicinin gözleri götürüyor seni

 

hiçbir gece yeni değildir bir öncesinden biliyorum

gürgen kapılarda hasta bir güneş eskisi bekliyor

ve yetmiş iki diliyle konuşan gece milletinin

vildan’ın vurulmuş iki yıldız gözleridir

ormanlık yeşillerden içeri geçiyorum birden

bir –matisse siyahından- içeri geçiyor yılmaz

tel tel uykular ağrıyor beynimizde

 

üç kişi güneşli saçlarına eğilmiş güner’in

bir öpüşün yüz konyaktır diyorlar

bilmiyorlar güner orada değil

ayhan’ın gözlerini niçin sakladığını

bu yarım aşkların içmelerin nedenini

ferid’in kaçmak gibi yaşadığını bilmiyorlar

hiç bulunmadığı bir sokağı düşünüyor herkes

tüm alkollerde aynı yaslı tad

yirmi dört saatlerin dışındayız

ellerini derleyip topluyor –kâzım gece sever-

başkaca bir şeyi yok zaten

ciletlerde sokak fenerlerinde aklı fikri

kalbinde akrep mısrâlar zonkluyor

-kaç nerval varsa o kadar fener direği var- biliyor

 

sen susuyorsun gözlerin de öyle

biz bitiyoruz alkol bitmiyor

sedefli serin aklığında sessizliğin

ellerini mavi mavi görüyorum

hiçbir gün yeni değildir bir öncesinden biliyoruz

eksik şafaklara karşı sarhoş

yaşanmadan eskimiş günlere çıkıyoruz..

 

HAYALET OĞUZ (OĞUZ HALÛK ALPLAÇİN)

Seçilmiş Hikayeler Dergisi, Nisan 1957

‘O PERA’DAKİ HAYALET’ , Hazırlayanlar : Sezer Duru, Orhan Duru, YKY Yayınları, 161 Sayfa, Mart 1996..