Denizin bekleyiş olduğu yerde düşe-yazmak…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Sevgili düş,

Biliyor musun, kaç yaşında olursam olayım, ne zaman adını ansam, biliyorum kalbim hep böyle yerinden fırlayacakmış gibi atacak. Elimde değil, kırılmış onca düşten sonra, durup dinlenmeden, eski bir dostu anmanın tadında, seni tespih taneleri gibi parmaklarımın arasından geçirmemek. Öğretti, çünkü hayat, düşün kırılıp ayaklarımın etrafına saçılması diye bir şey yok, bu sadece zihnin kapıldığı bir zehab.

Aklıma bu aralar, sık sık Tezer geliyor. Tezer’in metinleri, kalabalıkların ortasında, kahvelerde, mezarlıklarda vs. hayat bulmuş tanımlamalar/betimlemeler/durum tespitleri. Suyu bile içişim değişiyor, hiçbir şey eskisi gibi değil. Öyle kana kana içmek istemiyor özefagusum, “ağırdan al” diyor, yaşama dair her ne var ise sana değen/temas eden ağırdan al… Öyle, bu sebepten suyu bile yudum yudum içiyorum. İçindeki su soğukken, sıcak havanın temas ettiği bardağın yüzeyi tatlı tatlı terlerken, parmaklarımla haritalandırmak yüzeyini… Wesselam düş-bozumu, tıpkı bağ bozumu gibi, bozulmuş düşlerden kendime cennet şarapları yapacağım. Sonra… Sonra dostlarla oturup bahçemde, sıra sıra devireceğiz şişeleri, Füruğ mesela bize, tüm yaralarının aşktan olduğunu dizelerken.

Tezer, evet Tezer, 20’li yaşların başında karşılaştım onunla. İlk karşılaşma, evet o bir çarpışmaydı ve o an için yeryüzünde hiçbir çokluğun bağıntılarıyla o denli bitişemezdim. Ve o da diğerleri gibi ölüydü. N’apalım nasip böyleymiş! Hiç ara vermeden, derslere girmeden o küçük külliyatı devirişim. Bilhassa, “Hayat nerede?” sorusunun cevabına işaret eden cümlelerin altını çizişim… Şimdi, 40’lı yaşlara merdiven dayamış, usul usul tırmanırken, tekrar aynı soruyu soruyorum kendime, “Hayat nerede?” Yok, ama bu saatten sonra oturup da Kundera okuyacak değilim. Ammawelakin, Benjamin’in o dalgın bakışları, onlardan medet umabilirim. Kendime, düş bakışlı putçuklar yapıp şekerli kaymaktan, kan şekerim düştüğünde ilk onları yiyebilirim.

Evet, hayat nerede sayın bayım? Bir gün, kalabalığın ortasında, bir pazar yerinde oturup insanlara bakarken, filesini taşıyan yaşlı adamda, limonatasını yudumlayan roman çocukta ya da oturmuş insanlara bakarak çay-tütün yapan kadında onu gördüğümü düşünürken, hayat Mekke, Kudüs ya da Bezm-i elestten çıkıp gelir mi? Niye olmasın ki? Beklentisiz bekleyiş denilen ne ki? Bekleyiş makbulse, kabul görmeyen bekleyişe bir kılıf uydurmak, ona bir isim vermek mi? Olması gereken, salt soyut ışık olmak mı? Cibran’ın bakışlarındaki gibi beklemiş bekleyişin hüznüyle sağa doğru profil vermek mi? Yok, bilmiyorum, en iyisi hiçbir ad koymadan, öylece akışına bırakmak galiba bilinci dehrin. Belki de,  tam da bu bilinç düzeyinin adıdır, ashab-ı kehf?

‘İbn-i Zerabi’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Comments are closed.