Archive for Ekim, 2011

L’hymne â l’amour

Bu notalar sen-in

Gerçi sen sıralamadın bunları ard arda,

ama seni en iyi ne anlatıyorsa bana,

yer ediyor zihnimde.

Ne denli karmaşık olursa olsun,

ne denli telaffuz edemesem de ezgiyi;

Ezberim..

 

Yaktığın ve söndürdüğün tüm yangınları,

ve külleri yanılgılarının..

Ayak izlerinin çukurlarında oluşan,

onca okyanus;

onca gökkuşağını bir anda var eden ellerin;

ve bakışlarının insanların akıllarına kazıdığı saçma edinimler.

tebessümler,

umutlar,

hırslar..

 

Dondurma külahı zamanı mutluluklar,

derinleştikçe incelen..

Soğuk ve tatlı hissiyatlar,

derinleştikçe ısınan, hayasızlaşan avuçların.

Sırtında tırnaklarının izi kalmış bir hayatın.

Tırnaklarının arasında bir meleğin kanı,

yasak bir elmanın yarısı…

 

Sana bulanmak git gide.

Yalnızlığımı görmek pusunda zamansızlığın.

Titreyen göğüslerini öpmek,

kavrayıp başını, kalbime gömmek.

Parmak uçlarında yaşamak !

 

Bu saz…

Bu nukteler…

Bu isyan…

Bil ki teninde tek bir damla ter olamaz;

umuda dair ne varsa eskiden yaşanan…

 

Hadi kınına sok öfkeni !

Bu notalar senin..

Tüm anlamsız iç çekişlerimin,

ardındaki anlam.

Tüm sensizliklerimin tanığı,

tüm tanıdıklığımla hayatı.

Ne kadar boş bıraktın oysa beni,

incecik su tozu öpüşlerin, özlediğim..

Lirik, nemli..

 

Ayak seslerini taklit etmeye çabalayan onca obje,

öyle sanma zamanlarım,

onca yalnızlık yordamları.

İnadına nikotin,

inadına umut.

Söz geçiremediğim yüreğim.

Bu düş kapanı !

 

Bu notalar senin;

Doğuran sensin,

yücelten !

 

Ruhun..

Etin…

Kemiğin..

Kanın…

Böylesine mükemmel uyumu..

 

Bu notalar senin için  !

‘Düşsel’

(Nisan 2007)

‘POST MORTEM – MORG GÖREVLİSİ..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘kötü günler geçiriyoruz.. insan olanın acıdan, üzüntüden yıkıldığı günler.. felaketler her şeyin üzerini örtüyor.. felaketler karşısında insanlar (iki üç yaratık dışında) birleşiyor, kardeşleşiyor.. kardeş olabilmek, kardeş kalabilmek için illa hep başımıza belli felaketlerin mi gelmesini beklemeliyiz.. felaket gelmeden başımıza birbirimizi yemeye, birbirimizi yok etmeye devam mı edeceğiz.. farklılıklarımıza neden tahammül edemiyoruz.. ve yönetenler neden hep sadece kendi taraflarının tek haklı olduğunu düşünüp ona göre yönetirler.. bu ülke de her dönem böyle olmuştur.. sadece bu iktidarı suçlamıyorum.. neden suçlu insanlar hep cezasız kalır.. neden 1923 yılından beri hatalı olan kamu görevlisi ya da bakan ya da bilmem kim istifa etmez.. neden onu hep korurlar.. batı ülkelerinde ya da japonya’da böyle mi olur bilmiyorum.. neden onur sıkıntımız var bizim.. onurlu insanlar gibi hatalıyım demeyi neden bilmeyiz.. bu ülke neredeyse felaketler cumhuriyeti adını alacak.. darbeler ülkesi, felaketler ülkesi.. bize benzer ülkeler vardır fakat bizim kadar olanı yoktur eminim..

neyse bize benzer ülkelerden birisi olan şili’den bir film epeydir arşivimde beni bekliyordu : ‘post mortem..’ malesef her zaman film adlarında olan kötü çevriler ya da seçimler diyelim burada da başımıza geliyor.. türkçeye ‘ölüm sonrası’, ‘morg’ ya da ‘otopsi’ diye çevrilse daha iyi olacağı halde filmin adı türkçeye ‘morg görevlisi..’ olarak çevrilmiş.. ne yapalım filmlerin ‘kaderi..’

filmimiz ‘post mortem’ tabi benim iran sinemasından başımı kaldırmamı bekliyordu.. geçenlerde mekanda tek başıma otururken onu araya sıkıştırmaya çalıştım.. geceden kaldığım için sıkı bir kahvaltı yapmaya da çalışıyordum.. neyse film bir başladı, kahvaltı mahvaltı da kalmadı.. şimdiden uyarıyorum, reçete gibi olacak belki ama bu filmi yemek öncesi, yemek sonrası ya da özellikle yemek sırasında izlemeyin.. yan etkileri çok fena.. bulantı, kusma, iştahsızlık, baş dönmesi kesinlikle yapar bu film ona göre ayağınızı denk alın, hatta bugünlerin moda ifadesiyle yazayım ‘haddinizi bilin’ filmi izlerken.. yoksa ne o gün yemek yiyebilirsiniz ne de yediklerinizi midenizde tutabilirsiniz..

film bir zırhlı aracın altına yerleştirilen kameranın verdiği görüntüyle başlıyor.. zırhlı araç hızla boş ve uçuşan çöplerle, kağıtlarla dolu yolda ilerliyor.. zırhlı aracın gürültüsü insanı ürkütüyor ve filmin kara havası hakkında sizi uyarıyor..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

   

 

 

filmimizin kahramanı 55 yaşındaki mario, bir morgda otopsi sekreteri olarak çalışan kendi halinde bekar birisidir.. tek başına yaşayan mario’nun hayatının tek eğlencesi karşı komşusu kabare dansçısı nancy ile ilgili hayaller ve fanteziler kurmaktır.. nancy’nin çalıştığı kabareye sık sık giden mario bir gün yine gittiğinde nancy’nin dansçı kızlar arasında olmadığını fark eder ve hemen kulise iner.. orada kabarenin patronu ile nancy arasında gelişen diyaloga şahit olur.. nancy aşırı zayıflığından dolayı kabareden kovulmuştur.. kabareden birlikte ayrılan mario, nancy’i içinde kaldıkları şilinin o zaman ki özgürlükçü sosyalist başbakanı allende yanlısı bir gösteri arbedesinde kaybeder.. arabadan inen nancy göstericilerin arasına katılır ve kaybolur..

mario hayatına devam eder.. akşamları bir yandan sabahtan akşama kadar katıldığı otopsilerle ilgili el yazısıyla tuttuğu tutanakları daktiloya çekerken bir yandan nancy’nin evini gözlemeye devam eder.. mario’nun hayatı bundan ibarettir.. otopsilerde önünde her gün insan bedenleri kesilirken, soluduğu ölü bedenlerin kokusundan mario’nun ruhu da, rengi de tıpkı ölü bedenler gibi bembeyazdır.. dış dünyaya, politik gelişmelere duvar gibi duyarsız gibi görünmekle beraber aslında çevresini çok iyi gözlemlemektedir.. sabahın başlamasıyla ölü bedenleri kesen personeller öğle yemeklerinde toplu halde iştahla yemeklerini yerken mario, nancy gibi iştahsızlaşır.. güncel politik gelişmelerden, yaklaşan darbenin ayak seslerinden bahseden personel profesörler dahil birden gaza gelip hep bir ağızdan vietnamlı devrimci ho chi minh için yazılmış marşları söylerler.. mario sadece boş, donuk gözlerle iş arkadaşlarını izler..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

bağıra çağıra geliyorum diyen darbe sonunda 11 eylül günü tüm vahşetiyle gelir.. mario tankların sokaklarda yürüdüğü sıralarda her şeyden habersiz banyosunda kulakları tıkalı halde banyo yapmaktadır.. oysa o sırada nancy’nin evine baskın yapılır.. aynı zamanda solcuların devamlı bir araya gelip toplantı yaptığı ev bombalarla, tüfeklerle yerle bir edilir.. banyodan çıkan mario pencereden nancy’nin evinin halini görür ve hemen nancy’nin evine koşar.. sokaklar bomboş ve ölüm sessizliği vardır.. nancy’nin evinde nancy’nin yaralı köpeği dışında kimse yoktur.. köpeği alan mario hemen evine döner.. kendi arabasını nancy için kabarenin sahibine nancy’nin kabareye dönmesinin diyeti olarak veren mario nancy’nin abisinin arabasıyla köpekle beraber işe gider.. iş yerinin önü bu sefer çok kalabalıktır.. yakınlarından haber almak isteyen bir sürü kadın kapının önünde beklemektedir.. içeriye çantayla köpeği sokan mario içerideki rütbeli, rütbesiz onlarca askerler birlikte koridorların bir sürü cesetle dolu olduğunu görür.. önce gizlice içeriye soktuğu nancy’nin yaralı köpeğini tedavi etmeye çalışır.. yaralarına pansuman yapar. sonra yanında çalıştığı profesörün yanına giderken çalıştıkları kurumun yönetimini devralan asker bozuntusuyla karşılaşır.. donuk bir sesle askerin ağzından ‘bugünlerde çok çalışmanız gerekecek ve bu kurumun bir şekilde çok çalışmasını sağlayacağım’ lafı çıkar yılan tıslaması şeklinde..

ve mario’nun hayatı tam bir kabusa dönüşür.. bir yandan nancy’nin ailesiyle birlikte ortadan kaybolması ve bir yandan da otopsi için getirilen katledilmiş binlerce ölü bedenin otopsisiyle boğuşmaları mario’nun hayatını çekilmez hale getirir.. otopsilerin usulü bile değişmiştir.. cesetlerin sadece isimlerini, yaşlarını ve üzerlerinde kaç kurşun deliği olduğunu küçük kağıtlara yazmaları emredilir.. iş arkadaşları arasında isyan edenler en sert şekilde ölümle korkutularak tehdit edilir postallı şerefsizler tarafından..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

bir gün eve döndüğünde mario’nun yanındaki köpek birden nancy’nin evine koşar, evin müştemilatına doğru giden köpeğin peşinden giden mario kapıyı açtığında orada saklanan nancy ve nancy’nin kaçamak yaptığı solcu arkadaşını yan yana  görür.. günlerdir ölü bedenler arasında nancy’den bir iz arayan mario hem sevinç hem de hayal kırıklığını bir arada yaşar.. ilk şoku atlatan mario, nancy ve arkadaşına her gün yemek, haber ve istedikleri şeyleri getirir..

bir gün nancy’nin babasını da morga gelen cesetler arasında gören mario şaşkınlığını atlatamadan gizli bir görevle üç kişilik ekip halinde başka bir mekanda özel bir otopsiye askerler tarafından götürüleceklerini öğrenir.. ve esas filmimiz orada başlar..

gittikleri mekanda girdikleri salonda darbeyi yapan  ‘pinoche’ şerefsizi dahil tüm askeri erkan hazırdır.. otopsi grubunun bayan elemanı otopsi aletlerini yavaş yavaş çıkarırken kamera üzeri açılan cesede yönelir ve ekrana darbeyle devrilen özgürlükçü, sosyalist başbakan ‘salvador allende’nin tanınmaz haldeki bedeni gelir.. ülkesinin tam bağımsızlığı ve özgürlüğü için politikalar uygulamaya çalışırken darbeyle devrilen ve akabinde başkanlık sarayında şüpheli bir şekilde ölen salvador allende tüm heybetiyle vicdansız askeri heyetin önünde yatmaktadır.. üç kişilik otopsi ekibi değişik duygular içinde ne yapacaklarını şaşırırlar ve ilk tepkiyi duygusuz, ruhsuz olarak görünen mario verir.. önüne konulan daktiloyla yazamadığını söyler ve yerine bir asker emirle oturtulur.. mario donuk gözlerle otopsiyi izlemeye devam eder..

dediğim gibi sslında film burada başlar.. gırtlağınıza oturan bir yumruk, gözlerinizden akmaya çalışan gözyaşlarıyla boğuşarak izlemeye çalışırsınız filmi..

2010 yapımı bu filmin ilginç bir yanı da darbe günlerinde intihar ettiği öne sürülen ancak kimi kaynaklarca askerler tarafından katledildiği söylenen salvador allende’nin ölümünden 38 sene sonra 2011 mayısında mezarının açılarak tekrar otopsisinin yapılacağı günlere denk gelmesiydi..

binlerce devrimci ve solcunun katledildiği veya kaybedildiği 11  eylül 1973 şili darbesini bir kez daha lanetlemek ve en önemlisi büyük devlet adamı salvador allende’yi anmak için bu filmi mutlaka izleyin..’

 

Crockett..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Filmin Künyesi :

Yönetmen: Pablo Larraín

Senaryo : Pablo Larraín

Oyuncular: Alfredo Castro, Antonia Zegers, Jaime Vadell

Yapım : Şili-Meksika-Almanya,

Yılı :2010,

Süresi : 98 dakika..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

filmden replikler :

 

nancy : ne iş yapıyorsun komşu..
mario : memurum..
nancy : peki beni neden buraya getirdin..
mario : hava atmak için..
nancy :  bana niye hava atmak istiyorsun ki..
mario : kişisel sebepler..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

nancy : ‘ordu benim babam ve kardeşimden ne istiyor, biz kendi halinde insanlarız..’

 

‘insan kalmaktır zor olan…’

‘aklım almıyor.. dünden bu yana o kadar şaşkınım ki.. konuşulanlar, yazılıp çizilenler.. kanım duruyor, beynim donuyor ve insan olmaktan duyduğum utançla kusuyorum. herkes insan doğuyor ama, herkes insan kalmayı beceremiyor.. merak ediyorum böyle insan olmaktan uzak düşmüş insanlar gerçekten insan mı? ki onlar insansa ben değilim.. olmak da istemiyorum.
 
şu geldiğimiz nokta da neyin nesidir kavramakta güçlük çekiyorum. kardeşi kardeşe vurduruyorsun, ardından onlarca insan ölüyor.. daha ben bunun şokunu üzerimden atamamışken, benim ırkıma ve dilime laf uzatacaksın. sen kimsin ulan.. kim. senin yüreğinde taşıdığın da acı mı, sen benim gibi mavilere karalar bağladın mı ? sonra bu acı yetmezmiş gibi geçip gözlerimin içine baka baka; soykırım yapıp bunların hepsini katledeceksin. ne demek bu.. sorarım size. binlerce yıldır bu topraklar üzerinde insan gibi kalmaya direnen insanları linç edeceksin, onları bu vatandan sürecek ya da katledeceksin öyle mi… orda duracaksın işte.
 
soykırıma falan gerek de yok arkadaşım. geldiğimiz nokta bunun beterini gösterdi bize. van’da olan depremden rant sağlamaya çalışan o şahsiyetsiz yaratıklara sesleniyorum. siz haddinizi bilin.. kimsenin kimseye üstünlüğü yoktur. sen kimsenin ırkına laf uzatamazsın. sen kimsenin acısından mutluluk resimleri çizip de geçip karşısında mutluluk naraları atamazsın, çünkü sen insansın ve insan olan durup düşünür. bu topraklar üzerinde oynanmaya çalışılan o faşizan oyunlara hiçbirimiz gelmeyeceğiz. tam aksine asıl şimdi birbirimize sarılacağız. günlerdir darmadağınım, içim yanıyor, bedenim iflas etmiş durumda, ruhum kendini çeperliyor her nefeste. bu kadar mı uzak düştük biz insan olmaktan, peki ama ne zaman ve nerde yitirdik biz bu değerleri. yazık… çok yazık.. sözün bittiği yer sanırım tam da burası.
 
orada burada okuduklarım gerçekten utanç verici. insanları ya da o insan kılığındaki yaratıkları görmemek için gözlerime perde asıyorum bundan böyle. duymamak için gece gündüz kulağımdaki müziğin sesini yükseltiyorum. tıkıyorum ruhumu yaşama ve susuyorum ve acıyla ve utançla izliyorum sizleri. ilahi adalet öyle mi, iyi olmuş öyle mi, taş üstünde taş kalmasın öyle mi… orda sadece doğulu vatandaşlarımız mı var, bizim orda okuyan çocuklarımız, gençlerimiz yok mu, memurlarımız, öğretmenlerimiz, askerlerimiz.. onlara ne olacak. siz böyle söylemlerle mi insanlığınızı gösteriyorsunuz. böyle mi insan kalmaya direniyorsun. şu aşamada bile kendim için insan diyemiyorum. insan kalmaya direniyorum, diyebiliyorum. neden insanlığımdan utandırıyorsunuz bizim gibileri.. nedeeeen…
 
hadi bu insanlar cahil, hadi bu insanlar okumamış, görmemiş.. peki ya milyonlara hitap eden o ulusal kanalların spikerleri.. sizler de mi okumadınız, sizler de mi hala cahilsiniz.. şey pardon, her okuyan insan değildi dimi.. sen insanların bilinçaltına yavaş yavaş faşistlik tohumları ekemezsin. sen insanları doğulu batılı diye bölemezsin. sen önce haddini bil.. aptalsın ulan. ağız dolusu küfrediyorum senin gibilere. çünkü aylakdaşımın dediği gibi elimden yalnızca bu geliyor. elimden gelenin fazlasını da yapmak isterdim ama, seni sadece şikayet etmekle yetindim. umuyorum ki gereği yapılır da seni ve sizin gibileri o ekranlarda görmeyiz… dünya insanı olmayı öğreneceksiniz.. öğrenmek zorundasınız.. yoksa sizinle birlikte hepimiz gömülüp gideceğiz. dünya insanı olun ve insanları kategorilere ayırmadan, dil, din, ırk, cinsiyet ayrımı yapmadan herkese eşit şekilde sarılın.. yoksa insanlığından şüphe ederim.
 
insan olmak değil, insan kalmaktır zor olan. lütfen durup bir kez daha düşün. ve ruhunuz bedeninizde mi diye yoklayın…’

‘Mavinin Çığlığı’

insan olun…

‘depremle sarsılan insanlara ‘iyi ki olmuş, haddini bilecek herkes’ diyen faşistlere ‘insan’ olun lan çağrısıdır bu… insan olun…’

 

‘Papyrus’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“Hayvan olmak istiyorsan olabilirsin elbette. Bunun için insanlığın acılarına sırt çevirmen ve yalnız kendi postuna özen göstermen yeterlidir.” – Karl Marx

aslında…

Aslında…

Aslında…

Aslında…

Aslında kendinde değil hiçbir şey eskiden olduğu kadar. Her şey amansızca değişiyor, değiştikçe aslındalıkları başka aslındalara yaklaşıyor; karmaşıklaşıyor…

Telaşla maskeleniyor insanlar, aslındalarının kimin aslındasına yaklaştığına  bile dikkat etmeden, toplum olabilmek adına, içlerinde kendilerini haklı çıkaracak bir çok yalanlarıyla maskeler ediniyor her insan. Aşklar kartpostallarda kalıyor, aslında sadece para kazanmak adına üretilmiş, duygu similasyonları saçma sapan kartpostallar…

Karşısında otururken unuttuğun duygularına dem vurup altlarında ezilmene olanak tanıyan büyük aşk filmlerindeki figüranlara bile “şanslı” gözüyle bakan, aslında biraz çabalasaydı, teğet geçtiği aşkların izlediği senaryolardan daha büyük olabileceğini hiç düşünemeyen, maskeleri altında, ihtimaller kenarında dümdüz yürüyen insanlar…

“Sevişme” sözcüğünü duyduğunda yüzü kızaran, gözbebekleri büyüyen, dudaklarını ısıran; aslında gecelerce hayaletlerle sevişen çoklu, pek çoklu yalnızlıklar…

Yanında duran kadının bir zamanlar ayak bileklerine bakarken bile doyumsuz hazlar duyduğunu anımsarsın, sonra şimdine dönersin ve farkına varırsın o an sana sadece ihtiyaçlarını taşıyan kemikler olduğunun.. ve senin yanından, güzelliğinden hiçbir şey kaybetmemiş, geçmişinde uğrunda ölebileceğim şey diye ifade edebilmeye cesaretinin olduğun kadını, ona sahipken, aptal bir senaryo sürecinde bunları hatırlıyor olman ne acıdır. Aslında ne acıdır ki tüm bunları bir çırpıda okuyuveriyorsun. Belki de düşünüyorsundur, tahminim bundan ileri gitmez. Ya da gidebilir mi ?  Çamurlar içinde yaşarken kendimizi teselli edecek bir ahlaki zemin bulmamız bazen zor olabiliyor, değil mi ? Bak yine yanındakine dönüyor konu dönüp dolaşıp, yahut ben dönmesini istiyorum. Toplumsal yaşama o kadar adapte olmuşuz ki, ihtiyaçlarımızı o kadar kapsamlı hale getirmişiz ki, en ufak bir sarsılmada depresyona giriyoruz. Kurduğumuz zincirlerin etrafımızı sardığının farkında değiliz. Kırılan ilk halka bir anda kendimizi çırılçıplak hissetmemize neden oluyor üstelik. Sonra profesyonel destek.. Seni tanımayan, sana sadece kitap sayfaları ardından bakan, kirpiklerindeki nemin senin için ne anlama geldiğini bilmeyen ( ki bilmek isterse bile kendini görebilme, kendi aşımsız sorunlarını anımsama riskine giremeyecek ) kendini daha iyi hissettiğin, şirin şirin kutucuklara, minik şişelere konmuş ilaçlara, haplara ulaşabilmen için imza yetisine sahip bir profesyonelden gelen yardım. Külahıma anlat, sen anlatırken ben de lavaboya gideyim.

Ne oldu ? Neden yaptın bunu ? Külah o sadece. Seni anlamasını nasıl beklersin. Ne bu saldırganlık ? Onun bir kişiliği yok, hoş olsa bile ısırmandan sonra seni anlamak istemez ki zaten. Bırak külahımı ısırma !

Yanındaki..

O işte..

Bir gün yanında olmayacağını düşündün mü hiç ?

Elbette düşündün. Sonra korktun ve kaçtın. Hatta işyerinde arkadaşının anlattığı fıkrayı geri koydun bilinç üstüne, aklının geri dönüşüm kutusundan alıp. Fıkra ilgin bittikten sonra da dolaptan kola almak için kalktın. Dolaba giderken illa ki gözüne başka bir şey çarpar ( ki çarpması için veya kendi içinde konuyu değiştirmek için tüm duyuların açıktır ) ve unutuverirsin. Uzun bir süre unutmayı da başarırsın.  Özel bir tarihe kadar mesela. Hani hep unutmamak için ufak kağıtlara yazıp cüzdanının “zula” sına sakladığın özel günler. Benim gibi arkasına hesap bile yapmışsındır belki, hesap yapman gereken bir durumda “müsvette kağıt” bulamadığın bir anda.. ama benim farklı tabi. Dolaptan kolaya almaya giderken unutmaya çalışmama fırsat vermedi “O’nu kaybetme” hissiyatı. Çünkü O’nu kaybettim ben. Yani bu cehennemin tadını biliyorum.

Yanındaki cenneti kaybettiğinde, ne dolaptaki kolayı, ne de arkadaşının fıkrasını hatırlamaya takatin kalmayacak. Ve hiç takatin kalmayacak radyatörün bile güzel görünmesi için danteller ören o “güzel insan” ı özlediğini birilerine anlatmaya.. Sevişme sözcüğünün utanılacak bir şey olmadığını anlayacaksın. Aşkı anlayacaksın kısaca…

Külahımı bırak, git ‘o’na sarıl…

Onu kaybetmenin bıçak sırtı olduğunu anlat.

Ki bilmezsin aslında;

Aslında ne olduğunu bu cehennemin…

Aslında bunları yazmayacaktım, hiç karışmayacaktım sana, ne bileyim. Zaten yanında bile değilim; yanında olsam da sana yandaşta olmazdım aslında. Soğudum anlıyor musun ? çevreme baktıkça da soğumayı abartıyorum, donuyorum. Hep tedirgin sabahlara uyanıyorum ve gülümsüyorum her şeye. Gülümsemekten başka izah bulamıyorum yaşananlara. Dümdüz gidenlerden olmamak adına önüme çıkan her yola sapıyorum, her yöne açığım, dönüyorum, dolaşıyorum, zamanla oyunlar oynuyorum, gülümsüyorum… Her köşe başında sobelesin istiyorum hayat beni. Ama olmuyor, bu dehlizde çırpındıkça daha da dibe vuruyorum…

Aslında…

Aslında…

Aslında, bunları üzül diye söylemiyorum, ajitasyon da yapmıyorum. Sadece yarın kaçırdığın otobüslerden, unuttuğun özel günlerden, ayaklarının aşındırmadığı yollardan, dolabındaki koladan, saçma sapan fıkralardan merhamet dilenme diye söylüyorum… cehennemde sadece ateş yok, bil istiyorum. En büyük ateş tenini yakan değil, kalbindeki ufak kıvılcımlardır diyorum. Sarıl diyorum yanındakine, benim yapamadığımı yap istiyorum. Çünkü maskelerimiz altında can çekişen, hiçleriz biz. Birilerinin birilerine bağlı, birilerini birilerine bağlamaya her daim hazır bir sistemin “feda edilebilir” üyeleriyiz biz. Görünen hiçbir büyük resimde yok suretlerimiz. Hiçbir resimde o kadar büyük görünmüyor küçülmelerimiz…

Aklının unuttuğun köşelerinde birer biblo gibi duran şeyleri hatırla, buruşturup attığın hayallerini. Ayrı yastıklardayken başlarınız, henüz sahip olamamışken varlığına neler düşündüğünü anımsa. Anımsa ki henüz yanında, anımsadıkça yüzünden gülücükler yaratan o insan. Yeni bir kaybedene gülümseyerek yaklaşan beni anımsa. Seninle daha sonra karşılarız. Mesela bir parkta, ben kayıplarımı, sen güvercinleri beslerken. Ortak bir konu bulana kadar İstanbul konuşuruz. Belki çatlamış ellerimden, belki eteği sökük hırkamdan anlarsın kaybettiklerimi ve bana acırsın; bir parça ekmek kırıntısı verip güvercin beslerken bir an unutabilmemi sağlarsın.. Sonra yine İstanbul konuşuruz, bir ortak noktamız olmadığını anlayıp. Anlatırsın içinden “o” na olan şükranlarını bana ve güvercinlere, usulca…

‘Düşsel’

‘Maldoror’un Şarkıları’ – Comte de Lautréamont

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

I.nci şarkı’dan alıntı.

Billur dalgalı yaşlı okyanus, muçoların yaralı sırtında görülen mor izlere benziyorsun biraz; yeryüzünün vücuduna dövülmüş uçsuz bucaksız bir mavisin sen; seviyorum bu karşılaştırmayı. Senin, ilk görüşte, tatlı melteminin mırıltısıymış gibi gelen uzun bir keder esintisi, silinmez izler bırakarak geçer derinlerinden sarsılmış ruhun üzerinden ve farkında varmadan sana vurulanların anısını hatırlarsın, ve insanın, yakasını bir daha bırakmayan acıyla tanıştığı o ilk zor yılları. Selamlıyorum seni, yaşlı okyanus !

Yaşı okyanus, geometrinin katı yüzünü şenlendiren uyumlu küresel biçimin, nasılda insanın, küçüklükleriyle yabandomuzunun, kusursuz yuvarlaklarıyla da gecekuşlarının gözlerine benzeyen küçük gözlerini anımsatır bana. Bununla birlikte, çağlar boyu hep kendi güzelliğine inandı insan. Ben, özsaygı yüzünden kendi güzelliğine inandığını sanıyorum biraz; ama gerçekten güzel değildir insan ve kuşku duyar bundan; çünkü neden benzeşenin yüzüne bunca tiksinmeyle baksın ? Selamlıyorum seni, yaşlı okyanus !

Yaşlı okyanus, özdeşliğin simgesisin sen: Hep kendine eşit. Özde hiç değişmezsin, ve, dalgaların bir yerde kudurmuşsa, daha uzakta, bir başka yerde, tam bir dinginlik içindedir. Sokakta, birbirinin boğazını parçalayan iki buldog köpeğini seyretmek için duran, ama bir cenaze geçerken durmayan; sabahları sana yakın, akşamları mendeburun teki olan; bugün gülüp yarın ağlayan insan gibi değilsin sen. Selamlıyorum seni, yaşlı okyanus !

Yaşlı okyanus, beslediğin türlü soydan balıklar arasında kardeşlik bağı yok. Hepsinin ayrı ayrı olan huyu ve yapısı, başlangıçta bir düzgüsüzlük gibi gelen durumu yeterince açıklıyor. Mazereti aynı olmayan insanın da durumu böyle. Bir toprak parçasını ele geçirmiş olan otuz milyon insan, sınırdaş bir toprak parçasına kök salarak yerleşmiş komşularının yaşamına karışmamak zorunda olduğuna inanır. Büyükten küçüğe, her insan kendi ininde bir yabanıl gibi yaşar, ve kendisi gibi kendi inine çökmüş olan türdeşini ziyaret etmek için pek ender çıkar buradan. Evrensel büyük insan ailesi, beş paralık bir mantığa yaraşan düşten başka bir şey değildir. Ayrıca, senin verimli memelerinin görünümünden nankörlük kavramı yayılır; çünkü, iğrenç birleşmelerinin ürününü ortalığa bırakarak yaratıcı’ya karşı oldukça nankör davranan sayısız anababaları düşündürürler. Selamlıyorum seni, yaşlı okyanus !

Yaşlı okyanus, senin özdeksel büyüklüğün, kapsadığın kitlenin tümünü oluşturmak için gerekmiş olan etkin doğal güçlü ölçüştürülebilir ancak. Seni şöyle bir bakışta göremez insan. Seni görmek için gözlerin sürekli bir hareketle teleskopunu ufkun dört bir yanına çevirmesi gerekir, tıpkı bir matematikçinin, bir cebir denklemini çözmek için, problemi ele almadan önce çeşitli olasılıkları gözden geçirmek zorunda olması gibi. Besleyici maddeler yer insan, ve besili görünmek amacıyla, daha iyi bir yazgıya yaraşır daha başka çabalarda gösterir. İstediği kadar şişsin, semirsin bu sevimli kurbağa. İçin rahat olsun, erişemeyecektir senin boyutlarına, en azından ben öyle sanıyorum. Selamlıyorum seni, yaşlı okyanus !

Yaşlı okyanus, acıdır suların senin. Eleştiricilerin, güzel sanatlar, bilimler ve öteki şeylere ilişkin olarak damıttıkları safranınki gibidir tadın tamı tamına. Bir dahi ile karşılaşırlarsa, sanki buradaymış gibi sunarlar onu. Güzel vücutlu biri, korkunç kamburun tekidir ona göre. Kuşkusuz, kusurunu böylesine eleştirebilmek için, dörtte üçü kendisinden kaynaklanan bu eksikliği alabildiğince güçlü duyumsaması gerekir insanın. Selamlıyorum seni, yaşlı okyanus !

Yaşlı okyanus, yöntemlerinin yetkinliğine ve bilimin araştırma olanaklarından yararlanmaklarına karşın, uçurumlarının baş döndürücü derinliğini ölçebilir duruma gelemedi insanlar. En uzun, en zahmetli iskandiller kanıtlamıştır, senin öylesine uçurumların var. Balıklara vergi bunları yapmak, insanlara değil. Çoğu zaman düşünmüşümdür, hangisini bulgulamak daha kolay diye; okyanusun derinliğini mi, yoksa derinliğini mi insan yüreğinin ? Çoğu kez, direklerin arasında, düzensiz bir biçimde sallanırken ay, ben, alim alnımda, teknenin üzerinde ayakta ve peşine düştüğüm amaçtan başka her şeyi  dışlamış, bu zor sorunu çözümlemeye çalışırken yakalarım kendimi ! Evet hangisi daha derin, ikisinden hangisi daha ulaşılmaz: Okyanus mu , yoksa insan yüreği mi ? Otuz yıllık yaşam deneyimi belli bir noktaya kadar, dengeyi bu çözüm yollarında birinden ya da ötekinden yana bozabilirse, diyebilirim ki, bu konuda bir karşılaştırma yapılacak olursa, derinliğine karşın insan yüreğinin derinliğiyle boy ölçüşemez okyanus. Erdemli insanlar tanıdım. Altmış yaşlarında ölmüştüler, ve hepsi de şöyle haykırmaktan geri durmadı: “Bu yeryüzünde iyilik yaptılar, yani hayır işledirler; Hepsi bu kadar, hiçte güç değil, herkes yapar bu kadarını” Bir gün önce birbirine tapan iki sevgilinin, kötü yorumlanmış bir sözcük yüzünden, kin, öç, aşk ve acı dikenleriyle birlikte, iki ters yöne gitmelerini ve ikisinin de kendi yalnız gururlarına sarınarak birbirlerini artık görmemelerini kim anlayabilir ? Her gün tekrarlanan bir tansıktır bu ama gene de şaşırtıcı. Yalnızca türdeşlerimizin talihsizliklerinden değil, üstelik kendileriyle birlikte acı çekmemize karşın en yakın dostlarımızın talihsizliklerinden keyiflenmemizi kim anlayabilir ? işi uzatmamak için işte size yadsınmaz bir örnek: İnsan ikiyüzlülükle evet der, ama kafasındaki hayır’dır. İşte bu nedenledir ki insanlığın, yabandomuzu yavrularının birbirlerine karşın büyük bir güvenleri vardır ve bencil değildirler. Gelişme yolu daha çok uzun ruhbiliminin. Selamlarım seni, yaşlı okyanus !

Yaşlı okyanus, öylesine güçlüsün ki, bunu bedelini ödeyerek öğrendi insanlar. Üstün yeteneklerinin bütün olanaklarını boş yere harcadılar… sana egemen olamadılar. Efendilerini buldular. Kendilerinden daha güçlü bir şey bulduklarını söylemek istiyorum. Bu bir şeyin adı var: adı Okyanus ! Öylesine bir korku salmışsın ki içlerine, sana saygı duyuyorlar. Buna karşın, en ağır makinelerini iyilikle, incelikle ve kolayca döndürüp duruyorsun. Göğe ulaşan akrobat sıçrayışları ve kendi ülkenin diplerine kadar görkemli dalışlar yaptırıyorsun onlara: Görse kıskanırdı bir panayır cambazı. Demiryolsuz, sudan bağırlarında, balıkların ve özellikle de kendilerinin nasıl davrandıklarını göstermek için, onları kaynayan kıvrımlarınla kıskıvrak sarmadığın zaman çok mutludurlar. İnsan der: “Okyanustan daha zekiyim ben” Olasıdır, dahası oldukçada doğrudur, ama onun okyanusta yarattığı ürküntüden daha çoğunu okyanus onda uyandırır: Kanıtlanması gereksiz bir şey. Gözünden hiçbir şey  kaçmayan bu ihtiyar, asılı yerküremizin ilk dönemlerinin çağdaşı, ulusların deniz savaşlarına tanık olduğunda acıyla gülümser. Al sana insan elinden çıkma yüz kadar ejderha. Üstlerin tumturaklı konutları, yaralıların çığlıkları, ateş eden toplar, birkaç saniye içinde yok etmek için bile bile çıkardıkları gürültü. Öyle görünüyor ki bir kıyım sona erdi ve okyanus hepsini yutup mideye indirdi. Kocaman ağız. Dibe doğru devsel olmalı, bilinmez yönünde ! Bu ilginç bile olmayan budala gürültüyü taçlandırmak için, yorgunluktan geride kalmış birkaç leyleğin uçarken, göğün ortasında, durmadan haykırmaya başladıkları görülür: “Bak hele ! Hiç hoşlanmadım bundan ! Aşağıda kara kara noktalar vardı, gözlerimi kapattım, görünmez oldular” Selamlarım seni, yaşlı okyanus !Yaşlı okyanus, ey büyük bekar, soğuk krallıklarının görkemli yalnızlığını bir baştan bir başa dolaşırken, doğuştan gelen görkeminle haklı olarak gururlanırsın, ve bende sana gerçek övgüler sunmak için can atarım. Yüce gücün sana bağışladığı özelliklerden en büyüğü olan görkemli yavaşlığının nemli kokusuyla keyifle salınarak, kara bir gizemin ortasında, benzersiz dalgalarını baştan başa o yüce yüzeyine yayarsın. Sonsuz gücünün verdiği o dinginlik duygusuyla. Küçük küçük aralarla, birbirlerini izlerler. Biri biraz alçalacak olsa, bizde her şeyin  köpükten yaratıldığı izlenimi uyandırmak için dağılan köpüğün üzünçlü sesinin eşliğinde, bir başkası hemen onun yerini alır (İnsanoğulları da böyle, bu canlı dalgalarda birbirleri ardınca, tekdüze, ölürler; ama köpüğün ezgili sesini bırakmadan) Göçebe kuş güven içinde dinlenir üzerlerinde, ve onların mağrur bir incelikle dolu devinimlerine bırakır kendini, kanatlarının kemikleri gökyüzü hac yolculuğu sürdürebilmek için gerekli olan her zaman ki gücüne tekrar kavuşuncaya kadar. Yalnızca senin somut yansıman olmasını isterdim yüce insanın. Çok şey istiyorum, ve bu içten bir dilek övgü senin için. Sonsuzun simgesi olan tinsel büyüklüğün, uçsuz bucaksızdır. Filozofun düşüncesi gibi, kadının sevgisi gibi, kuşun kutsal güzelliği gibi, şairin içe dönüşü gibi. Geceden de güzelsin sen. Kardeşim olmak ister misin, söyle bana, okyanus ? Coşkuyla kımılda. Biraz.. biraz daha, seni Tanrı’nın öcüyle karşılaştırmamı istiyorsan eğer, uzat kurşuni mor tırnaklarını, kendi bağrında bir yol açarak kendine… Güzel. Haydi yay korkunç dalgalarını, yalnızca benim anladığım ve saygıyla önünde yere kapandığım çirkin okyanus. İğretidir insanın yüceliği: Zorla kabul ettiremez kendini bana. Ama sen, evet. Ah ! Bir saray gibi giz dolu kıvrımların içinde, sen büyücü ve acımasız, kim olduğunu bilmenin bilinciyle dalgalarını birbiri ardına salarak yüksek ve korkunç sırtınla ilerlediğin, benim bulgulayamadığım bir yoğun acıyla bunalmış bir durumda, insanların o çok korktukları soğuk uğultunu göğsünün derinliklerinden koy verdiğin, kıyıda güvenlik içinde bile seni titreyerek seyrettikleri sırada, sana eşit olduğumu ileri sürecek bir düzeyde bulunmadığımı anlıyorum. Bu nedenle, üstünlüğün karşısında, senin yanında en alaylı karşıtlığı, dünyada eşi benzeri görülmemiş en gülünç zıtlığı oluşturan benzeşlerimi bana acı acı düşündürmeseydin bütün sevgimi (güzele olan özlemlerimin kapsadığı sevginin niceliğini kimse bilemez) sana verirdim; sevemem seni, nefret ediyorum senden. Cayır cayır yanan alnımı okşamak için açılan ve dokunur dokunmaz ateşini alan o dost kollarına binince kez neden geri dönüyorum ? Bilmiyorum gizli yazgını; ilgimi çekiyor seninle ilgili en varsa. İblis’in barınağı mısın, değil misin, haydi söyle bana ? Söyle bana.. söyle bana, okyanus ( henüz senin gözbağcılıklarından haberleri olmayanları üzmemek için yalnızca bana), bulutlara değen tuzlu sularını ayaklandıran fırtınaları İblis’in soluğu mu çıkartıyor ? Söylemelisin bana, çünkü sevindirecek beni, insanın cehenneme bu kadar yakın olduğunu bilmek. İstiyorum ki bu benim yakarışımın son dizesi olsun. Öyleyse, bir kez daha, seni selamlamak ve seninle vedalaşmak istiyorum ! Billur dalgalı okyanus.. Gözlerime sel gibi yaşlar doluyor ve sürdürecek gücüm yok, çünkü hödük görünüşlü insanların arasına dönme zamanım geldiğini duyumsuyorum; ama..cesaret! Büyük bir çaba gösterelim, ve görev duygusuyla, bu dünyadaki yazgımızı gerçekleştirelim. Selamlıyorum seni, yaşlı okyanus !

“Denizin bütün suyu düşünsel bir kan lekesini yıkamaya yetmez”

Comte de Lautréamont

“Maldoror’un Şarkıları’ – Comte de Lautréamont.

Çeviri : Özdemir İnce. Kırmızı Yayınları. 315 Sayfa. 2008 , İstanbul

‘Maldoror’un Altıncı şarkısını okuyunca kendi yapıtlarımdan utandım’ André Gide

‘Maldoror’un birazcık tadına bakınca, bütün şiir yavanlaşıyor’ Louis Aragon

‘Lautréamont’u açın ! Bütün edebiyat şemsiye gibi tersine döner’ Francis Ponge

‘Maldoror’un Şarkıları olmasaydı Fransız kültürü eksik ve tamamlanmamış olurdu.’ Marcelin Pleynet

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

iyilik, insan, aşk, yaz ve sen

derin bir soluktur insan,
göğse vurup kaçan.
 
iyilik, ince sesli bir yankıdır,
dağın doruğundan ovaya yayılan,
 
aşk, bir saklambaç oyunu
kafesin duvarını zorlayan.
 
yaz, kısır bir mevsim,
çiçeği besleyemeyecek olan.
 
sen; uzak bir yol, güneşli hevesli
gözü kamaştırıp, gizi kutsal kılan.

‘Topal Kuş’

‘GÖKLERDE ERİYİP GİTMEK İSTERDİM..’ – JOSÉ MARTİ

göklerde eriyip gitmek isterdim,

yaşamın ışıklı ve dingin olduğu,

sürekli ve huzur veren bir esriklikte,

beyaz bulutlarda gezintilerin mutluluk verdiği –

dante’nin yıldızlar arasında yaşadığı yerlerde..

biliyorum, çünkü gördüm gözlerimle

ışıklı bir günde tarlalarda bir çiçeğin

nasıl açıverdiğini goncasını –

ruh da öyle açar işte,

tıpkı böyle olur bu, yemin ederim –

ansızın gelen bir şafak gibi

ya da baharın, ilk uyanışıyla

çiçeklerle donatması gibi leylak ağacını..

fakat ne yazık.. başladım anlatmaya

ve beklerken şiiri, izliyordum ki

yüce kartal imgelerinin

inişini çevremdeki toprağa;

ürkütüp kaçırdı öteye insan sesleri

o altın kanatlı soylu kuşları..

ve yitip gittiler.. bakın

kan nasıl da fışkırdı yaramdan..

bugün benim için dünyanın simgesi

kırılmış kanatlardır.. savatlanmaya

altın teslim olur, ruh değil –

acı içindeyim, ruhum henüz diri

dar bir mağarada sıkıştırılmış bir geyik gibi –

ve ağlıyorum ve gözyaşlarıyla

intikam alıyorum kendimden..

JOSÉ MARTİ

‘GÖKLERDE ERİYİP GİTMEK İSTERDİM..’, Çeviri : ATAOL BEHRAMOĞLU, CAN Yayınları, 118 Sayfa, Eylül 2011..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘zanan-e bedun-e mardan / erkeksiz kadınlar / women without men..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘iran sineması üzerine yaptığım çalışmalarım da ‘shirin neshat’ eserlerine yeni giriş yaptım.. ve pek bir memnun oldum kendisiyle tanışmaktan.. ‘shirin neshat’ın ilk izlediğim eseri de yine arşivimde uzun süredir bekleyen ‘women without men’ adlı yapımı oldu.. filmin afiş ve kapağı bayağı etkileyici olsa da ben onu arşivimde demlenmeye bırakmıştım.. ve sıra ona geldi.. mekanda tek başıma takıldığım, moralimin sıfır olduğu bir anda izlemeye başladım.. daha ilk sahnelerle ‘munis’ adlı karakterin olağanüstü çekimlerle kendini boşluğa bırakmasıyla ben de kendimi boşluğa bıraktım gözlerimden akan yaşlarla.. iran sineması kadar insan ruhunu sinema perdesine bu kadar güzel yansıtan bir sinema yok yeryüzünde..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

oyunculuklarıyla, yönetmenleriyle, müziğiyle, kurgusuyla her şeyiyle bir sarsılmaz kale iran sineması.. bizim ülkemiz gündeminin de ilk sıralarında yer alan ‘kadın’ın ezilmişliği, yok sayılması üzerine bir destan ‘shirin neshat’ın bu çalışması..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(yönetmen : shrin neshat..)

 

hikayemiz 1950’lilerin iran’ında geçiyor.. dört kadının hikayesi var birbiriyle benzeştiği için çakışan.. ha şimdi sadece bu dört kadın mı eziliyor hayır.. hikayemizde bu dört kadın var.. çeşitli sınıflardan gelen dört kadın.. birisi evde zorla evlendirilmeyi bekleyen ve benim oyunculuğuna hayran kaldığım ‘munis’ karakteri.. diğeri kendisini terk eden sanatçı arkadaşından sonra mecburen üst düzey bir generalle evlenen kadın karakterimiz.. bir diğeri ise genelevde çalışan ama yaşadığı hayata bir gün  isyan eden.. bir diğeri ise sevdiği erkeği başkasına kaptırmak üzereyken elinden geleni ardına koymamaya çalışırken başına gelmeyen kalmayan ve bana en itici gelen karakter.. ha neden sadece ‘munis’in ismini verdin diye soracak olursanız ‘munis’ benden torpilli ondan derim..

neyse filmimizin geçtiği 1950’lilerin yaşamsal ve siyasi ortamına bakalım.. o sıralarda iran’ın başbakanı ‘musaddık’tır.. iran petrolünü millileştirmiştir.. bu durumdan rahatsız olan emperyalist ülkeler ‘musaddık’ı devirip eli kanlı şah’ı yine etkin kılmaya çalışmaktadır.. ulusalcılar ve ülkenin solcuları ayaktadır.. her gün ülkenin dört bir yanında başbakan musaddık yanlısı gösteriler yapılmaktadır.. ancak emperyalist ülkelerin gazı verdiği iran ordusu darbe yapmak üzeredir.. eve kapatılmış ve zorla evlendirileceği erkeğini beklemeye zorlanan ‘munis’ evde radyodan gündemi her an takip etmektedir.. bir gün yine heyecanla radyo dinlerken odaya giren abisi radyonun fişini kopartır ve akşam gelecek görücü tayfası için hazır olmasını yoksa bacaklarını kıracağını söyler.. abisiyle sert bir tartışmaya giren ‘munis’ tartışmanın ardından evin çatısına çıkar, kulaklarında çınlayan musaddık yanlısı göstericiklerin sesleri arasında ve gökyüzünde kayan bulutların altında kendini boşluğa bırakır.. ve film burada başlar.. herkesin öldü zannettiği ‘munis’i abisi tam da kendisi evleneceği sırada böyle bir rezaletle düğünü lekelenmesin diye gizlice evinin bahçesine gömer.. üstelik bu duruma şahit olan ve ‘munis’in abisinden hoşlanan munis’in arkadaşı da göz yumar.. ‘munis’in abisi namaz kıldığı yerden kalkar kendisi yüzünden intihar eden kız kardeşini kimse çakmasın diye evlerinin bahçesine gömer.. hepimizin öldü sandığı ‘munis’ kötülere inat en olmayacak zamanda topraktan fışkırır..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(munis..)

filmdeki dört karakteri buluşturan şey ise uğradıkları zulümlerden sonra şehrin dışındaki duvarlarla çevrili sislerle örtülü bir bahçe içindeki evdir..

film kadınların her devirde her ortamda nasıl ezildiğine dair çarpıcı gözlemler, tespitler sunuyor.. sağcı, solcu, ulusalcı, gerici, dinci, faşist her yapı ve yönetim içinde kadınların ikinci sınıf vatandaş-birey vs olmadığını çok güzel anlatıyor.. kadın sadece bir araç..

‘munis’ten sonra en etkilendiğim karakter genelevde çalışan ‘zarin’ karakteri.. yabancı bir oyuncunun canlandırdığı ‘zarin’ karakteri genelevden kaçıp önce hamam gider.. burada kadınların şaşkın bakışları arasında derisini parçalayarak ve vücudunun  her tarafını kan içinde bırakarak temizlenip, arınmaya çalışır.. insan olan herkes derisinde ‘zarin’in yaşadığı acıları hissederken kalbinde, beyninde yaşadığı fırtınaları da hissetmesi kaçınılmaz oluyor bu sahnelerde..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

iran doğumlu ‘shirin neshat’ın yine iranlı yazar  ‘shahrnoush parsipour’un aynı adlı romanını okuduktan sonra mutlaka bunu sinemaya aktarmalıyız diye düşünmesi üzerine ortaya çıkan bir film bu.. filmi birkaç defa izledikten sonra üzerine yaptığım çalışmalarda sağda solda film hakkında yazılıp çizilenleri incelediğimde erkek egemen yazar-çizer takımının nasıl insafsızca eleştirip filmi yerin dibine batırdığını görünce güldüm geçtim.. bu filmi bu kadar acımasız infaz edenlerin iran’da aynı adlı romanı ve filmi yasaklayan erkek egemen molla yönetiminden hiçbir farkı yok benim için.. utanmadan çekinmeden ‘soraaya’yı taşlamak’ filmini yerlere göklere sığdıramayan tayfa bu filmi yerin dibine sokmuş.. şaşırdım.. ‘shrin neshat’ın babasının şah yanlısı olduğu iddia edilerek, shrin neshat’ın feminist olduğu ve soruna sınıfsal bakamadığı iddiasıyla (feminist olmak bile suçmuş öğrendik) bile bu film kötülenmeye çalışılmış.. sadece yazıklar olsun demek bile az geliyor bu duruma..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

bir kere konu, çekimler, oyunculuk ve her türlü sinemasal kriter açısından üst düzey bir çalışma olan ‘women without men’ filmi ders olarak her sinemacıya izletilmesi gereken bir film.. ve unuttuğumuz insanlığımızı yüzümüze haykıran bir film..

‘shirin neshat’ın tüm çalışmalarında (fotoğraf, sinema vs) olduğu gibi ‘kadınlar’ gözümüzün içine içine dimdik bakıyor.. o bakışlar hepimize suçlu olduğumuzu, utanmamız gerektiğimizi anlatıyor.. ‘cennet anaların ayakları altında’ymış.. bu cümle bile kadınlar için cenneti düşünmeyen, sadece anasına iyi davranan kişinin cennete girebileceğini ama anaların, kadınların cennete giremeyeceğini dolaylı olarak ifade ediyor.. cennette kadının, anaların yeri yok.. kadınlar sadece acı çekmek, analık yapmak için, üremek için varlar.. gerisi hikaye.. olay bu kadar basit.. yüreğiniz yetiyorsa ‘shrin neshat’ın filmlerindeki karakterlerinin, fotoğraflarındaki kadınların gözlerine bakın..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

utanmadan sıkılmadan kalkmışlar bu filmi yerin dibine batırmışlar.. bunuel sinemasından nasiplenmemiş, gerçek-hayal kurgusundan haberleri olmayan kendinden menkul sinemacılar erkek egemen yaşama tarzlarına halel gelmesin diye buyurmuşlar ve infaz etmişler filmi..

‘shrin neshat’ın yaşam hikayesi iran’da başlıyor.. okumak için gittiği amerika’da bulunduğu sıralarda eli kanlı şah devriliyor.. mollalar, stalinist solun her zaman ki basiretsizliğinden yararlanıp iktidara geliyor, iktidara gelir gelmez önce şahı devirirken omuz omuza mücadele verdiği solcuları kesip biçiyorlar.. sonra sıra diğer muhaliflere geliyor.. molla devrimi sırasında yurt dışında bulunan ‘shrin neshat’ ülkesine dönemiyor.. neyse humeyni’nin ölmesinden sonra iran’a dönen ‘shrin neshat’ molla devrimin kadınlar üzerindeki etkisini gözlemleyip, çeşitli araştırma ve çalışmalar yapıyor.. fotoğraf, video, kısa film çalışmalarından yaptığı sergileri iran dışında açan ‘shrin neshat’ 2009 yapımı bu filmiyle zamanın ve mekanın önemli olmadığını, her yerde her zaman kadının ezildiğini ve ezilmeye devam ettiğini bıkmadan usanamadan yine haykırıyor.. anlayana..

insanlığınızla ve gülüşünüzle kalın..’

Crockett..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(ve herkese inat yine filmden aynı kare : MUNİS..)

 

Filmin Künyesi :

Yönetmeni : Shoja Azari, Shirin Neshat

Senaryosu : Shoja Azari, Shirin Neshat, Steven Henry Madoff,

Eser :  Shahrnoush Parsipour

Oyuncular :

Bijan Daneshmand,

Essa Zahir,

Mina Azarian,

Navíd Akhavan,

Orsolya Tóth


Türü : Politik, dram..
Yapım Yılı ve Yapımcı Ülkeler : 2009  Almanya, Avusturya, Fransa

Yapımcısı : Shoja Azari, Peter Hermann
Görüntü Yönetmeni : Martin Gschlacht
Müzikleri : Ryuichi Sakamoto
Süresi : 96 dakika..

gündemden bize ne..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘yaşadığımız ülke, yaşadığımız dünya o kadar hızlı şekilde değişik süreçlerden, olaylardan geçiyor ki artık yetişebilmek mümkün değil..

‘aylak adamız’da, ‘gündemle ilgili yazılar eskisi gibi sık çıkmıyor’ diye bazen eleştiriler geliyor.. ‘bir sessizlik hakim’ diyorlar bizim için.. dördüncü senemizi doldurmaya çalıştığımız şu günlerde bu tür eleştiriler için şunları söyleyebilirim bizim hiçbir zaman gündemle ilgili bir yayın politikamız olmadı.. herkes kafasına göre yazıyor burada.. sitemizin üzerinde ‘haber sitesi’ ya da ‘gazete’ veya ‘dergi’ künyesi yok.. bizim adımız ‘aylak adamız..’ aylağız biz.. gündemin içindekilerden dilediğimize yazıyoruz, dilediğimize susuyoruz.. gündemle ilgili gerekli tepkileri burada vermiyorsak da gereken yerlerde veriyoruz zaten merak etmesin ‘bazıları..’

‘oblomovluk’ yapmaya gerek yok.. boş laflara herkesin karnı tok, bizim de tok.. ‘insan’ olan gerektiği yerde gerektiği şekilde tepkisini verir, vermeyen zaten insan değildir.. yaşanan süreçlerden çok öfkelendiğimiz, sinirlenip masaya kapıya vurduğumuz,  öfkeden midemizin delindiği anlar oluyor.. damarımıza basılmayan gün yok.. sinirlenmemek elde mi.. biz insanız.. insanlığını unutmamış insanlarız.. insanlığımıza yönelik her türlü söylem, olay ve sürecin karşısında her zaman dimdik durduk ve durmaya da devam edeceğiz.. tweeter, facebook ya da bilmem hangi sanal alemde iki tweet, bir iki mesajla ruhumuzu vicdanımızı rahatlatmıyoruz biz..

dünya ayakta, dünya finans kapitalinin kalbinde on binler eylem yapıyor, dünyanın bütün kentlerinde bu eylemlere ses verilerek aynı şekilde eylemlerle destek veriliyor ama ülkemizde ne mi yapılıyor tweet atılıyor.. üç beş kelam yazan yazarlar dahi süreci tahlil yeteneğinden bile yoksunlar.. dünyanın değişik ülkelerindeki iç çatışmaları arap baharı veya halk ayaklanması diyerek yere göğe sığdıramayanlar yaşanan sürecin ne olduğu ve bu ayaklanmalar sonucunda şu anda durumun ne olduğu konusunda sessizler..

zaten dikkat ederseniz televizyonlarda, gazetelerde konuşup yazanlar hep aynı tipler.. kanal kanal aynı tipler dolaşıyor.. sanki klonlanmış gibiler.. hele bir karı koca var maşallah her konuda uzmanlar.. siyaseti bıraktılar magazinden, spora her konuda söyleyebilecekleri bir şeyler var.. bir de bunların ağa babaları var.. kadının yaşı yüz mü oldu iki yüz mü bilmiyorum.. yetmişlerde seksenlerde solcuların kanını içen darbelerin şakşakçılığını yapan bu kadın şimdilerde darbe karşıtı ve demokrasi havarisi olmuş.. ve her şeyi kendisi biliyor ve tek o biliyor.. her konuda uzman.. atom fiziğinden bahsedin sizi çırak çıkarır uzmanlığıyla.. çevreden bahsedin uzman.. kendisi bir ara verse gençlerin (genç dediğim zaten kendileri gibi düşünmeyenlerin şu anda medyada yeri yok, nasıl olsa kendisi gibi düşünenler gelecek rahat olsun, gözü arkada kalmasın) önünü açsa, bir sussa, bir gidip emekliliğini yaşasa ama yok kurulmuş saat gibi yirmi dört saat ekranda ve gazetelerde.. lan bir git ya bir git, bir sus ya.. tamam kabul ediyoruz her şeyi sen biliyorsun.. ama sen bir sus ya.. geceleyin uyurken bile kendi kendine konuşmuyorsa cezalandıracağım kendimi.. bir ay müzik dinlemeyeceğim, film izlemeyeceğim..

işte böyle şimdi dünya gündemi tweeterdan ve facebooktan yönetiliyor-muş.. iktidarlar, otuz küsür yıllık diktatörler tweeterla, facebookla devriliyor-muş..

ya gidin kocaman kocaman insanlarsınız, artık yemeyin bizi yahu.. bunları yazanların çoğu da eski solcu, örgütçülükten gelen tipler.. toplumsal olayların ve sosyal patlamaların sanal alemdeki örgütlenmeler sayesinde oluştuğuna inanıyorlar ve inandırmaya çalışıyorlar.. ee peki soruyorum onlara mesela bu sanal alemde örgütlenip, iktidarı devrilen mısır’da şimdi yönetimde kim var.. mübarek’in bilmem kaç senelik ordusu değil mi.. nerede oradaki iktidarı deviren kitleler..

yok arkadaş yok.. biz de gündem filan yok.. arada dileyen burada kafasına göre gündemle ilgili vesaire ile ilgili yağar dilediğine.. o kadar.. haber ajansı değiliz.. dileyen yüz bin milyon ya da milyar bilmiyorum tane sanal haber sitesinden olmadı, tweeterdan filan takip edebilir gündemi..

alın bakın her yerden şimdi bangır bangır bağırıyorlar : ‘kaddafi öldürüldü..’ gündem yine değişti-rildi.. dünya anlık yaşıyor artık.. herşey o kadar hızla değişiyor ve gün-cel-le-ni-yor-ki insanlar değil bir şeyler yapabilmek, daha durumu veyahut olayı idrak edemeden, düşünemeden gündem hoop değişiyor.. ‘hop hoop değiş tonton.. hooooooop gündem oldum..’

ama biz gündemin ta içindeyiz, göbeğindeyiz.. kafamız da gönlümüz de vicdanımız da rahat.. vicdansızlar, ruhsuzlar düşünsün..

dünyayı yaşanmaz hale getiren gündemlere rağmen biz yaşıyoruz ve yaşayacağız.. ‘yaşamak gerek vanya dayı..’

isteyen bizi okur isteyen okumaz.. bir iddiamız veya bir amacımız yok burada..

rahatta..

gülüşünüzle ve dilediğiniz ‘gündeminizle’ kalın..’

Crockett..

(1. not : benim gündemim mesela şimdi ‘halo dayı’ bizim mekandan çıkarken litrelik jack’in ‘yanlışlıkla ‘halo dayı’nın çantasına girip mekan dışına çıkması..’ ikinci gündemim robert walser’in can yayınlarından yeni çıkan kitabı ‘tanner kardeşler’.. üçüncü gündemim ‘t’ kapaklarından yaptığım tavşanlara bir çiftlik kurma projesi diyelim.. artık saymayayım.. lanetlenmeyeyim.. gündemim saymakla bitmez.. ama bizim gündemimiz anlık değişmiyor hep bir yerlere not ediyoruz hızla akıp giden dünyayı.. işlenen cinayetler, insanlık suçları, patlayan bombalar, katledilen insanlar hep gündemimizde.. ‘hiçbir şey insan hayatından daha değerli değildir..’ bizim felsefemiz bu.. insana karşı olan, cana kıyan her şey, herkes düşmanımızdır.. ama bilsinler ki dünyayı bizden alamayacaklar, çalamayacaklar.. kazandık dedikleri anda kötülerin sonları suya sabuna dokunmayan kendi sinemaları hollywood filmleri gibi olacak : ‘iyiler kazanacak..’ kötüler kendilerini biliyorlar zaten.. bundan iyi aylak gündemi mi olur..)

(2. not : ha şimdi yukarıdaki yazıda tweeter filan bilmem neyin adını yanlış yazmış olabiliriz, dilediğiniz kadar gülebilirsiniz, biz de gülüyoruz..)