Bir sabah güne neresinden başlayacağını bilmediğin bir çok sabah gibi işte. İçin bomboş uyandığın, arınmış öylesine ne varsa. O kadar ki kalktığında yürümeyi bile unutuşuna şahit gözlerin, yalpalayan ayaklarında takılı kalmış. Hissetmeye çalışıyor var gücüyle içinden sesleniyor kıpırdamayan parmaklarına, umursamıyor kasların çoktan terk ettikleri bir ceset gibisin, arkalarına dönüp bakmıyorlar bile.
Yüzünde gölgesini taşıdığın hangi cisme uzanabilir bu eller şimdi? Yüreğine yansımayan bu kadar yığın kalabalık arasında içindeki kördüğüme aşina bir göz bulabilmek mümkün müdür hala?
Yoksa oturup bir başına yavaş yavaş çürüyerek yok oluşuna şahit olmak mı düşer bahtına. Her gün biraz daha karışık bir zihin ve her gün biraz daha büyüyen bu boşlukla kaç sabaha uyanabilirsin eksilmeden…
Soru sormadan geçirdiğin bir gün var mı sahi? Her şeyi anlamış olduğu gibi kabullenmiş ve sessiz bir dinginlikte sadece nefes alabiliyor olmanın coşkusuyla kulak verebilir misin içinde dönüp duran orkestraya…
Yaşamın en ilkel yanına gidip birde oradan bakabilir misin? Sadece hayatta kalmak için birbirini yiyen canlıların seyrine daldığında, insan olmaktan utanır mısın? Bazılarının ruhlarındaki bitmeyen açlıkla birbirlerini yemeye bir türlü doyamadıkları şu günlerde…
Öyle ya da böyle herkes ölüyor yavaş yavaş, içimizde hiç bitmeyen cenaze törenleri. İnsanlığı en başından kaybettik ya nasılsa. Hangi ahlak öğretisi tutunabilir artık hayvansallıktan bile çok uzakta kalmış iç güdülerimiz üzerine . Hey gidi insanlık. Ne saygımız kaldı ne sevgimiz. Kardeşliğimiz mi? Onu Habil ile Kabil zamanında yitirmiştik zaten. O vakitten beridir ince sızı bir yara hep bağrımızda. Katilin soyundan mıyız? Maktulün mü? Diye de düşünmedik değil ara sıra…
Sonsuz bir rüyanın tekrarı gibi dön başa bir serüvende sadece zamanın mekanın ve bedenlerin yer değiştirdiği bu yeryüzü ağrısı işte. Yine çok canımızı yakıyor… Değişen bir şey yok ne yazık. İbret yine çok uzak bir ütopyadan bize miskin miskin gülümsüyor.
bir uyanış gerek,
bize bir uyanış…
‘Öteki’