Archive for Eylül, 2011

Evet, her şey karıştı…

Evet, yeni bir ev arkadaşımız oldu. Adı Ber… sarışın üstelik İzmirli bir hatun. Kıskananların bacısı olur. Tüm medya ve paparazzi aleminin haberi olsun. Biz sabaha kadar kırmızı tuborgtan, dark’a yatay geçiş yapıp hayattan sınıfta kalmayı planlıyoruz. Ber… de malumunuz tiyatrocu ama sevmiyor… uzun tiratlar atınca ben kaçıyorum. Geçen gece katıldığımız pasaklı düzeyliler şiir tantanası II etkinliğinde tek sarışın oydu. Sabaha kadar da içtik sonra kelle paça yedik saat 5 falandı yada öyle bir şeyler. yattık uyuduk, Cuma’dan Pazar gününe geçtik, cumartesi kayıp onu bulanın elinden tutup bize getirmesini rica ediyorum.

Normalde iyi gelişmeler oluyor şu lanet dünyada farkında mısınız bilmiyorum? Örneğin, uzaylılar daha dünyamızı basıp bizi pataklamadı. Örneğin, magazinciler peşimize hala düşmedi.

Cumartesi günü yapmam gereken işlerin arasında o kadar çok şey vardı ki hiç birini yapmadım, af edersiniz domuz gibi yattım. Enis Akın’ın düzenlediği Türk şiiri ve Kariyerizm etkinliği uçtu gitti. Aynı gün içinde değişim için 1oo.ooo şairin arasında olamadığım için kendime ne kadar küfretsem az ve tabii Nur Saka ile buluşmamın suya düştüğü için kendimi asmam gerektiği fikriyle ne zaman yüzleşirim bilmiyorum.

Sonuç; hiçbir zaman bir akademisyen olamayacağım bunu biliyorum, ikincisi dünyanın ketum kişilik testlerinde kaydırma yaptığım sorulardan dolayı bana küçüklüğümden beri bundan bir bok olmaz serserinin teki diyen insanlara Abd’de 1oo.ooo basılıp dünyanın bilmem kaç diline çevrilen gürbüz bir antolojiden küfredeceğimi gururla bildiriyorum.

Belki de etimolojik bir hatayla ruhumuzda arkeolojik kazılar yapılacak ve sonrasında oralara gökdelen dikilecek kadar ruhumuz geniştir.

“Şimdilik kimse bilmiyor.”

‘Papyrus’

GÜNE İNAT !

Gece herkesi eşitleyendir,

…ve bütün  ruhların sıyrılmasıdır bedenden,yarım ölüm halidir. Tüm hislerin çıplak ve acz içinde selam durmasıdır ayın cazibesi karşısında.

Bütün çocukların masum, bütün katillerin çocuk, bütün masalların gerçek olmasıdır.  Şehrazatın  bin bir geceden kaçıp tüm genç kızların saçını okşamasıdır. Ömür denilen bulanık suyun içindeki tüm taşların gözlerini gökyüzündeki en parlak yıldıza çevirmesidir. Gece, herkesi eşitleyendir, karanlığı bundandır.

Güneşe dönerken evrenin;  nöbet tutmasıdır tüm erkeklerin.

Gece, hayata sadakattir. Ve kendi genç kızlığını aldatmasıdır bütün kadınların. Derinlerdeki bütün yaraların kanaması, acının kutsanmasıdır. Bütün dinlerin tek bir öze yükselmesi, özün kendi kendine ayinidir.

Gece herkesi eşitleyendir. Gözün görmeyi keşfetmesi, kulağın sese yönelmesi ve ellerin serinlikte ihtiyaç duyduğu sıcak bir temastır. Gece, ömrün yarısıdır, ya da yarım kalan ömrün tamamlanması.

Bütün görkemi tamama ulaşma çabasındandır. Bütün korkuların iklim değişmesi, bütün yazarların sancısı ve güneşin evrenle saklambaç oyunudur.

Gece yalnızdır, herkesi eşitlemesi bundandır

‘Topal Kuş’

Taşralı Kadınlar

denizden geliyorlar
cepkensiz hayatın yorgun yüzlü miçoları
geliyorlar masallar ülkesinden

susuz
perişan ırgatları
taşranın
yalınayak hüzünlü türküleri

 

saçları dağınık yoksul akşamlarda
neler geçmemiştir ki ufuklarından
tütün kokusu yeşil ve mavi
nasıl bir fırtınadır ki kopmuş geliyor

 

kopmuş geliyor eflatun mor hanımeli
fısıltıyla konuşuyorlar
hayatları kocaman denizlerden de derin
sözleri divitine banmış uçurum kadınlar

 

mışmışlı gözlerle bakar şafağı beklerler
boynu bükük geçiyoruz hüzünlü türkülerinden
tırtıklanmış patiska hayatlardan
masallar ülkesinden
pepeçura * zamanlardan

 

hayrat çeşmesinde terleyen boyunlarını
yıkıyorlardı gördüm
paluze * elleri ne kocaman öyle ne yaman
ateşten sözlerini kessem şöyle saçlarım tarumar
masallarını dinlesem yüzüm kızarır nutkum tutulur
memeleri santur tenleri  kilim desenli mağrur
tülbentlerinde kokuları delişmen melisaların
taşra kadınları çok işveli çok yaman

 

geliyorlar uzun aksak adımlarla
başlarında yazma ayaklarında yün çorap
duruşları dağa benziyor gözleri çok derin
sırtlarında yağmalanmış bir dünya
taşranın al yanaklı efsaneleri
umutlar özlemler fırtınalar büyüten
emekçi güzel kadınları ülkemin

 

annem annem
zerdali dalı mısın özverinin adı mısın
kaf dağının ardında yalnız bir ceylan
gülüşün bahar bahçe
başak tarlası yurdumun
çam kokulu özlemine sar beni

‘Özer’

‘bir+bir’in 13. sayısı bayilerde !

‘roll’ yayın hayatına son verdiğinde epeyi bir boşlukta sallanmıştım..

‘virgül’le arka arkaya olunca da tam koymuştu..

gazete bayilerindeki dergi avlarım tatsızlaşmıştı..

türkiye’de dergicilik gerçekten zor iş.. hele arkanı bir sermaye grubuna dayamamışsan, arkanda bir cemaat, parti vs de yoksa işiniz çok çok zor.. ‘virgül, roll, express’ vs dergiler yıllarca direndiler tekellere karşı.. tekellerin birinci sınıf hamur kağıda basılı sudan ucuz dörtte ikisi reklamla dolu cafcaflı dergilerine karşı ayakta durdular.. sonra bazıları yayın hayatlarını tamamen sona erdirdiler, bazıları da başka adlarla bir süre sonra tekrar yayın hayatına döndüler..

işte ‘roll’ dergisinin bizi terk etmesinden sonra ‘bir+bir’ doğuverdi hayatımıza.. ilk başta biraz yadırgasam da sonra hastalık haline geldi bir+bir de.. bayilerde onu göremediğim zaman ürker oldum.. gecikme var, acaba yine mi diyordum.. çünkü bağımsız dergicilikte çıkan her bir sayı kazanılmış bir savaş edasıyla kutlanır.. bu sayı da ‘çıktık’ denir.. kadehler kaldırılır bunun için.. verilen emek, özverinin sonunda çıkan dergilerin arkasından yeni sayı için korkular doldurur kafayı : acaba gelecek sayıyı çıkarabilecek miyiz diye..

içerik yönünden, duruşları yönünden gerçekten yıllardır takdir ettiğim ‘express, roll’ ve ardılı ‘bir+bir’ dergilerini mutlaka alıp okumamız ve destek olmamız lazım.. okuyalım, okutalım.. hediye alacağınız zaman birilerine birer dergi alın ya da az derseniz hediyenize birer dergi ekleyin mutlaka.. gecelerini gündüzlerine katarak özveriyle çalışan bu bağımsız dergicilere destek olalım en azından bu şekilde.. abone olabiliyorsak da olalım lütfen..

neyse son 50 gündeki dünyayı devirip dolaşıp durduğum sıralarda istanbul’a her uğrayışımda kitapçı ve dergilerdeki turlarımda gözlerim bir+bir aradı.. göremedim.. korktum.. ama geçenlerde ‘terk-i dünya yolculuğu’ndan dönüşümde bir+bir’i görünce mutlu oldum.. kaptım bir tane baktım canımız ciğerimiz ‘turgut uyar’ kapak hem de çok güzel bir resimle..

fazla gevezelik yapmayayım bir+bir dergisinin bu sayısının içeriği de yine eskileri gibi dopdolu.. sırf kapağı için bile kaçırılmayacak bir ağustos-eylül sayısı sizleri bekliyor.. tükenmeden gidin alın.. ve imkanınız varsa da abone olun, oldurun derim..

‘hoop değiş tonton gülücük oldum..’ sizler de gülüşünüzle kalın..’

 

Crockett..

 

BİR+BİR  Ağustuos – Eylül 2011, 13. Sayı

İçindekiler :

 

A’DAN X’E, Sayfa 4

ARSLAN EROĞLU RÖPORTAJI, ‘O nehirde yüzmek’, Sayfa 6

MURAT MOROVA RÖPORTAJI, ‘Hibrid Yolcu’, Sayfa 13

KINAY OLCAYTU’ ‘SANATSAL GERİDÖNÜŞÜM’, Sayfa 18

FİLMAMED, ‘Belleğin açığa çıkması’, Sayfa 20

ORHAN KOÇAK’LA A’DAN Z’YE TURGUT UYAR, ‘En kızıl saçlı levend’, Sayfa 23

SES DUVARI, Sayfa 33

MABEL MATİZ, ‘Aysel gel başıma, sen bana göresin’, Sayfa 34

TOM MORELLO, Nam-ı diğer the watchmen’, Sayfa 36

ELECTRELANE, ‘Bütün kızlar toplandık’, Sayfa 39

GNAOUA FESTİVALİ, ‘Minimal duyu direnişi’, Sayfa 40

BOB DYLAN 70 YAŞINDA, ‘I ching aşısı’, Sayfa 43

OKUMA GÖZLÜĞÜ, Sayfa 49

MUHSİN KIZILKAYA İLE ‘AÇLIĞIN SOFRASINDA’, Sayfa 50

SAİT FAİK ÖDÜLLÜ ÖYKÜCÜ AHMET BÜKE, Sayfa 53

DİL TARİH COĞRAFYA BÖLÜMÜ, Sayfa 60..

 

BİR+BİR E-posta ve Abonelik İçin : yekyekk@gmail.com

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

geniş açı.. dar açı.. ve de parke taşı..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

yukarıda aynı coğrafyada yarım saat arayla çekilmiş iki fotoğraf görüyorsunuz..

 ‘terk-i dünya yolculuğu’nun ilk kilometrelerinde dibinde dinlendiğim bolu’daki ‘gölcük’ gölünden çekilmiş iki fotoğraf..

birisi geniş açıdan, uzak plandan.. tıpkı günümüz medyasının her boku geniş açıdan yansıtıp, damara narkozu verdiği fotoğraflar gibi.. gerçekleri tam olarak göstermeyen, aldatan bir fotoğraf.. cennet bir dünya.. her şey yolunda ve tıkırında bu dünyada..

diğeri ise dar açıdan, yakın plandan.. o cennet gölün yakın plandan çekilen bir fotoğrafı..

o gölün ani ve sarsıcı bir şekilde tecavüze uğradığının delaleti..

yani acı gerçekler..

her sene en az beş altı kere gittiğim bir göl..

sadece çeşit çeşit kuş, rüzgar, ağaç, su sesi ve lanet olası ‘insan sesi’ duyabileceğiniz bir yer..

binlerce kilometrelik yolculuğumuzun başlangıcında yolumuzdan saparak tekrar çıktım o gölün yanına.. on saniye sonra tekrar büyülendim.. gölün hemen kenarına koştum.. her gidişimde fotoğraf aldığım, tahta banka oturduğum gölün o kenarı işte ikinci fotoğraftaki gibi çöp doluydu..

her bok vardı affedersiniz..

ben ‘titus tüneli’ndeki antik mezarlıkların içinde yüzlerce prezervatif görüp toplayıp çöpe atmış birisiyim.. yani alışkınım bu tür tecavüzlere..

fakat burada yıkıldım..

buraya kadar insanlık canavarı gelemez demiştim..

burayı da beceremezler demiştim..

fakat hayır, işte uzaktan kepçe sesi geliyordu..

buraya da ulaşmıştı : ‘PARKE TAŞI HASTALIĞI..’

benim teorimdir : ‘parke taşı hastalığı..’

evet buraya ulaşıp bulaşmıştı ‘parke taşı hastalığı..’

teorim şu : parke taşının, asfaltın girdiği yerler bir sene içinde dejenere olup, iki sene içinde kirlenmesini tamamlayıp, üçüncü senesinde son nefeslerini yaşayıp, dördüncü senesinde ruhunu müteahhit ideolojisine vermesidir..

gölün etrafına parke taşı döşüyorlardı..

insanlarına gölün etrafında yürüyüş yaparken kırmızı toprakla kirlenmesin diye pabuçları, toz olmasın diye çorapları, kirlenmesin diye elbiseleri tane tane ve de müthiş özenle parke taşını DÖŞÜYORLARDI gölün kenarına..

hiç tanımadığımız kuş türleri ve de gölün sözcüleri ‘kurbağalar’ ile reis ‘helikopter’ çığlık çığlığa bize anlatmaya çalıştı durumu ve yardım için yalvardılar..

sustuk, küfrettik..

ve ağladık belli etmeden..

huzuru, cennette katlediyorlardı..

‘tanrılar’, plan – proje – istihkaklarını paylaştırıp katledilmesine izin vermişlerdi bu sessiz cennetin..

ağladık..

ağladık..

ağladık..

birbirimize belli etmeden ağladık..

ben aslında acizliğime ağladım..

düşündüm..

ne kadar zamanda bu parke taşlarını söker yok ederim diye.. 

tek başıma sanırım yüz insan hayatı süresi lazım olurdu..

ama benim bir hayatım olsa da, bir parke taşı bile yok etsem o ‘helikopterin’ çığlığına kulak vermiş olacağım..

ve işte çalışıyordu kepçe, parke taşı için gerekli yabancı kumu taşıyıp yaymada..

yaşasın ayaklarımız kırmızı kum olmayacak artık..

yaşasın parke taşı ideolojisi..

ama bence parke taşlarının rengi güzel değildi..

gelecek sene göle uygun bir renkte değiştirilsin, mavi ya da yeşil olsun ve yeni müteahhitler palazlansın..

yorgun, bitik ve yılgınım..

yorum yapmayacaktım iki fotoğrafa fakat ‘terk-i dünya yolculuğu’nda çektiğim fotoğrafların, videoların içinde bu iki fotoğraf ruhumun, hayatımın her an, her yerde ……………. göstergesi olduğundan, suratıma sağlı sollu şamarı çaktığından yazdım bu abuk sabuk yazıyı..

dayanamadım yazdım..

bazılarını, özelikle ‘medeniyet timsallerini’ incittiysem hiç kusura bakmasınlar, hayatım onları incitmekle ve parke taşlarını söküp fırlatıp atmakla geçecek..

kahrolsun parke taşları..

parke taşsız fakat gülüşünüzle kalın..

Crockett..

 

aşkı geçtik, gözlerini açabilirsin..

‘Bir mektup yazmak istiyordum, ama adres bilmiyordum. Yani hiçbir adres bilmiyordum. Bana inanmazlardı, bunun için utanıyordum. Bana herhangi bir adres söyler misiniz? diyemezdim.

Oysa herhangi  bir adres yeterliydi benim için…’

Oğuz ATAY – Korkuyu beklerken – Demiryolu Hikayecileri

 

Ve yine yollardayım yalnız başıma..  yalnız  gezmeleri seviyorum.. ama gideceğim yerde  nedense hep birilerine söz veririm geleceğim görüşürüz diye.. sonra sıkışır kalırım o başkalarının planları içine..  yine öyle oldu ya neyse..

İnsanın bulunduğu yer, zaman ve an’dan başka bir yer zaman ve an’a dahil olması sanki kederleri azaltıyor gibi.. nedense bu sene öyle hissettim.. uzaklaştı, silikleşti canımı yakan her ne varsa..  gelir gelmez ise  içimi sıkan aynı  el harekete geçti  yeniden.. yeniden.. oysa ne kadar uzaktı benden her şey.. ve ölüm.. bir an başka bir gökyüzü altındaydım .. ve gökyüzü o kadar berraktı ki .. küçük sahil kasabalarında benim hiç içemediğim o biranın tadı bile ne güzeldi.. kabuklu fıstıkla bira içmek.. bir de ucuz şarap.. ama tadı pek bir hoş.. zira şaraptan da anlamam hiç.. ben her konuda biraz acemi ve ilgisizim.. zaten çok unutkanım.. o yüzden hep bir daha keşfederek yol alırım.. son zamanlarda isimleri unutur oldum.. geçen gün yeni tanıştığım birine adını tekrar sorabilirim şaşırma dedim  .. güldü sadece.. artık isimlerin mıh gibi beynime kazınmasını istemiyorum.. bu özensizlik değil de biraz vazgeçiş gibi.. sanırım bir çok duygudan, kuraldan, zorunluluklardan  vazgeçtim artık..  önce isimleri unutarak başladım.. hani seslendiğinizde en güzel sesleri çıkaran isimler vardı ya hayatımızda… en çok ta canımızı onlar yaktı..

zaman zaman kendimi ülkesiz, yersiz yurtsuz hissediyorum bu uzak diyarlara gittiğimde.. İnsanın kendini hiçbir yere, adrese  ait hissetmemesi, aidiyet duygusunun  olmaması..

hiçbir yaş’ a ait hissetmemesi ayrı bir huzur.. Bana göre ölüm herkese eşit mesafede olduğu için,  herkes aynı yaştadır.. galiba bir tek ölüm bu kadar adil.. herkese aynı derecede acımasız ve koşulsuz..

Saçlarımı da  kısacık kestim  tatile çıkmadan önce..  şimdi bakıyorum da hayli uzadı.. çok severim kısa saçı.. jean seberg’in serseri aşıklar filmindeki  fotolarını kuaförlere  gösterip az kestirmedim..  Pratik şeyleri sevdiğim, beni yoran uğraştıran şeyleri sevmediğim için.. Formalitesiz, sevgisiz, ilgisiz, bakımsız da dayanabildiği, hep bir iki el darbesiyle iyi durabildiği  için.. uzun yollar için de iyidir..  böylece  beni özgürleştirdiği içindi belki de.. turgut uyar’ın jean seberg’e   yazdığı dizelerdeki gibi..

‘Saçlarımı hep kestim

Tutacak kadar kalmasın dedim

Çünkü bir başkaldırma ancak

Saçlarından tutulur……’ 

Ama uzadı yine kara saçlarım.. sanırım biraz uzun kalacaklar renklenecekler  bu defa .. bazen bir kadının saçlarını değiştirmesi yeni bir sayfa açmak gibidir.. züğürt tesellisi işte..

aşk ise bir var bir yokmuş mesafesinde.. bir var bir yok gibi… bazen hiç sevmiyorum.. bazen çok seviyorum.. çoğu zaman sevmiyorum… galiba artık sevmiyorum…

sanırım aşkı geçtim gözlerimi açabilirim… sevgimle…

‘TAFLAN’

 

‘o bir çay istemişti, trenin içinde
biz tren yolcusuyduk, çölün içinde
ben yalnız kalmıştım, senin içinde
oysa kaç kişinin yerine sevmiştim seni!

aşkı geçtik, gözlerini açabilirsin..’

Haydar ERGÜLEN

(Üzgün kediler gazeli – iç nefes)

can sıkıntısı…

Uzun zamandan beri can sıkıntısını hastalığımla harmanlayıp yatıyorum. Biraz önce bir şair kardeşimle konuşurken hastalığımı sormasının ardından sorduğun için sağ ol dedim. Bizim kimimiz var be ağbi dedi soracağım tabii, aslına bakarsan ben de pekiyi değilim… Kendimi çok yalnız hissediyorum dedi.

Bir trilyon insanın uğraştığı yegane sorunla yüzleşmek değil mesele, mesele ne onu da bilmiyorum. Fakat insanlar hasta olup ölür, ölebilir. Cami avlusuna işeyen köpek Allah’ından bulur mutlaka. Romantik bir adam olduğum pek söylenemez, ama yüzmeyi ve masada ağzını şapırdatmamayı aynı yaşlarda öğrendim. Ağız masada şapırdatılmaz, doğru düzgün ye, eve kız atma, attın yatma sadece müzik dinle’lerle geçen ergenlik denilen ergenlere katlanma çağından sonra sonra… buralara kadar geldik. Burası neresi? 35 yaş sınırındayız.

Mutlaka hastalıktan falandır ama bundan sonrası için ışık göremiyorum. Sadece kendi adıma değil hepimiz için; ışıksız, renksiz, anlarla mutlu olabileceğimiz şu kadarcık bir yaşam serilecek önümüze. Neler olacak biliyoruz. Sonrasını görmek artık antik tozlanmış Nostradamus edasında olmayacak. En azından şaşırmıyoruz. Ben şaşırmıyorum. İki hafta önce sokağın başındaki tekelin üstünde oturan yaşlı bir teyze evinde can vermiş ve ölümünün üzerinden on gün geçmesine rağmen, evinin önünden on gün içinde binlerce insan geçmesine karşın duyan gören olmamış. Evden gelen pis koku üzerine komşular rahatsız olmuş. Rahatsızlıkların bonusu olarak yaşlı teyzeyi cenaze işleri toplayıp mahalleyi hem kokudan hem teyzeden kurtarmışlar. Kısaca insan nasıl öleceğini bilmediği gibi, insanları öldüren şey de otopsi sonucunda belli oluyor.

Dertten ölene verem ya da kanser tanısı koyan gelişmiş tıpla karşı karşıyayız. Her ölümün bir yolu yordamı var. Her ölünün bir geçmişi var. Bazıları iş bulamadığı için işportacılık yapıyor ve zabıta arabasına el koymaya çalışırken kendini yakıyor “Arap Baharına” sebep oluyor kimi de on gün boyunca kokuşuyor.

Hepimiz bir hiçiz!

Bunları yazarken Bandista çalıyor. Evet heyecanlı ama şarkılar, marşlar izlediğimiz filmler, okunan kitaplar hep ama hep bitiyor. Mutlu olacak şeylerin sayısı gün geçtikçe azalıyor. Kuantuma inanmakta bir boka yaramıyor. Birkaç ufo görsek, şöyle kırmızı mavili yansa, dönse, günlerce anlatsak, o da geçecek biliyoruz.

‘Papyrus’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(fotoğraf : crockett..)

döngü…

Hayatını çözemediğimiz insanlar, sıradanlıktan kurtulmak için değişik arayışlara giren, bazen içinde kaybolan, bazen de dibe vuran insanlar… Çılgın gibi belirsiz bir yolculuğa çıkıp, benliğinden uzaklaşan; yepyeni, taze bir benliğe bürünen, sonra tekrar sıradanlaşan insanlar… Anı, ötesini, gerisini yaşayanlar…

Hayatın bir döngü olduğunu kabullenen insanlar, döngü cazip olmasa da denemekten vazgeçmezler.  Toplum her şeyi sistematikleştirip, tek düze insan modeli yaratmak istese de insanın içindeki enerjiyi yok edemez.  Özdeki enerjiyi yok etmek zordur, hatta imkânsızdır.  Özdeki enerjinin önüne geçmek, onu yok etmek için kendimizle savaşırız. Oysaki öldürdüğümüz kişi benliğimizdir.  Bizi biz yapan iyilik, kötülük, sıra dışılık… yok olur,  sokaktaki her hangi bir karakter haline geliriz. 

Üniversiteyi kazanan bir öğrencinin ailesinden ayrılıp, başka bir şehirde öğrenci yurtlarında kalması gibidir. Öğrenci yurtları toplumun tercih ettiği,  uyumun ahengini sağlayan bilinçli düşünülmüş konaklama yerleridir.  Belli kuralları vardır. Ortak yaşamayı öğrenmelisin, belli saatlerde uyumayı, kalkmayı, yemeyi, içmeyi hatta düşünmeyi. Oda arkadaşınla zevkleriniz, düşünceleriniz, yaşama dair kurallarınız uyuşmalı. Uyuşmalı ki üniversite bittiğinde tek tip insan modeli, toplumun huzur içinde uyumasını sağlasın. 

Oysaki özdeki enerji yok olmaz.  Enerjiyi bir süreliğine bastırmaya çalışırız, çalıştıkça patlak vermeye başlar. Huzur içinde uyuyan benliklerimiz,  özgürlük ister, değişiklik ister, kargaşa ister…. Karşımıza toplumu alırız.  Ve döngü tekrar başlar…

‘Siyah’

boschlook…

Tüm varlığım karanlık bir ayettir benim…(Furuğ F.)

Uzun zaman olmuş… Uzun zaman olmuş, gözde ateş, dudakta duman üzerine basa basa Furuğ okumayalı. Bir de, kirpiklerimizin arasından akıp giden yaşların eşliğinde, o günlerin kirpiklerinin arasından geçip gittiği karanlık bir ayetin zikrinden sonra, “Çağdaş İstanbul’da Sufi Kadınlar”adlı sahaftan alınma ikinci el bir kitaba rastlamak… Bir de ne? Bir de, üzerine bu olunca, oldukça ilginç bir hale dönüştü gece. Demem o…

Ve işte, küçük bir kız çocuğu, büyük bir eyrama dönüşmenin zorunluluğu olan görkemli bir yüreğe sahip olduğunun ispatı, tuzdan ızdırabını damla damla boşalttı, mutfaktaki masanın muşamba örtüsü üzerine. Tüm bunlar, o Furuğ’u dinlerken oldu… BtŞ gözleriyle şahitlik etti bu duruma, sırrın sırrının emanetçisi, anladı. Kız çocuğu, yanan mumu aldı, gitti lavabonun kıyısında akıttı ellerinden ayaklarına. Yüreği acıdı, içindeki tohum onu “Hû” diyerek selamladı. O da kendini mumun kızgın suyuyla yıkayarak, karşıladı selamını yazgısının.

“…selam ey yalnızlığın garabeti

odayı sana bırakıyorum

çünkü kara bulutlar daima

arınmanın yeni ayetlerinin peygamberleridir.”

Bilhassa son iki dize, iki-üç kez tavaf ettik küçük kızla. Duymuş muydu, duymuş muydum daha önce, hayr ve şerrin kadim ilişkisinin bu kadar lezzetli, iştah açıcı bir şekilde ifade edildiğini? Yok… Ama o en çok, Furuğ’un yalnızlığına gözyaşı döktü, bazen elleriyle yüzünü kapadı, hıçkırıkları boğazında takılı kaldı… Evet ya, aslında bildiği, tanıdığı bir hale döküldü perçemleri, yırtarak çıktığı, o ağır o derin o Kuzey o garabet mağarasını, ilk evini anımsadı.

Buradan nereye? Buradan toplumsal cinsiyet denen o ucubeye… Rahat bırakın çocukları, toplumsal doğa diye, üzerlerine geçirdiğiniz, o ne idiğü belirsiz, “kadın-erkek” dökme kalıpları kırın atın ellerinizle… İbrahimi bir eylem bu işte, ruhu-kalbi örten, kirleten, dikenli tellerle çeviren her kabulü yerle bir edin/etmeli! O zaman işte çoğalacak “she-male”ler, yani erdişiler. Bırakın, yeter ki ellemeyin. O vakit, varlığını gözünü kırpmadan ateşin koynuna salacak pervaneler çoğalacak… Işığın ve ateşin halkı toprağın etrafında halka oluşturup, gaybın efendisini derin bir sessizlikle zikredecekler… O vakit, ibn-ül vakit…

Dîde-loji: Sosyalleşme, ruhun ırzına geçmektir. / İnsan yavrusu, evvel ailede sosyalleşir. / Son kertede, ilk ırza geçiliş tecrübesi, ensest bir eylemdir.

‘İbn-i Zerabi’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

AYRILIĞA İSYAN

Sevdan taşıyacaksa sonsuza dek seni
ayrılığın hırçın haykırışlarına karşı.
Göğüs gerecekse meydanlardaki haklı çığlıklar gibi
iki yüzlülere, bencillere, tek güç olma sevdalılarına
Ve yalnız kalmayacaksan bu kavgada
Koşacaksın güneşi avuçlayanların yanına.
Ama bil ki güneşin ısısını içinde hissedenler bekler geride
Düşlemek istemiyor seni
acı kokan, ışıksız, haklı çığlıkların boğulduğu, umutların askılarda sallandığı
soğuk, kahpe dört duvar arasında.
Beklemek istemiyor bir sonraki görüş gününü,
bayramları, yılbaşıları.
Ve beklemek istemiyor her kiraz mevsiminde yenik düşeceği yalnızlığıyla.

‘Umut’
(20 Mart 1997)