Archive for Eylül, 2011

‘hepsini okudun mu..’

benim hayatta en gıcık olduğum sorulardan birisi de kütüphanemi görenlerin verdiği ilk tepki olarak ‘hepsini okudun mu’ sorusudur.. önce bir şok geçiririm ‘yine mi lan’ diyerek, yüzüm düşer, moralim bozulur sonra bir kahkaha patlar.. kimse durduramaz o kahkahayı..

bazen kardeşimle oturur izleriz ilk kez kütüphanemizi görenleri uzaktan.. sessizce bekleriz o müthiş sorunun gelmesini.. inanın bana ilkokul mezunundan üniversite mezununa kadar istisnasız herkes bu soruyu sordu.. tabi kitap kurdu arkadaşlarımız hariç..

kütüphanenin olduğu odalara gelirler, önce sessizce kütüphaneyi süzerler, bazıları cesaret edip birkaç kitabı mıncıklar.. kütüphaneye ve kitaplara uzaydan gelmiş yaratıklar gibi davranırlar.. sanırsın dokundukları kitaplar kendilerini ısıracak ya da elektrik çarpıp zarar verecek..

sonra çat diye o müthiş soru fışkırır bir yerlerden.. ama sorunun geldiği yerin beyin olmadığı kesin.. bu soru beyinden gelmez, o kadar kitap karşısındaki şaşkınlıkla sorulan öylesine bir sorudur.. ‘aman ne kadar çok kitap, bana zarar gelir mi, kitaplar bana bir şey yapar mı acaba’ diyerek korkarlar içlerinden.. çünkü  o kadar kitaba düşman, kitaba yabancı bir ülkeyiz ki.. laf olsun diye, kaçmak için mutlaka sorulacaktır o soru.. kitap gördükleri yerde canavar görmüş gibi ürküyorlar.. akılları fikirleri futbol topunda, sanal alemde, cebindeki telefonda, magazin dünyasında vs.. hayatlarında futbol topuna dokunmamışlar, sol ayakla topa çakıp doksandan çatala topu ağlara sokmamışlar fakat milyon dolarlar kazanan futbolcuların tek tek değil isimlerini bindikleri arabanın markasını, plakasını bilirler.. gözünüz yiyorsa topa vursanıza kardeşim.. belki vücudunuz bir aktivite yapar da bu beyninize yansır.. ama nerede.. yorarlar sonra kendilerini, incileri dökülür.. varsa yoksa çene..

bu soruya verilecek abes ve gıcık cevaplar neler olabilir diye arada kafa yorarım. mesela ‘hiçbirini okumadım’ diyerek daha da dumura uğratabilirim..

sonra bir ara ‘semih poroy’un bir karikatürünü duydum.. yıllar önce kitap eklerinden birinde çıkmış.. üstad ‘semih poroy’ kocaman bir kütüphane çizmiş, ama kütüphane bomboş,  sadece bir kitap duruyor kütüphanenin bir rafında ve önünde de iki insan.. biri diğerine o benim en gıcık olduğumu soruyor ‘bunun hepsini okudunuz mu, vay canına’ diye.. hayal edip koptum gülmekten.. hayal ettikçe karikatürü kahkahalarım durdurulamaz bir hal aldı..

sonra o karikatürü buldum. ben de onu çerçeveletip duvarlarımdan birine asmaya karar verdim.. kütüphanemin yanına asarsam kimse belki o müthiş soruyu sormaz diye düşündüm ve yine güldüm.

bu ‘hepsini okudun mu’ sorusuna kızmamın ya da gıcık olmamın sebebi insanları küçük görmem filan değil.. kitaba yabancılığın bu kadar üst seviyede olması ve binlerce kitabın bir insanın kütüphanesinde bulunmasının insanlara bu kadar acayip gelmesi.. ve bu soruyu sorarken bazılarında bir küçümseme, bir acıma duygusunu mimiklerinde görmem beni esas delirten şey.. ‘şuna bak’ diyorlar içlerinden ‘eşek kadar olmuş birikimini nelere harcıyor..’ çoğunda görüyorum bu tavrı..

yıllar önce bir arkadaşımın öğrenci evinde otuz kırk kitaptan oluşan kütüphanesini gören üniversiteyi yeni kazanmış çömez bir hemşeri arkadaş aynen şunu demişti ‘yazık bu kadar kitabı okudun mu, bu kitaplara harcadığın zamanı derslerine harcasaydın okulunu çoktan bitirir uzatmazdın..’ arkadaşlar arasında bir sessizlik, bir gerginlik oldu önce.. sonra gülümseme yayıldı yüzlerde.. ulan gördüğün topu topu otuz kırk kitap ve sen insanları aşağılıyorsun kitap okuduğu için.. ‘derslerine çalışsaydın ya..’ tepkiye bak.. sonra esas bombayı patlatayım size bu olayın kahramanı olan kitap okumayı küçümseyen şahısla ilgili : bu arkadaş iki sene sonra roman yazmaya başladı.. evet, şaka değil.. toplasan hayatında on kitap okumamış o arkadaş kitap yazmaya başladı.. güler misin ağlar mısın..

bu konu, o kadar anlatmak istediğin konu içinde neden ön plana geçti sorusunun cevabı da şu : bizim müthiş sorumuz ‘hepsini okudun mu’yla ilgili dün büyük usta ‘alberto manguel’in kütüphanemde yıllanmaya başlayan ‘geceleyin kütüphane’ eserini durup dururken alıp okumaya başladığımda içinde çok güzel bir bölüme rastladım.. burada kitabın bazı yerlerini ve semih poroy ustamızın yukarıda anlattığım karikatürünü sizlerle paylaşmak istedim.. ‘alberto manguel’ usta derdimizi güzel anlatmış.. isteyenler kitaba ulaşarak yazının tamamını okuyabilir.. ayrıca kitabın diğer bölümleri de çok güzel, binlerce ilginç olay ve bilgiyle dolu.. edinin alberto manguel’in kitabını baskısı tükenmeden..

kitapla ve gülüşünüzle kalın..

Crockett..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(karikatür : SEMİH POROY..) 

 

‘kütüphanemin yarısını hatırladığım, yarısını da unuttuğum kitaplar meydana getirmektedir.. artık belleğim eskisi kadar keskin olmadığı için ben gözümün önüne getirmeye çalıştıkça sayfalar silinir.. bazıları aklımdan tümüyle uçup gitmiştir, ne hatırlanırlar ne de görünürler.. diğerleri içlerindeki bir başlık ya da bir görüntü veya kendi bağlamından kopmuş birkaç söz nedeniyle hep aklımı kurcalarlar..

kütüphanemin ziyaretçileri ‘bütün kitaplarımı okuyup okumadığımı’ sorarlar sık sık; çoğu zaman onları ‘her birinin kapağını açmışımdır’ elbette diyerek yanıtlarım..’ oysa hangi boyutta olursa olsun bir kütüphanenin yararlı olması için baştan aşağı okunması gerekmez; her okur bilgiyle bilgisizlik, anımsamayla unutma arasındaki uygun dengeden yararlanır.. robert musil 1930’da viyana’daki imparatorluk kütüphanesinde çalışan kendini işine adamış, o devasa koleksiyondaki her bir başlığı bilen bir kütüphaneci hayal etmişti..

‘bu kitaplardan her biri hakkında nasıl bilgi dinebildiğimi bilmek ister misin’ diye sorar hayretler içinde kalmış bir ziyaretçiye..

‘bunu sana söylemekten beni hiçbir şey alıkoyamaz : birini bile okumayarak..’

sonra da ekler : ‘bütün iyi kütüphanecilerin sırrı başlıklarla içindekiler listesi dışında ona emanet edilen edebiyata ait hiçbir şeyi okumamaktır.. burnunu kitapların içine sokan kütüphaneci kütüphanenin içinde kaybolmuştur.. bütünü görme olanağına asla ulaşamaz..’ musil bize bu sözleri duyunca ziyaretçinin içinden iki şey yapmak geldiğini anlatır; ya göz yaşlarına boğulacaktır ya da bir sigara yakacaktır, fakat kütüphanenin içerisinde iki seçeneğe de izin olmadığını bilir..

okumadığım ve belki de hiç okumayacağım kitaplar için bende herhangi bir suçluluk duygusu uyanmış değil; kitaplarımın sabrının sınırsız olduğunu biliyorum..

ömrümün sonuna dek beni bekleyecekler..

hepsini bilir gibi yapmama gerek duymaz onlar, doymak bilmeksizin kitap toplayan ama ‘flann o’brien’in tasavvur ettiği gibi onları okumayan ve mütevazı bir ücret karşılığında onlara okunmuş havası vererek, sayfa kenarlarına düzmece yorumlar ve yazılar karalayan, hatta el değmemiş sayfaların arasına ayraç olarak tiyatro programları ve eskiden kalma başka belgeler sıkıştırmak suretiyle kitap ‘işleyerek’ geçimlerini kazanabilen ‘profesyonel kitap tüccarlarından’ biri olmamı da istemezler..’

ALBERTO MANGUEL

‘Geceleyin Kütüphane’, Çeviri : DİLEK ŞENDİL, YKY Yayınları, Eylül 2008, 295 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Camino…

gölgeli ve sıkıntılı günlerimin bumerangı bir filmden bahsetmek istiyorum sizlere.
harika ötesi bir dram, gözyaşı yetmezliğinden ölebilirdim…
izlerken iki yanı da muazzam keskin jiletlerin içinde kalmış gibi çok canım yandı, çok kanadım…
filmimizin adı ‘camino’, ispanya 2008 yapımı bir film.
senaryosunu ve yönetmenliğini javier fesser yapmış.
oyuncu kadrosu ise nerea camacho, carme elias, moriano venancio.
özellikle ‘camino’ rolünü üstlenen nerea camacho çok başarılıydı hayran kaldım.
yüzüne mutluluğu, aşkı, hüznü, acıyı, umudu ve umutsuzluğu o kadar başarılı yansıtmış ki mest oldum.
11 yaşındaki camino’nun; aşkın ve ölümün kusursuz kesişiminde yaşadıklarını konu alan film, başlarda hristiyanlık sempatisi taşıyan bir film mi acaba dedirtse de aslında tam aksine din dayatmasının aşırı ve ölçüsüz dinciliğin tehlikesine  ve çirkinliğine dem vuruyor.
film o çirkinliği öyle kuvvetlice seriyor ki gözlerinizin önüne, dinin; beynini akraba evliliği ürünü haline getirdiği anneyi, olaylara müdahale edemeyen edilgen babayı, acısını, aşkını cesurca, sabırla sahiplenen camino’yu kendinizi tırmalayarak, didikleyerek izliyorsunuz.
film sonunda belki bir sır kutusu da sizler edinirsiniz…
iyi seyirler…

‘BULUT’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

büyük hicret…

Ben aslında ne zamandır bu yazıyı yazmayı planlıyordum, gerçekten de ‘aylak adamiz’a verilmiş büyük bir sözüm vardı, hem de epeydir bekliyorlardı benden bu yazıyı.

Verdiği sözleri tutmayan/ tutamayan insanlardan olmayı istemedim hiçbir zaman, bir de tekinsiz geliyor bana tutulmamış sözler. O sebepten en sonunda oturup bu yazıyı yazmaya karar verdim.

Fonda, Bülent Ortaçgil “zaten çoğu şey değmez çok konuşmaya” diyor, ama bence değer. Bence çoğu şey konuşmaya değer, insan kendini ifade etmeye önem vermeli.

Nerden geldim buraya, bu büyük hicret ne zaman başladı? Bir büyük hicretin başlayabilmesi için, galiba insanın öncelikle kendisini keşfetmeye hazır olması gerekiyor.

“Gittim, çünkü eskittim kentin sokaklarını. Ardımda çok şey bırakmadım, kalanları da almadım…” Temel nokta bu galiba, kentin sokaklarını eskitmek Yani kente artık bir şey veremediğimi gördüğümde, başka bir şehirden bir şeyler alıp alamayacağını düşünmeye, irdelemeye başlıyor insan. Yani, Mis Sokak zihninize kırık hatıralardan başka şey getirmiyorsa kaptırıp gitmeniz gerekiyor. Veyahut Bahariye sokakları…….Sonrasında, aslında …

Ben aslında uçaklara binip binip gitmeyi hep sevdim, kaderim hep yollara yazılsın istedim. Kendini yolda keşfetmek meselesi değil bu, onun da bir miktar payı var, ama belki çocukluğum da hep şehir değiştirerek geçtiği için bir yerden gidebileceğimi bilmek istedim. Bunu mümkün kılmak… Böylelikle… Amerika’ya vardım. Şimdi master eğitimi için buradayım. En başını hatırlamaya çalışıyorum, uçaktan iner inmez Güzin Abla’yı gördüm, elinde  “Eda” yazılı kâğıtta beni bekliyordu. Texas’ın sıcağıyla ilk karşılaşmam uçaktan indikten sonra oldu böylelikle.

Ardından sanırım dört ev değiştirdim kendi evime gelene kadar. Göçebe bir hayat sürdüm böylelikle kısmen. Bunu da yadırgamadım. Hatta hoşuma bile gitti diyebilirim.

Şimdilerde her gün yaşadıklarıma anlam vermeye, anlam katmaya çalışıyorum. Sonnet yazmaya çalışırken sinir krizine girebiliyorum örneğin, ya da rap şarkısı yazmaya çalışırken…

Ama vazgeçmiyorum, kendi limitlerimi görme şansım oluyor böylelikle.

İstanbul’daki insanı yıpratan vahşi şehir hayatından sonra, trafik ile boğuşmadan da üniversiteye varılabileceği gerçeğiyle çok mutlu oluyorum, şehrin temposundan değil de derslerin veyahut ödevlerin ağırlığından ötürü yorulmak mutlu ediyor beni. Ya da kütüphanede aradığım bir kitap için herkesin seferber olduğunu görmek. Bana değer verildiğini hissetmek.

Bir şeyler için mücadele etmek.

Kaderin bir noktada kırılabileceğini göstermek.

İnsanın temel meselesi, temel derdi işte, hareket halinde olmak ve de kaderin bir noktada kırılabileceğini göstermek.

Yeni hayata hoş geldim.

Herkese Dallas’dan sevgiler, selamlar…

‘Eda Nur’

SONBAHARIN EN GÜZEL YANI

Müdavimi olanlar dışında pek bir kalabalığın rağbet 14. İstanbul Uluslararası 1001 Belgesel Film Festivali yarın salonlarda bizleri bekliyor olacak. Bu yıl “DarAlanlar” temasıyla organize edilen festivalde 70’e yakın filmi ücretsiz olarak izleyebilmek mümkün. Bir çok festival için merkez mekan haline gelen Beyoğlu bir çok sinema alanını bu festivale açmış durumda. Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi, Fransız Kültür Merkezi bunlardan bir kaçı. Bunun yayında karşı yakada olup festival takipçisi olmak isteyen izleyici profili de düşünülmüş. Uğrak mekanım Nazım Hikmet Kültür Merkezi festivalle akrabalık bağlarını kurmuş bile. Program için siteye girmek yeterli bir çaba.

Daralan temasının bir hikayesi’ne baktığımızda; Yunanistan’ın kalabalık bir semtinde yaşayan ve top oynayabilmek için alan talepleri olan çocuklardan yola çıkan ‘Daralan’  çocukları konulu filmle açılış yapılacak. Sadece sinema eksenli olmayacak festivalde seminerler, sinema laboratuarları, belgesel arkası bölümler ve çocuklar için belgeseller diğer zenginlikleri.

1001 hikayeyle‚ 1001 emekle‚ 1001 heyecanla hazırlanan bu festivale uğrayın.

‘HERDEM’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Les Passants… Yoldan Geçenler…

Geçecek, geçecek… geçecekler.
En son gelen, kalacak geriye…
 
sahaflar, kırtasiyeler ve eskiciler dolaşmaktan, gezmekten en büyük keyif aldığım mekanlardır. hele ki kırtasiyeler; kalemlerin, defterlerin, kutuların, silgilerin içinde hayat bana öyle güzel ki…
onun renk cümbüşünün içinde ne kadar grim ve siyahım varsa kaybolur…
babamın çok güzel kalemleri olurdu, şimdi düşündüğümde babamın kalemi olması dışında hiçbir özelliği olmayan kalemler aslında.
babam onları gömlek cebinde özenle sakladığından mı, yoksa boyu 6 santimetreyi geçmeyen ve sürekli ucu kırılan kurşun kalemlerimiz olmasından mı nedir, sadece ben değil tüm kardeşlerim çok heves ederdi babamın kalemlerine.
hatta okula götürüp arkadaşlara hava atma planları kurar ve hep başarısız olurduk.
o kalemlere sadece, babama lazım olduğu zamanlarda, gömlek cebinden babama kadar olan mesafede eşlik edebilirdik.
o gün bu gündür hiçbir kırtasiyeye kayıtsız kalamıyorum…
yine bir gün kayıtsız kalamadığım bir kırtasiyede, geçen yıl ağustos aylarında, harika bir sese rastladım…
”Isabelle Geffroy…” sahne adı ise ”Zaz…”
ona göre Zaz’ın anlamı a dan z ye müziğin tüm sesleri demekmiş, ya da tam tersi z den a ya…
5 yaşından beri müzikle ilgilenen fransız şarkıcı Zaz, konservatuar eğitimi almış. kemandan piyanoya birçok enstrüman çalabiliyor.
birçok grupta solistlik yapmış, üstelik tamda adına yakışır bir şekilde, caz, endülüs, latin, küba ve afrika ritimlerini harmanlayan gruplarda.
özgürlüğü çok hissetmek istediği zamanlarda ise paris’in montmartre sokaklarında ve kabarelerde söylemiş. bu kadar bilinmesi ve konuşulması da en çok sokak performansları sayesinde olmuş.
ve sonunda 2010 yılında je veux isimli bir albüm çıkarmış.
albümde birbirinden güzel şarkılar var, benimse en beğendiğim Les Passants…
o gün o kırtasiyede duyar duymaz içimde sarı sıcak, çocukluk günlerinden hatırladığım bir kıpırtı oldu, kendimi çokta iyi hissetmediğim o gri istanbul gününe sesi ve şarkıları pasiflora gibi geldi.
kalbinde müziğe ne kadar duyarlılık varsa hepsini sesine taşıyan, üstelik giyiniş tarzı ve doğallığı ile de gözdem olan Zaz
22 ekim 2011 uluslararası caz festivalinde istanbul da sahne alacak.
bu şansı yakalayabilen  aylaklarımızdan ricam Les Passants en çok benim için dinlesinler…
çok sevin, çok gülümseyin…

‘BULUT’

EN GÜZEL RENK HENÜZ GÖRÜLMEMİŞ RENKTİR / Nazım’a nazire

Sinemanın büyüklüğünü idrak ettiğim yapımların başında gelir Majid Majidi’nin Cennetin Rengi adlı dramatik hikayesi.  

Doğuştan görme engelli bir çocuk olan Muhammed, körler okulunda yatılı olarak okumaktadır. Yaz tatili nedeniyle çocuklar evlerine dağılır. Hiç istemediği halde babası onu alır ve köylerine götürür. Yeni bir evlilik arefesinde olan baba engelli bir çocuğun bu evliliğe engel teşkil ettiğini düşünmekte ve ondan kurtulmaya çalışmaktadır. Yol boyu vicdanı arasında gider gelir. Nehir kenarında verilen molada onu nehire atabileceği yönünde fikirler uyandıracak kadar acımasız görünmektedir. Bu teklifini Muhammed’in çok iyi anlaştığı ninesine açar. Onun kör bir marangozun yanında çalışmasının iyi olacağını söyler. Ninesi bu teklifin daha çok kendisi için iyi olacağı yönünde cevap vererek gerçek niyeti yüksek sesle dillendirir. Vicdanı ile babalık duygusu arasında gidip gelen adamın psikolojisini en iyi nehir kenarında traş olduğu sahnede, kırık aynadan kendine baktığı sahne verir.

Bizlerin fark edemediği doğaya ait bir çok detayı bize gösteren bir çocuktur Muhammed. İsmi gibi çok iyidir, yücedir. bu isim ona sanki bu nedenle verilmiştir.

Tahran şehrinin gri binalarından uzandığımız köy yolunda filmin başka bir boyuta geçtiğini hissederiz. Otobüste giderken rüzgarı yakalamaya çalışan Muhammed’in, tarlada başaklarla ilişkisi, nehir kenarında taşlarla oynarken okuduğu sesler bize gösteriyor ki (dua gibi), görmek için bakmak yeterli değildir.  Filmi bütünleyen müzikleri de Mohsen  Namjoo’ya ait olduğunu ekleyelim.

‘HERDEM’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

mutluyum, devam et…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

yediğinden, içtiğinden çok arkadaş ortamına ilgi duyan bünyeme tam da cuk oturan  bir filmden bahsetmek istiyorum sizlere…

orjinal adı ”Happy Thank You More Please” olan filmin senaristi, yönetmeni ve başrol oyuncusu ”Jons Radnor”…

menfaatlerin çocukların bile dünyasına çabucak yerleşip katmanlaştığı, tüm ilişkilerin sürekli tökezlediği şu zamanımıza hafif dokundurmalar yapan içten bir film olmuş.

ana karakterimiz Sam; kısa hikayeler yazan bir yazar, ki işinde de çok başarılı değil.

alkollü sosyalleşmelerin ardından 2. levele geçip tek gecelik ilişkiler yaşayan, kendini serkeş bir hayatın piri sanan, kısaca yerli  ıssız adam profili bir karakter.

çokta önemsediği bir iş görüşmesine giderken, metroda, ailesi tarafından unutulduğunu sandığı bir çocukla tanışır.

oysa Rasheen vesayet altında bir çocuktur ve verildiği aileye de hiç ısınamamıştır.

Sam, Rasheen sayesinde başarısızlıkla sonuçlanan iş görüşmesinin ardından, kabarelerde şarkı söyleyen Mississippi ile tanışır,

ve alkolün desteği ile tek gecelik değil de 3 gecelik bir ilişkinin içinde bulur kendini…

Sam’in en yakın arkadaşı ise sürekli vedalar yaşayan, ”kahretsin yine yanılmışım” sözünü tapınak sözü gibi kalbine kazıyan, saçlarını rahatsızlığı yüzünden kaybetmiş, yardımsever Annie…

birde mülkiyeti sevmeyen ve asla evliliği düşünmeyen Mary ve Charlie isminde bir çiftimiz var, işte film  her biri içimizden biri olan bu insanların fark edemedikleri bir çok şeyin farkındalığını anlatmaya çalışmış…

filmde en çok hoşuma giden mesajlardan biri ise ”teşekkür et,ve daha fazla lütfen…”

yine hoşuma giden mesajlardan biri de, sevmek için dekoru düzgün bir bedenden ziyade sevme yeteneği olan bir ruha  ihtiyaç olduğu gerçekliği anlattığı bölüm…

nede olsa beyaz atlı prensi herkes sever, herkes o prensin şatosunda yaşamak ister, öyle değil mi?

asıl mesele yeşil kurbağa ile bir aşkı bir hayatı paylaşmakta…

yazdıkça film azalsın istemiyorum, izleyin derim…

‘BULUT’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘Uluslararası Suç ve Ceza Film Festivali’

İşte yeni bir film festivali daha !

Bu yıl dünya çapında ilki gerçekleştirilecek olan ‘Uluslararası Suç ve Ceza Film Festivali’  23–30 Eylül 2011 tarihleri arasında yapılacak.

Ana teması Darbeler olarak belirlenen festival de  40 ülkeden 80’e yakın film sinemaseverler ile buluşuyor.

Dilerseniz daha detaylı bilgi için aşağıdaki linki tıklayınız.

http://icapff.com/

‘ÖTEKİ’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

SAKLI YÜZLER

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ilk izlediğimde mesafeli durduğum sonrasında tahlil ettikçe ve tekrar baktıkça benimsediğim Haneke’nin Cache’sini izledim. Malum tarzının dışına çıkmadığından şaşırtmayan rahatsız edici bir çalışma olmuş yine.

İzlemeye başladığım ilk dakikalarda başlıyor bir gerilim ardından da sorgulama duygusu. Kim tarafından gönderildiği muallak olan bir kasetle başlıyor jenerik. Yaşadıkları sokağın görüntülerinden açılan kaset ilk etapta pek bir rahatsızlık vermese de devamında gelen kasetler adrese, kişiye geldiğini daha bir açık ifade ediyor.Bunların izinde bizde kahraman Georges ile doğru kişiye biraz daha yaklaşıyoruz ya da sanıyoruz. Seyirci olarak biz olaylara dahil olmaktan çok Haneke’nin uygun gördüğü edilgen konumda takip ediyoruz herdaim. Sonuçta; Giriş- İlerleme ve Doruk noktası ekseninden uzakta ucunu açık bırakarak bitiriyor filmini Haneke. Sonuna kadar da merak duygunuza oynuyor. Burjuvazi’nin televizyondaki savaş haberlerine duyarsızlığın, düzenini alt üst edecek olana karşı acımasızca tavrını, çağdaş, eğitimli konumdaki insanların Saklı ırkçılığı ve nefret duygusunu, Cezayir-Fransa ilişkilerinin gerilimini, bizden olmayanı tehdit unsuru olarak görme halini filmin altyazısı olarak okuyabiliriz.

Ödüller ne tarz bir çağrışım yapar sizin bünyenizde bilemiyorum ama; hakkıyla aldığını düşündüğüm birkaçını eklemek boynumun borcu;

2006 SİYAD En İyi Film

2005 Cannes En İyi Yönetmen

‘HERDEM’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ACİL !

‘HASTANEDE YATMAKTA OLAN İLİK NAKLİ

 OLACAK  6 YAŞINDAKİ HASTAMIZ

 ‘HÜSEYİN SOĞUKSU’ ADLI KÜÇÜK

KARDEŞİMİZ İÇİN ACİL A RH (+) POZİTİF

 KANA VE TROMBOSİTE İHTİYACIMIZ

 VARDIR..

 

ÖZELLİKLE ANADOLU YAKASINDA OTURAN KAN

VEREBİLECEK ARKADAŞLARIMIZIN LÜTFEN

AŞAĞIDAKİ TELEFON NUMARASIYLA İRTİBATA

GEÇMESİNİ RİCA EDİYORUZ :

 

TELEFON : 0 – 532 383 03 92 , BABASI :

HASAN SOĞUKSU’YA AİT TELEFON..

 

YER : MEDİCAL PARK HASTANESİ, GÖZTEPE,

İSTANBUL..

SON GÜN : 29.09.2011

LÜTFEN KAN VE TROMBOSİT VEREBİLECEK ,

KÜÇÜK BİR YAŞAM KURTARMAYA DESTEK

OLMAK İSTEYEN KARDEŞLERİMİZ

NUMARAYI HEMEN ARASIN..

 

HERKESE ŞİMDİDEN TEŞEKKÜR EDERİZ..’

Crockett..