…..
Bir zamanlar arkadaşım olan Belacqua, herkes gibi dünya nimetlerinden tat almaya başlamadan önce, tekbenciliğinin son evresini, yapması gereken en tutarlı şeyin hiç durmadan birinden ötekine uzam değiştirmek olduğu düşüncesiyle renklendirirdi. Bu sonuca nasıl ulaştığını bilmiyordu, ama duyumsadığı kadarıyla bir yeri ötekine yeğlediği anlamı çıkarılmamalıydı bundan. Yalnızca, harekete geçmekle, kendine özgü deyişini yinelersek, cinlerini atlattığını düşünmek hoşuna gidiyordu. Ama seçilen uzamların hiçbiri ötekinden farklı değildi, neden derseniz, herhangi birine gelip de yerleştiğinde gözünden siliniyordu her şey. Yalnızca yerinden kalkıp gitme edimi rahatlatıyordu onu, nereden nereye yol aldığı önemli değildi. İşte böyle. Denizde ve karada, kişiliğinin bu özelliğini istediği biçimde çok daha büyük ölçüde tatmin etme olanaklarından yoksun oluşuna üzülüyordu. Denizde ve karada, oradan oraya! Yoksulluğu nedeniyle gücü yetmiyor, zorlanıyordu. Ama alçakgönüllüce de olsa elinden geleni yapıyordu. Ocaktan pencereye, çocuk odasından yatak odasına, hatta kentin bir mahallesinden ötekine ve oradan da gerisin geriye, tüm bu devinileri gerçekleştirmekten hoşnuttu, kural gereğince de bunların kendisine yararı dokunuyordu. Toy çağlarındaki deneyimlerini andırıyordu bu durum, güçlüklerle dolu terimler, rahatlatan aralar.
Yine de berbat bir uyuşukluğa gömülmüş bezgin ruhu, kendi deyişiyle cinleriyle baş başa kalmaktan başka bir şey dilemezken, bazen bulduğu çözüm acaba sızlanmasından çok daha rahatsız edici değil mi, diye merak etmekten kendini alamazdı. Ama yanıtı olumsuzdu bu sorunun, bu yola başvurmayı sürdürdüğüne göre, bir yararı vardı kuşkusuz, çok değildi belki, yine de deniyordu yıllardır ve az da olsa kendisine iyiliği dokunduğu için hoşnuttu.
Bu davranışı en basit biçimde, bir bumerangın fırlatılışına ve geriye dönüşüne benzetebiliriz, doğruyu söylemek gerekirse onca yıldır becerebildiği tek şeydi bu onun. Böylece, susuzluğunu gidermek için arada sırada verdiği molaları saymazsak, hiç oyalanmadan, dosdoğru başlangıç noktasına döndüğüne göre, yönteminin uzamdaki farklı noktalar arasından yaptığı bir ayrımdan kaynaklanmadığı açıktı, nereye giderse gitsin, döndüğünden zamanını en ünlü kentlerin birinde geçirmişçesine coşkulu olurdu.
Tüm bunları biliyorum, o anlattı bana. Bir devirde Plydes ve Orestes gibiydik onunla, çok hassas bir ilişkimiz vardı ama iyi dayandı, devam ettiği süre içinde birbirimizi sırdaşıydık. Bu gidiş gelişlerin her evresine tanık oldum. Karşı koymaya hiç kalkışmadığı güçlerin itkisiyle, bir şimşek gibi yola koyulup, eyvallah bile demeden çekip gittiğinde hep yakınındaydım. Kısacık yolunda, anlık, mutlu görüntüleri var kafamda. Değişmiş, düzelmiş biçimde döndüğünde yine oralardaydım. Öykünmeler’in yazarı “Neşeli çıkışın hüzünlüdür dönüşü” demişti, oysa yaşadığı tam aksiydi bunun.
Bana ve davranış biçimini açıkladığı kişilere, bunun, kazma kürekle yapılan kaba saba işlerle hiçbir benzerlik taşımadığını, o tür işlerin pisliklerin yok edilmesine yaradığını ve insanı yalnızca bedenen yorarak bir arındırma işlevi gördüğünü ve hepsi için de büyük bir aşağılama duyduğunu belirtirken öylesine zorlanırdı ki. Kendini yormadığını söylüyor, tam tersini savlıyordu. Bir Beethoven duraklamasında(ne demekse) yaşıyordu, söylediği buydu. Kendini dışa vurma kaygıları içinde hüzünlenirdi bazen. Bu kaygı(belki de bana öyle geliyordu) sahiplenmekten asla vazgeçmediği bir kendini yeterlik duygusunu parçalamakla kalmıyor, benim küçük benliğimi de çöküntüye uğratıyor, onu da kendi gölgesinde yaşayan aciz bir maymun konumuna sokuyordu. Ama bu sırada içkiden gözünün dünyayı görmediğini ya da tutarsız bir kişiliğe sahip olduğunu ve böyle bir yaşamdan da mutlu olduğunu söyleyerek kendini savunuyor, her seferiden zeytinyağı gibi üste çıkıyordu. Sonunda çekilmez biri olmuştu. Bu durumda onu bıraktım, ciddi biri değildi çünkü.
Bir gün coşkuyla içini dökerken, bu ‘devingen duraklamalar’dan birinin açıklamasını yaptı bana. Çelişkili kavramlara büyük zaafı vardı. Bir hayli de cin tonik içmişti bu arada.
Bu tümüyle katışıksız devinimin, ileri adımını ya da adımlamanın çekiciliği, özne onaylasın ya da onaylamasın, dış dünyanın güçsüz izdüşümlerinin bir bütün olarak algılanmasıyla sınırlı değildi. Bu devingen duruşlar yazgıdan bağımsız, umulmadık biçimde insanın karşısına çıkabilen gülünç olaylara sırt çevirmek ve hiç beklenmedik rastlantılardan kaçınmak gereği duymazlardı. Öncelikle boş olma özelliği taşıyan bu aylaklığın tek çekiciliği değildi bu duyarlılık, kirlenmeyi onaylayan acelecilik de, bu katışıksız edimin tek çekiciliği olamazdı. Ama buna yakındı.
…..
‘Samuel Beckett’
‘AŞKSIZ İLİŞKİLER / More Pricks Than Kicks’, SAMUEL BECKETT, Çeviri : UĞUR ÜN, AYRINTI Yayınları, 159 Sayfa, 2010.