Hasta Parçacıklar – IV

“Denizyıldızı”

Müzik olanca iç yakıcılığı ile sesini yükseltiyordu. Bense kendimi hapsettiğim otel odasında elimde kalem ve etrafımdaki defterler kalabalığı ile uzayda değersiz bir zerrecik olarak  zaman ve mekan kavramımı yitirmeye çalışıyordum. Kafamdaki abuk sabuk fikirler defterlerin sayfalarında  uzunca bir süre uçuştuktan sonra  yazılamadan son buluyorlardı.  Uyuyamıyordum. Hafıza kaybım artmıştı. Bu kayıp hayatı umursama gereksiniminin azalmasından mı kaynaklanıyordu bilmiyorum . Belki de – hani siz bilmezsiniz ya nine kavramını…- babaannemdeki gibi gerçek bir hafıza kaybının erken başlamış şekliydi.

İnsanlara karşı davranışlarım değişmişti. Dışarıda sıcaklığı giderek artan havanın bir etkisi olabilir miydi acaba bu değişim? Doğru da olabilirdi pekala. Şehir gazetelerinde metronun  çok sık arızalanmaya başladığı , şehir içinde çok  fazla doğal gaz patlamaları olduğu  , yer altında  telefon hatlarının  çok daha sık değiştirildiği söylentileri artmıştı.

Bense sadece düşüncelerimin dağınıklığından  ve bunları gerçekte hiçbir yere koyamayışımdan rahatsızdım. Ne yapacağımı bilemez vaziyette kendimi günlük tekliflerle kandırarak  zaman kavramını öldürmeye çalışıyordum. Söz konusu teklifler  ise sadece kendime ait yönelmelerdi.

Son yazımı da karalarken uyuyakalmıştım. Dayanılmaz bir sıcaklıkla uyandım. Üzerimdeki örtüyü neredeyse hava almayacak şekilde  kucaklamıştım. Kendi ürettiğim ısı ile yanıyordum adeta. Kafamdaki boşluk dayanılmaz bir  hal almıştı.

Öğleden sonranın yıkıcı sıcaklığını yüzümde hissederek kapattım odamın perdesini.

İnsanlar Aralık ayında ki bu sıcağa anlam verebiliyor muydu acaba? Uzun zamandır dünya medyası ile  olan bağlantımı da kestiğimden bu konuda hiçbir  fikrim yoktu.

Ne yaptığımı bilmez bir şekilde elime geçen ne varsa büyük bavuluma doldurup büyük zorlukla fermuarı kapattım.  Küçük bavulum zaten ortalıkta yoktu. Sonradan küçük bavulumu beni terk eden eski kız arkadaşımın götürdüğünü  hatırladım. Bavulun içine kendi eşyalarını değil bana aldığı  ve hatıra olabilecek malzemeleri koymuş ve evinin bahçesinde  bana gönderdiği video kaydında ki “istese bana da aynısını yapardı” dedirtecek  bir hışımla yakmıştı.

Bunları hatırlamış olmak bile yeterince yorucuydu.

Arabamın sıcaktan arızalanmaması için arada durup kendime işeme molaları vererek  bir yerlere ulaşma şansımı artırmaya çalışıyordum.

*                              !                                     *

Ve otoyol tekrar altımda uzanmaya başladı her saniye yoldaki çizgiler üçer dörder yıldız gibi kayarken.

Nereye gittiğimi bilmiyordum. Arabam nereye gittiğini biliyor olmalıydı sanırım. Neler saçmalıyordum ben…

Havanın kararmasına yakın sıcaklık da düşmeye başlamıştı. Arabamın termometresi bu düşüşü nedense çok abartıyordu. Çünkü oldukça hızlı bir sıcaklık azalmasıydı bu. Cam buğulandı ben bunları düşünürken. Camı açıp dış ortamı gözlemlemek istedim. Hava gerçekten de çok soğuktu. Birden üşümeye başladım. Alıp verdiğim soluk pudra gibi üzerime düşmeye başlamıştı ve ben  tedirgin olmuştum. Bir yerlerde bir şeylerin sınırını geçmiştim sanki.-Sıcaklığın biterek hayatın soğumaya başladığı noktayı da bir hayli geçmiş olmalıydım- .

Karın bastırdığı noktada durdum. Dışarı çıkıp arabayı temizlemeye koyuldum. Cam silecekleri bir anda hızlanan karın ağırlığı altında  takılmışlardı.  Düzeltmek için bir süre uğraştıktan sonra elimin soğuktan yanmaya başladığını hissederek vazgeçtim.  Biraz ileride ki yol sapağının  uzantısında  belli belirsiz bir ışık seçiliyordu . Cesaretimi toplayarak arabamla oraya doğru ilerlemeye karar verdim.  Yol şimdiden bir karış kadar karla kaplanmıştı. Hükümetin  buz tutmayan ve  karın sürekli eridiğini iddia ederek tüm ülkeyi donattıkları asfalt hiçbir işe yaramıyordu.

Ara yola girdikten sonra uzakta bir çift çakır göz beni izlemeye koyuldu.  Kar beyazı olan bu ufak kurt arabamın peşinden gelmeye başladı. Biraz ileride  karşıma çıkan otelin köpeğinin ani havlamasıyla  ters yöne doğru kaçıştı.

İçeriden tek nefeste çalınan bir trompet solosu yükseldi kar sessizliğine doğru. Çok tatlı bir melodiydi. Uzun süredir ilk kez bir şeylerden zevk aldığımı duyumsadım.Sanki uzun zamandır arayıp da bulamadığım bir duyguya ulaşmıştım.

Kapıda  klasik hikayesel tanımlamalara uyan papyonlu , kısa boylu, şişman, saçları jöleyle kafasına adeta  ütüyle yapıştırılmış bir görevli belirdi.  Ya da en azından ben görevli olduğunu standart bir otel kapıcısının smokinli , karın içeri , göğüs dışarı duruşundan anlamıştım. “Otelimize hoş geldiniz!”, diye bağırdı rüzgarda sesini duyurmaya çalışarak ve  sırıtarak. Arabadan inerek arkadaki bavulumu alırken diğer yandan  görevliye hoş bulduk anlamında bir el selamı yolladım.  Zaten bu yoğun kar yağışında konuşmak da pek mümkün değildi. Hızla yanıma gelerek bavulu elimden aldı. “Şanlısınız. Otelimizde kalmakta olan yabancı kafile bugün gitti. Dolayısıyla sayısız oda seçeneğimiz mevcut.” Sanki beraber kalacakmışızcasına söylenmiş bu sözden rahatsız olarak, söylediklerine onay veren bir bakış fırlattım- ama hayır fırlatmadım sayın okuyucu. Evet böyle bir bakış istediği aşikardı ama bu konuda ne en ufak bir söyleşiye girişmek ne de bakış fırlatmak istemediğim için “Herhangi bir odanıza  en hızlı şekilde girip dinlenmek istiyorum. Oldukça uzun bir yoldan geldim.”, dedim. 

“Tabii ki!” dedi sevinçle ve sırıtarak. “Kayak takımlarınızı getirmemişsiniz. Ama dert etmeyin bizde onlar da var.”

“Az önce güzel bir müzik duydum. Kimdi o?” diye umursamazlığımı ortaya koydum. Kayağa ilgi göstermemem biraz moralini bozsa da çevreyle ilgilenmem  onu yine mutlu etmişti. “Herkes burada bir müzisyen olduğunu düşünüyor  ama sanılanın aksine  duyduklarınız sadece hava akımının yarattığı şeyler.”

“Şu karşıdaki yol nereye çıkıyor?”

            *                      !                      *

Karşıdaki yoldaydım. Görevliyi bavulumla baş başa bıraktıktan sonra  nereye çıkıldığını tam olarak bilemez vaziyette etraftaki ağaçlara bakarak  yolumu bulmaya çalışıyordum. Benden önce yolda yürümüş olanların kar ile ince temasları biraz olsun işimi kolaylaştırıyordu. Her ne kadar bu yola koyulmamın anlamsızlığını bilsem de yine de hedefe varma gereksinimi ağır basıyordu. Kendimi bulacağımı düşündüğüm yolda ilerlemek ne mutluydu oysa ki – yoksa bu cümleyi yazmak okuyucuya karşı bir zayıflık mıydı?. Ama yol kısmen de olsa bir tedirginlik de yaratıyordu.

Yol, kavislerle ne kadar  uzakta olduğunu kestiremediğim bir zirveye ulaşıyordu. Zeminde adımlarıma ayak uyduran kar hışırtısını dinlemek bile belki de tek amacımdı…

Ama bölgeye ulaştığımda duyduğum o müziğin kaynağını bulmalıydım.Yol boyunca kar ve buzun yer yer birbirinin yerine geçmeye çalıştığı  ve bu yüzden zaman zaman düşüp tekrar kalktığım süreçlerin sonunda tepe noktasına vardım. Ulaştığım noktada bir turist kafilesi oturmuş, odun ateşinin artık köz haline gelen ışıltısı  karşısında  sıcak şarap ile demleniyordu.

Daha yukarı çıkmak gerektiğini düşünerek tekrar yola koyuldum.  Yukarı doğru yol aldıkça sıcaklık giderek düşmeye başlamıştı. Buna karşılık havada tek bulut yoktu  ve yıldızlar hayatım boyunca hiç bu kadar canlı görünmemişlerdi. Hepsi birer kristal cazibesine sahiptiler. Zemindeki kar da aynı kristal ışıltısını yansıtıyordu. Gezegen belki de güzelliklerini her şeye rağmen  yani her türlü hoyrat kullanıma rağmen göz zevkimize sunmaya devam ediyordu.Bu görüntü karşısında çok da üşüdüğüm söylenemezdi. Yeryüzünün bu cömertliği akıldışıydı bana göre insansal yıkımdan sonra.

Her adımda biraz daha üşümeye başladım bunları düşünürken . Zirve bana giderek yaklaşırken bir yandan da uzaklaşıyor gibiydi. Aynı şey daha önce ıssız bir mekanda ayaklarımda paletler olmadan yüzerek birkaç yüz metre uzaktaki bir adacığa ulaşma çabam sırasında da başıma gelmişti. Sevdiğim kadın bir şekilde o tatlı bonesiyle olimpik yüzücülerin yüzme becerilerini uygulamaya çalışırken ben de karşı adacığa  ulaşarak buradaki el değmemiş kumsaldan  elde ettiğim bir deniz kestanesi ya da deniz yıldızını doğum günü hediyesi olarak O’na götürmek düşüncesindeydim. Sahilden adacığa doğru ilerledikçe benden kaçmaya çalışan bir dinozorun sırtı gibi sanki uzaklaşıyordu adacık. Yaklaşmaya çalıştıkça da dip akıntısının soğukluğu altında  ölüp kayıplara karışmanın  o anlık ilginç ve korku veren  sürecini yaşamaktaydım.  Ayağımda paletler olsa belki de birkaç dakikada alacağım yol için gereksiz bir maceraya atılmıştım. Bir süre sırtüstü yüzerek dinlenmeye ve böylece karşı kıyıya ulaşma şansımı artırmaya çalıştım. Suda ilerledikçe adacık daha da yakınlaşıyor ama çok kısa bir süre sonra bunun sadece bir yanılsama olup attığım kulaçlara rağmen olduğum yerde saydığımı anlıyordum.   Bir ara geriye baktığımda aslında mesafenin tam  ortasında yer aldığımı  ve artık geri dönmenin de bir anlamı olmadığını itiraf ettim kendime. Yola çıktığım kıyıda puantiyeli bikinisi içinde biricik sevdiğim  el sallayıp benim iyi olup olmadığımı anlamaya çalışıyordu. Elimi kaldırıp iyi olduğumu işaret etmeye çalıştım. Ama ikimiz de miyoptuk ve sevdiğim kız gözlük kullanmazdı. Buna rağmen beni fark etmiş ve rahatlamış olacak ki sudan çıkarak  sahilde o sırada komşumuz olan  yaşlı bayanla aramızda olabilecek olası bir evlilik sürecinin nasıl seyredebileceği ile ilgili konuşmaya başlamışlardı bile- bunu sonradan sevdiğimin o saatleri hatırlarken ki öfkeli bakışları altında ağzından kaçırdıklarından çıkarmıştım-

Soğuğun göz bebeklerimi dondurduğu dağ başında denizin içinde kendi kendime paniklememem gerektiğini söyleyip karşıya ulaşabileceğime dair telkinler aklıma geldi. Sonunda güç bela karşı kıyıya geçmeyi başarmıştım.  Kumsalda bir şeyler bulunmamasına karşılık denizin bulanık olmadığı kısma dalıp elime geçirdiğim ilk deniz yıldızını şortumun cebine koymuştum. Bir süre dinlendikten sonra aslında yaptığım  delilik olsa da yaşadıklarımın  kendime karşı kazanılmış bir zafer ya da belki de sınırlarımı yukarılara taşımak olduğu düşüncesi yerleşti. Bu fikrin verdiği coşkuyla tekrar yola koyulmadan önce elimi olanca yüksekliğe kaldırarak salladım ama gözlüğüm karşı kıyıda olduğundan fark edildiğim konusunda pek emin değildim.

İlginç bir şekilde geldiğim kıyıya ulaşmak daha kolay olmuş ve daha kısa sürmüştü. Buna karşılık sevdiğim kadın  ortalıkta yoktu. Onun, benim yokluğumda ne kadar korkabileceğini düşünerek ben de telaşlandım. Sahildeki yaşlı kadın çiçeğimin beni aramak için bir tekne bulmaya gittiğini söyledi. Ardından da gözlüğümü elime tutuşturduktan sonra suda kalmaktan derisi çatlamış eliyle sinirini belli eden okkalı bir tokat yapıştırmıştı yüzüme. “Haydi gidelim M.” , diyerek yüzme öğrettiği torununu simidi ile beraber kolundan çekip vakur bir şekilde yola koyuldu. Torun M. de  pis pis sırıtarak ve simidinin ördek kafasını kemirerek  yaşlı kadınla birlikte gözden kaybolmuştu.

Biraz sonra ise tekne bulamadan eli boş dönen çiçeğim ağlamaklı yüzüyle belirdi karşımda. Sımsıkı sarıldı bedenime yapışarak. Hiç konuşmadı gün boyunca , hatta hafta ve ay boyunca. Doğum günü hediyesi olarak hayatımı tehlikeye atarak elime geçirdiğim deniz yıldızı ise artık kimliğini yitirmişti. Sadece bir nesneydi artık o… Tıpkı benim dağ başında o anda , bembeyaz soğukla kalbimi dondurmaya çalışırken kendim için hissettiğim kadar basit bir nesne.

Soğuk dayanılmaz bir hal almaya başlamıştı. Düşüncelerim de donma noktasına  ulaşmıştı sanki. Gezegenin donduğu yerdi belki de ulaştığım seviye. Ama dağcılıkla ilgili dergilerden söz konusu zirvelere kolayca çıkılamayacağını da biliyordum. Tekrar gökyüzüne baktım . Ağaçlar da seyrelmeye başlamıştı yürüdükçe. Bir sakız attım kuruyan ağzıma. Ama ısırdığımda  ağzımda dağıldı ve tükürmek zorunda kaldım.

Geri dönmemek gerektiğini düşünüyordum her nedense. Bu yolculuğa neden çıktığımı da hatırlamıyordum. Son derece sıcak bir hayattan(!) kendimi sürüklediğim dağ başı  soğuğundaki sessizlik gerçekten de ilginç bir rahatlama kaynağı oluyordu. Zifiri karanlık beyaz örtü ile şafak sökümüne benzemişti. Birden yanımdan bir kar motosikleti geçti ters yöne doğru. Biraz ileride durarak  çok da anlamadığım bir bağırış ve el hareketleriyle  aşağıya inmek isteyip istemediğimi sormak ister gibiydi.  Bense ters yöne gideceğimi belirten bir el hareketi yaparak yoluma devam ettim. Kayak için kullanılan böyle dağlarda  zaman zaman yapılan bu dağ kontrol turlarından başka birine yakalanmamak için  karlı parkurdan çıkarak ağaçların arasından yola paralel olarak ilerleye başladım.  Daha fazla ilerlemeliydim belki de nefessiz kalıncaya kadar. Yukarı çıktıkça kenarından ilerlediğim yolda virajlar da artıyor bir yandan da belli noktalarda sanki asıl yol orası değilmişçesine belirsizleşmeye başlıyordu.  Birden ilk duyduğum  müthiş güzellikteki  trompet solosu yükseldi  etraftan. Derin bir nefes çektim ciğerlerime ve olduğum yere kendimi sırtüstü attım. Sonrasında tekrar tekrar  müzik yükseldi  o iç geçirtici tonuyla. Bu rahatlamadan sonra daha yukarılara çıkmalıydım. Tekrar yola koyuldum. Müziğin kaynağına ulaşma ihtimalim beni daha da heyecanlandırmış  ve daha da hızlandırmıştı. Bir süredir durduğunu fark etmediğim kar yağışı tekrar başladı. Hatta o kadar hızlıydı ki geride kalan ayak izlerim çok kısa sürede belirsiz bir hal alıyordu. Elimi gözlerime siper yapıp zirveye  doğru bakmaya çalıştım. Silueti oldukça yakında görünüyordu. Müzik sesi de daha gür geliyordu. Karşımdaki bayırı tırmandıktan sonra  zirve tam karşımda olacaktı.  Kar yağışı birden durdu. Adımlarımı hızlandırmaya başladım. Zirveye ulaşmanın heyecanı artmıştı. Yükseklikten olsa gerek  nefessiz kalmaya başlamıştım. Öte yandan sanki hava da ısınmış gibiydi. Zirvede bir parıltı gördüm. Hareketli bir karaltıya bitişik bir parıltıydı bu.  Tam da o sırada o ana kadar duyduğum müzik bütün netliği ile içime işledi. Biraz soluklanmak için  durdum.  Aslında  müziğin verdiği hazzı hissetmekti duruş nedenim. Artık zirve gözlerimin önündeydi. Karaltı da bir insan siluetiydi  elindeki parlak  nesneyle birlikte.  Ona ulaşabilmek için ellerimi de kullanmam gereken bir tırmanışa geçtim. Kalan mesafenin tam ortasındayken ayağım kaydı  ve gerisin geri yere kapaklandım. Neyse ki zemindeki beyaz örtü yastık vazifesi görüyordu.  Heyecanım beni daha da hızlandırmıştı. Kayalara ve buz parçalarına daha bir sıkıca  tutunuyor daha çevik hareketlerle tepeye ulaşmaya çalışıyordum.

*                                 !                                  *

Sonunda zirvedeki düzlüğe ulaşmayı başardım. Derin nefesler aldıktan sonra O’nu gördüm. Elinde altın sarısı bir trompet tutuyordu. Geldiğimi fark etmemişçesine derin bir soluk alarak dudaklarını trompete yapıştırdı ve o iç geçirten melodiyi  haykırdı ciğerlerinden gökyüzüne ve yaşama. Melodi bittiğinde bağdaş kurmuş O’nu dinleyen bana döndü ve o keskin bakışlarıyla süzdükten sonra “Demek en sonunda geldin.”, dedi. “ Evet sanırım zirvedeyim” , dedim. “Burası senin zirven. Oysa ki etrafta birçok zirve var . Herkesin kendine ait zirvesi” , diyerek etrafı işaret etti trompetinin ucuyla. Gerçekten de daha önce fark etmediğim bir çok dağ ve tepe yer alıyordu etrafta . En yükseği de benimki sayılmazdı pekala. “Ya sen. Sen kimsin?”, dedim merakımın doruk noktasında. O sırada tekrar trompete sımsıkı sarılmış ve az önceki melodiyi haykırıyordu  “buraların son nefesiyim” dercesine. Soluğunun son noktasında derin bir nefes alarak  “ Çok uzaklarda yaşarım. Karlar başlayınca ve çevrede sessizlik hakim olunca gelir ve nefes veririm.”, dedi. Üşümeden nasıl böyle  oturabildiğini sordum. “Üşümesi gereken sensin aslında. Ben sadece senin için son noktayım. Buraya bu sese ulaşana kadar çalgıma üflerim ve sen burada  olduğunda son kez nefes veririm.”, dedi. Biraz korkmaya başlamıştım. Ama öte yandan çalgıcının sözleri ve ses tonu da rahatlatıcıydı da. Hatta bir zamanlar tanıdığım ama adını aklıma bir türlü getiremediğim bir müzisyene tıpatıp da benziyordu. Gözlerimin içine hazır olup olmadığımı  soran bir ifadeyle  bakarak tekrar önüne döndü  ve çalgısını  nefeslendirmek için hazırlandı. Nereden geldiğini anlamadığım bir ışıkla parıldamıştı çalgı. Ama nedense üflemiyordu.  Etrafıma baktım son bir kez. Sessizlik bile susmuştu ya da ben sağır olmuştum. Üzerimdekileri çıkartmaya ve teker teker zirveden aşağı atmaya başladım. O ise çalgısıyla hazır vaziyette benden işaret bekliyor gibiydi. Çırılçıplak beyaz örtünün üstüne uzandım. O ise işareti almışçasına üfledi çalgısına  ve o müthiş müzik yankılandı  karanlık gökyüzüne ışık saçarcasına.  Ses canlanmıştı sanki kalbimi  titretircesine. Kalp atışlarımın o kadar tatlı olduğunu ilk kez  fark ediyordum. Ama giderek yavaşlıyordu sanki. Çalgıcı yavaşça oturduğu yerden kalkarak yanıma geldi. Elini alnıma koyarak gözlerimi kapadı. Artık sadece kalp atışlarımı  duyuyordum. Etrafımdaki sıcaklık bir yandan artmışken altımdaki beyaz örtünün soğuğu ile dengelenmişti.  Kalp atışlarım yavaşlayarak duyulmaz hale geldi. 

Kendimi bırakmıştım bu sessizliğe. Rahattım. İçim huzur doluydu. Birden boğazımda bir sıkışma hissettim. Boğazıma yumrukla basılıyordu  sanki . Öksürmek istiyordum. Ama hareket edemiyordum. En sonunda  öksürerek kendime gelmeyi başardım.  Yavaşça kollarımı  ve bacaklarımı  da oynatabilmeye başladım.  Bedenimin sağ  yarısı suya gömülü vaziyette kumsalda yatıyordum. Tepemdeki Güneş’in sıcaklığı ve suyun serinliği birbirini dengeliyordu. Elimi mayomun iç cebine götürdüm. Dipten çıkardığım deniz nesnesi  halen cebimdeydi.  Parmağımda altın bir halka takılıydı.  Ayağa kalktım. Ama çok fazla duramadan yere kapaklandım. Midemden bol miktarda suyu kustuktan sonra  deniz suyu ile yüzümü yıkadım. Karşı kıyıda tanıdık bir sima aradım. Ama gözlüklerim olmadığı için net olarak bir şeyler göremedim.  Üzerinde bulunduğum adacık ıssızdı. Tekrar denize atladım. Bazen sırtüstü bazense yüzüstü kulaç atarak karşı kıyıya ulaşmayı başardım.  Yaşlı bir kadın torunu ile beraber sudan çıkarak yanıma geldi. Yüzüme sağlam bir tokat indirecekken  eline hakim oldu ve arkasına dönerek “Hadi gidelim M.” ,dedi torununun kolundan  çekiştirerek.  Torun M. belindeki simitle yola koyuldu bana karşı pis pis  sırıtarak. Kilimin üstündeki gözlüğümü takıp  etrafı gözlemledim.  Kimseden eser yoktu. Kendimi çok rahatsız hissettim. Geriye döndüğümde arabamın kıyıda durduğunu gördüm. Eşyaları toplayıp  arabaya taşıdım. Anahtarı bulamayınca geri döndüm. Biraz sonra S. ağlamaklı yüzüyle  belirdi yanımda. O tatlı kocaman gözleri yaşla dolmuştu. Bana sıkıca sarıldı. Sonra “Sana hiçbir şey söylemek istemiyorum! Bu sorumsuzluğunu hayatım boyunca unutmayacağım!” diye hıçkırarak arabaya yöneldi. Kapıyı hışımla açarak arka koltuğa oturdu.Onun arabaya gidişini izlerken cebimden çıkardığım deniz nesnesi  ve S. arasında bakışlarım gidip geldi. Nesne elimden kayarak kuma yapıştı. Arabaya bindim. Kaldığımız otele ulaştığımızda  S. arabadan inerek hızla odaya çıktı. Uzunca bir süre hatta ertesi akşama kadar zorunlu cümleler dışında sesler çıkarmadık.  Gece boyu uyumaksızın pencereden süzülen ay ışığını izledim. Ama nedense yer değiştirmiyordu . Yataktan kalkarak pencereye ulaştım.  Işığın kaynağı sokak lambasıydı. Bu durum rahatsız ediciydi. Hava ne kadar da ısınmıştı. Odadaki klima bozulmuş da olabilirdi.  

Ertesi günü neredeyse ayrı geçirdik.  S. gazete ve kitaplara gömülerek güneş şemsiyesinin altında yatıyordu. Hava dayanılmaz bir sıcaklığa ulaşmıştı. Klimanın karşısında durmama rağmen  hiçbir faydasını göremiyordum. Üzerimdekileri çıkarıp balkona çıktım. Kavurucu Güneş sıcağı altında daha fazla dayanamayarak aşağı atladım.  Havuzun serin suyu  çok rahatlatıcı gelmişti. Ama S.nin donmuş vaziyette yukarıdan bakışlarını  kazanmayı başarmıştım.  Otel müdürü hemen yanıma seğirterek ikinci kattan havuza böyle  sorumsuzca atlayışı kabul edemeyeceğini ve derhal oteli terk etmemizi söyledi.  Sakin olmasını ve oteli terk edeceğimizi söyledim.

Yarım saat sonra  yoldaydık. Sıcaklık dayanılmaz bir hal almıştı.  Eve yaklaştığımızda hava kararmaya başlamıştı.  Ben de S.’nin elini tuttum tüm cesaretimle.  Elinin sıcaklığıyla geceye doğru yol aldık…

Fran(sı)z 

(2010)

(Yazıyı yakın dönemde elektronik ortama aktarmış bulundum)

[N.P.Molvaer’in Re-vision Arctic Dub 2.34 saniyesi]

Comments are closed.