Archive for Eylül, 2011

ENGEL’SİZSİNİZ…

Bir Şehri dolaşıyorsun ya adımların karışıyor o şehre…
Engelsiz yol alıyorsun ama nerden bileceksin ayağına dolanan bir engelin yolunu kesmesini…
Koca şehir kol kanat gerer o ara sana bense göz kulak olurum ya ne gelir elinden söylesene?
Bir engeli görmezden gelebilir misin?
Düşünsene!
Sadece düşünüyor olman bile engellenirken hareketlerini nasıl sınırsız kılabilirsin?
Engelleri kaldırabildiğin anda Engelsizsin…

‘Hasibe’

(Arkadaşımın rol aldığı ‘Engelsizsiniz’ adlı tiyatro oyunu için yazdım. Ve dizelerin bir kısmı kullanıldı oyunda, bu benim için onur verici bir andı.)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

yaşamak ve yazmak…

yanlış doğurmuş bizi doğuran oysa. anasının rahmini yırta yırta tersinden gelmişiz bu yaşama. varlığım varoluşa kelepçe olmuş gibi.. ne çıkarabiliyorum bileklerimden ne olduğunu kabulleniyorum o kelepçenin. acılarla birikiyorum ve acılarla büyüyorum küçülürken. kendini kendinde öldürmüş bir tanrı gibi şaşkınlık oluyorum sonra.
 
kendi kendini öldürdü bütün tanrı’lar.. ben de her geçen gün kendimi öldürüyorum bir tanrıya nispet edercesine. ve ben ölürken içimde senli olan yanların da ölüyor. cesedimi yıkamadan uçurum ağzında ısırıyor birileri ve ben ne zaman in/san desem, gözyaşlarım yağıyor ruhumdan. işte o an yaşamak en çelimsiz ve en çekilmez yer oluyor.
 
sonra üstad ! sana karşılığı olmayan sorular soruyorum durmadan;
 
kirpiklerinden tutulur mu bir şiir
ve dizelerinden dokunulur mu yaşama..
ya şair.. şair kendini hapseder mi sessiz harflere..
 
bunları düşünürken yoruluyorum. ne yana baksam kör olsun istiyorum varlığım; ama hala yaşamda nefes alan bir varlık olmak batıyor ruhuma. şarkılar dinliyorum, bir şeyler okuyorum, bir yerlere gidiyorum; ama hep aynı halüsinasyon.. olmayan seni var eden oyunlar oynuyorum. düşler düşlüyorum düşlerinden, sana düşler alıyorum uçurum ağızlarından.. ama nefes alamıyorum hala..
 
umarsızlığın çarmıhında seneleri giyiniyorum, belki zaman alır seni benden diyorum; ama zamanın gücü bir tek kirpiklerinden tuttuğum şiirleri yakmama yarıyor. yaktığım şiirlerle sevişiyorum sonra sana inat, onlarla aldatıyorum yaşamı ve seni. gene de başımı yaslıyorum dizlerine. ve dizlerin hala taş dölü. sol tarafıma sapladığım seni ayıklamakla geçiyor günlerim. yolsuz bir devinimin içinde aşk hareleri arıyorum, yolu sana çıkacak olan. oysa yol bile sendin…
 
yaşamak ve yazmak; bence anlamsızken bir anlam arayışında olmaktır. deliyken akıllı olma çabasında olmaktır yazmak. tanrıyken tanrı arayışında olmaktır ve şu bizim bizim yaptığımız şey pek de akla yatkın şeyler değil be üstad !  karşılığı olmayan sorular doğuruyorum gene sana katran karasına gömü olan kadınların rahminden. ve diyorum ki üstad:
 
yaşamın en çekilir yeri neresidir……?

‘Mavinin Çığlığı’

Sonbahar…

Ne zaman yalnızlık üzerine yazmak istesem, içimden iğde, çınar, çam ağaçları, atkestaneleri, çınarların toprak yollara kazınmış kökleri, nehir, denizyıldızları, kambur balinalar vs. çıkıyor. Böyle bir resimde insan, sabırla toprağı işleyen, ağaçtan yemişi, zeytini vs. toplayan ele ve eşyanın bir ucuna iliştirilmiş bir söğüt dalına dönüşüyor. Âlemle yan yana yürüyen sanki yalnız olsa da ıssız kalmıyor; ancak ona direnen ve tabiatını yadsıyan, farkına bile varamadığı bir derin boğumun içinde debelenip duruyor, durup debeleniyor…

İnsana en çok –kanaatimce- hüzün yakışıyor. Kendini bekleyen, o sebepten o boşluğu hiçle, ama hiç dol-(a)-mayacak olan insanın o uzun beklentisiz bekleyişi sırasında, gözlerine düşen iki çiğ damlası. Hüzün tatlıdır, hele bir de mevsim sonbaharsa. Güneş, adaletini başka bir yana çevirmiş, âlemde her ne var ise, kendi içine çekilmeye başlamıştır. Kuşlar istisna… Kanatları vardır ve sıcak diyarlara göç edebilirler. Soğuğun, ölümün, üzerini örten karın faili olduğu kabz halinden uzakta, her daim eşyanın bast halinde çalıp söyleyebilirler. O sebepten, bir içe çekilme, hesaplaşma, ölüp-ölüp-dirilme tecrübesini sürekli erteleyebilirler. Belki de bu yüzden kuş olmuşlardır. Kuş olmanın tabiatına giriş… Hüzün, kuşlara da ilişir mi acep? Kim bilir…

Ama toprakla beraber kendi içine çekilmek iyidir, iyi. Tohumları atar ve sakince beklersin. Baharı, güneşin yüzünü tekrar sana çevirmesini. Tohumlar belki çatlayıp yeşerecek, belki de çürüyüp çözülecek. Sen tohumları atmışsındır, sorumluluğunu yerine getirmiş olarak mağarana girebilirsin. Göğe doğru yeşermek de çürüyüp toprağa karışmak da birdir aslında. Kim demiş ki o kötü bu da iyi diye? Zanlarını diyorum, zanlarını salsana dehrin kollarına. Bırak hepsi uçup gitsinler zihninden, kuşatma altındaki kalbin açığa çıksın, gözlerinle diyorum, kalbinin gözleriyle baksana Rabbe, âleme ve kendine. Önce biraz…

Yeni zamanın cemrelerinin düşmesine kadar uzun bir uykuya dalabilirsin. Uyku-düş arasında salınabilir, rüyalarında yüreğini ve bilincini, kadim dostun dehrin memelerinde avutabilirsin. Tam da bu kabullenmişlik, teslimiyet anında aydınlanıverir zihnin, daralma genişlemeye, genişleme daralmaya gebedir. Rahman’ın nefesidir âlem, her şey eşiyle aynı özden yaratılmış. O vardır ve O’nunla beraber hiçbir şey yoktur. Ve hepsi aşk imiş, hepsi…Ve boşluk, aslında kendine duyduğun özlem imiş…

“Görmek istersen, bir kum tanesinde dünyayı / Ve cenneti bir dağ lalesinde… / Tutmayı dene, sonsuzluğu avuçlarının içinde / Ve ebediyeti sığdırmayı tek bir saate…” (William Blake).

‘İbn-i Zerabi’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

TANRININ LEHÇESİ

16 yaşım gibiyim kaç zamandır; aşka ve hayata ipekten anlamlar yüklerdim, kaygan yumuşak ve parlaktı her şey,

Olgunluk, dikeni batan, dimdik ve sade bir çiçek, acı veriyor bana. Ben uzun gelincik tarlalarının kızıyım, yüzüm gözüm onlara değip dokunmaktan kıpkırmızı, bir de utancımdan….

İçim acıyor benim, çoook acıyor.

Yüreğimin taşları bir bir  yerinden oynuyor. İçim bugüne dek görmediği bir sınavla sınanıyor ve bunu hiç kimse bilmiyor.

Hayat neydi ki senin bana bakışının yanında???

Her şey nasıl da anlamını yitiriyor….

Günlerdir ağlıyorum ve günlerdir 16 yaşım gibi yüksek sesle müzikler dinliyorum.

Ayıp mı bilmiyorum, belki komik.

BEN GÜNLERDİR NE YAPTIĞIMI BİLMİYORUM! Bildiğim yarısı yaradır hayatın, gerisi derin bir iç çekiş….

Mumlar yaktım kalbime gecelerce, kendimden özür dilerdim, vicdanıma bağırdım, af diledim. Ermişler, müneccimler ve inançlı kadınlar güldü bana . insan olmayı beceremeyenin duası kabul görür mü diye.

Doğdum diye yaşıyorum günlerdir, bir de ilk gençliğime olan vefamdan.

Anılarıma, yıldızı, geceyi, güneşi ve aşkı ilk tanıdığım zamanlara olan borcumdan…

Sonrasına inancım kalmadı, nedenim de yok..

Ben karanlığı kendinde saklı dilsiz, ıssız, bir karabasan çığlığıyım

Hafif terli endişeli, göğsü inip kalkan ve uyanmaya çalışan bir küçük kız çocuğu belki…………..

Ne olurdu sanki hiçbir resim sararmasaydı,

Şiirlerin bir anlamı olsaydı

Şarkılar hep birini anımsatsaydı

Ve hiçbir şeyden

Ve hiç kimseden vazgeçmek zorunda kalmasaydık…

Kalemim anlamıyor kelimeler niye eksik bu gece.

Bilmiyor ki herkesin yaşadığı adı konumlamamış hisler vardır içerimizde

Ve kelimeler onlara en çok ihtiyaç duyduğumuz an yüz çevirir bizlere

Yüreğim gecenin siyahıyla esmerleşiyor

Vakitsiz dünyaya gelmiş çocuklar ömür boyu bu yükü taşırlar omuzlarında

Biz, haksız yere azarlanmış onurlu ve inançlı çocuklarız.

Ve ömür hala tanrının lehçesini tercüme etmekle geçiyor…

‘TOPAL KUŞ’

KİTABA DÖN YÜZÜNÜ!

İşte yine başladı canımız ciğerimiz festivalimiz. Yüzünü kitaba dönen bizlerin festivali bir yandanda. Bu sene 5. si yapılan festivalin yapılan tek değişikliği mekanı oldu, evet yine Taksim’de ve ulaşılması yine çok rahat bir yerde, Tepebaşı’ nda, TRT binasının önünde.
72 Sahaf katılıyor bu yıl, Ankara’ dan gelenler de var, yine epey renkli. Aranıp bulunamayan kitaplar için isabetli yer. Yıllarını kitaplar arasında geçiren bir çok sahafla bolca sohbet etme şansı yakalamanın tadı da başka oluyor haliyle. Kitap dışında plak, dergi ve kaset de bulabilmek mümkün.
Tüyap’a günler saydığımız bu günlerde mesafe olarak yakın olmasının etkisiyle katılım da oldukça yüksekti. Sonbaharın gelişine sevinme gerekçelerimden birini de yaşamın olmanın hazzı var.

* Tarih olarak 6-18 Eylül verilse de, genelde her sene tarih uzatılır bilginize..

‘HERDEM’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İçimden Gelenler

Yazıcaklarıma başlamadan önce aga’nın affına sığınıyorum o beni anlar belki de beni bu hayatta tek anlayan insandır kendisi .

Bu aralar işler koptu gidiyor bütün aksilikler belki de bizi buluyor ama sorun değil şanslıyız belki bu işler esnasında o kadar güzel iki insan ile tanıştım ki anlatamam sevgili dostlar . ilk gördüğüm zaman da çok benimsedim belki onlar benim arkamdan küfür ediyorlardır ama ben onları abim  , dostum  , kardeşim kadar çok seviyorum  . Onlar kendilerini biliyorlar …

Bu aralar çok baskı yaptığım ve bizim sitenin çok sıkı takipçisi olan , onlar dediğim gibi kendilerini biliyorlar saygılarımı sunuyorum kendilerine …

Bazı şeyler anlatılmaz gerçekten sitenin adını ilk söylediğimde aldığım cevap şu idi : biz o siteyi zaten duymuştuk dediler çok şaşırmıştım  . Belki hemen hemen her gün birlikte olduğumuz insanlar ekibindeki arkadaşlar ve patronları ve bir bütün olarak hepsi hepinizi çok seviyorum . iyi ki varsınız iyi ki sizi tanıma fırsatım olmuş …

Teşekkürler Sevgili dostlar ….

‘Blackhawk’

acının bedeli…

‘yazacağım ama korkuyorum…
günlerdir, yine o aptal düğümün içindeyim…
sıkıldım kendimden, çok sıkıldım…
kalbimden ve belleğimden nefret ediyorum…
seni hayatımdan süzdüğümü düşündüğüm anda tekrar boğazımı sıkan dar boğazlı kazak oluyorsun…
ve benim ters dönmüş kaplumbağalardan farkım kalmıyor böle zamanlarda…
aptallık bu ya, hala inanamadığımdan BİTİŞİME, yazdıklarını okudum, yine, yeniden…
içim nasıl kırık dökük bilemezsin..
yüzümdeki keder gölgesi aralık ayında attığın maili okuduğum andaki gölgeyle aynı şimdi…
bir de salak bir gülümseyiş var işte…
hani sürekli oyundan çıkarılan, azarlanan, istenmeyen ama yine oyuna çağırsalar diye bekleyen çocuğun arsız, şaşkın gülümseyişi gibi…
ne büyük aşkmış ya, ne büyük…
kendi yazdıklarımı da okudum, kendime kullandığım sözleri duysan kulakların çok acırdı…
ne trajik sevmişim seni…
sense bende sevdiğin, aşık olduğun her halimi; düşüşe başladığında, işe yaramaz bulmuş, hasta ruhlu saymışsın…
sen hep kendi hayatını yaşamışsın, bense bunca yıl biriktirmiş olduğum tüm sevgiyi, ÜSTÜME basa basa sana vermişim, ve sen oburca kemirmişsin beni…
en son attığın; hani yaşattığım güzel anlar adına vedayı hak ettiğimi düşündüğün mailin var ya…
mesleğini bırakmalısın diye düşündürdü… bu meslekte bu umursamazlığın… çok acıklıydı çok…

ama daha da acıklısı mailin sonuna iliştirdiğin zoraki umursar tavrındı…

belki de dünya gidişatının kurbanlarındansın, belki de sahiden bencilin birisin…

ama o göğsündeki sıcaklığı nasıl gerçek yaptın?

peki ya nasıl oluyordu da süt dişin bile gülümsüyordu?

ya gözlerin?

arzuyla, tüm kuralların içinden kaçıp nasıl öyle bakıp uyuşturuyordu beni?

ya sözler?

o hızla geçip giden sözler?

yaşamla ölüm çelişkisi gibi, bıraktığın tüm çelişkiler..!

birazcık eğlendin işte.. evet, evet birazcık eğlendin!

benimse hala bir ağırlığım yok, bazen kafamı çizgi film kalitesinde burkup kopartmak

istediğim bile oluyor… ve sıkıldım biliyor musun? vaktin bu hep efkar halinden sıkıldım…

geçen gün ne yaptım biliyor musun sevgili ecelim?

sırf ömründen bir dakikaya tanık olmak için, arkadaşın birine seni arattım…

tam 12 dakika senle konuştu… ve ben köklerimi dahi yok etmene rağmen, o 12 dakika için

tanrı’ya şükrettim…

‘ne güzel ya şu an onun ne konuştuğunu, ne yaptığını biliyorum’ diye diye sevindim.

çok mutlu ol çok…

sindiremediğim bu acının bedeli… sadece mutluluğun olsun…

yoksa hakkımı helal etmem….’

‘BULUT’

Düşlerine tecavüz edilen piç çocuklar için..

Günlerdir sol tarafımda bir ağrıyla çoğalıyorum.
Bedenim ruhumun altında günlerdir
böyle hezeyancılık oynuyor çığlıklarla.
Sanırım biraz daha azaldım sevgili..

 

Güne güz düşler doğuran çocuklarla
biraz daha azımsandım yakarışlarla.
Yitik bir sevdanın adını annesine
iliştirip, anneyi acı diye usunda büyüten
çocuklarla bir kez daha damladım kan diye..

 

Öz suyunu kökünden dinamitleyip
kendini kurutmaya mahkum etmiş
çocuklar için, gözyaşlarımla özsuyu
biriktiriyorum avuçlarımın ayasında.

 

Dikte dilmiş bir düzene gözlerinde
ateşler yakan çocuklar için,
anarşist çiçekler topluyorum günbatımlarında

 

Düşlerine tecavüz edilmiş piç çocuklar için,
düş doğuruyorum yoğun bakım ünitelerinde..

 

Bilyeleriyle ayışığına kelebek kanatlı
şarkılar mırıldayan çocuklar için,
ateşböceği oluyorum karanlıkları delen..

 

Sanırım biraz daha, biraz daha..dahaa
azaldım bu gece çocuklarla sevgili..

‘Mavinin Çığlığı’

başkalarına

bir bildiğim vardı eskiden, şimdi unuttum
sular belki yalnızca kendine akıyordur, düşünmeye gerek yok
hep öyledir.

sandığımdan fazlasıymış hayat
acıdıkça öğrendiğim arka sokaklar, taş
üstünde köz kaybettiğim arkadaşlar
belki diyorum çektirdiğimiz fotoğraflarda hala gülüyorlar. 

‘Papyrus’

kaybolmuş bir şiirin son dizesi…

( kaybolmuş bir şiirin son dizesini bulmak için aynı şiire düşmüşlerdi..

adam, sorgusuz sualsiz ve yorgun duruşuyla sarıldı kadının yokluğuna.

adını dahi sormadı. şiir için az biraz heyecan bir tutam yokluk, az biraz 

hüzün yeter deyip kadına: Z.. adını verdi.

kendisine de sonun başlangıcı olan Y.. adını verdi !

ve kapadılar aynı şiire gözlerine. )

 

Z.. bu sen misin, nasılsın.. söylesene?

ellerin..ellerin nerede..

bak ıssız bir ada gibiyim.

beni çevrele… 

beni sar, beni sor, beni ağlat bu gece..

gel tam kucağımda açan zerdali dalı ol. 

 

üşüyorum bana bir palto bul Z..

bana omuzlarından soyulmuş ve yıllanmış 

olan yüzyıllık yalnızlık kokunu ver..

 

bana avuçlarınla bir sandal yap,

bakışlarının sıcağına demir atacak. 

ya da aç göğsünü ısınıp kalayım öyle..

bırak kalayım serzenişinde bir ömür Z..

 

Y.. düştüm gecede..

düşerken dizine çarptım ve düş oldum dilinde.

 

Y.. bana dilinin ucundaki sözcükleri ver, 

birlikte dolduralım bu satırları. 

olmadı diline hapsolmuş küfürleri ver,

birlikte düzelim bu düzeni kaymış yaşamın..

 

Y.. çok yorgun bir akşamın elinden tutuyorsun ya sen,

gel benim avuçlarımdan tut sana yetim kalmışları 

göstereyim..

 

( yitik bir nefes aldı kadın, adamın duraksayıp Z..’leri tükettiği yerde.

sonra gözlerini milad-ı evvel zamana çevirip, harfleri çalınmış bir 

uygarlığın sesine bürünüp kusmaya başladı içindeki Y..’leri kadın. )

 

Y.. dün geceden bu yana ruhundan 

çamaşır ipine asılı bir kadın diktim düşlerime..

ki, bedeninden oluk oluk akan bu aralık kan yağmurları kurusun diye.

 

üşüyorsun hala Y.. kapa gözlerini ve gör bizi.

yüreğim yüreğinin üstündeki hezeyanda.

Y.. yalnız değiliz; çünkü tanrıların ve tanrıçaların 

çıldırmış olduğu araflardan  kaçtık da geldik.

 

gözlerin Y.. gözlerin rengini unutulmuş 

dağ çocuklarından almış bu gece.

sarıl bana o çocukların gözlerindeki ateşle ve 

dokun bana onların özgürlük şavkındaki mavisiyle..

 

Y.. kulaklarım uğulduyor.. 

yoksunluğunda attığın  çığlıklarla..

sen de ben, ben oluyorum Y.. 

ben sen olmuşken nasıl giderim..

 

Y.. gece neden bu kadar uzak. 

gecesi kısa bir sevda bulur mu adımlarımızı dersin?

 

‘Mavinin Çığlığı’