Archive for Ağustos, 2011

Sesli Düşünceler

Bir sabah güne neresinden başlayacağını bilmediğin bir çok sabah gibi işte. İçin bomboş uyandığın, arınmış öylesine ne varsa. O kadar ki kalktığında yürümeyi bile unutuşuna şahit gözlerin, yalpalayan ayaklarında takılı kalmış. Hissetmeye çalışıyor var gücüyle içinden sesleniyor kıpırdamayan parmaklarına, umursamıyor kasların çoktan terk ettikleri bir ceset gibisin, arkalarına dönüp bakmıyorlar bile.

Yüzünde gölgesini taşıdığın hangi cisme uzanabilir bu eller şimdi? Yüreğine yansımayan bu kadar yığın kalabalık arasında içindeki kördüğüme aşina bir göz bulabilmek mümkün müdür hala?

Yoksa oturup bir başına yavaş yavaş çürüyerek yok oluşuna şahit olmak mı düşer bahtına. Her gün biraz daha karışık bir zihin ve her gün biraz daha büyüyen bu boşlukla kaç sabaha uyanabilirsin eksilmeden…

Soru sormadan geçirdiğin bir gün var mı sahi?  Her şeyi anlamış olduğu gibi kabullenmiş ve sessiz bir dinginlikte sadece nefes alabiliyor olmanın coşkusuyla kulak verebilir misin içinde dönüp duran orkestraya…

Yaşamın en ilkel yanına gidip birde oradan bakabilir misin? Sadece hayatta kalmak için birbirini yiyen canlıların seyrine daldığında, insan olmaktan utanır mısın? Bazılarının ruhlarındaki bitmeyen açlıkla birbirlerini yemeye bir türlü doyamadıkları şu günlerde…

Öyle ya da böyle herkes ölüyor yavaş yavaş, içimizde hiç bitmeyen cenaze törenleri. İnsanlığı en başından kaybettik ya nasılsa. Hangi ahlak öğretisi tutunabilir artık hayvansallıktan bile çok uzakta kalmış iç güdülerimiz üzerine . Hey gidi insanlık. Ne saygımız kaldı ne sevgimiz. Kardeşliğimiz mi?  Onu Habil ile Kabil zamanında yitirmiştik zaten. O vakitten beridir ince sızı bir yara hep bağrımızda. Katilin soyundan mıyız? Maktulün mü? Diye de düşünmedik değil ara sıra…

Sonsuz bir rüyanın tekrarı gibi dön başa bir serüvende sadece zamanın mekanın ve bedenlerin yer değiştirdiği bu yeryüzü ağrısı işte. Yine çok canımızı yakıyor… Değişen bir şey yok ne yazık. İbret yine çok uzak bir ütopyadan bize miskin miskin  gülümsüyor.

bir uyanış gerek,

                                                                                                                                                bize bir uyanış…

‘Öteki’

kuşlar, yağmur yağınca nereye gider?

hulki aktunç ve  didem madak’tan sonra… bana nilgün marmara’yı hatırlatan şair.. 
seyhan erözçelik hayata veda etti
.  keşke daha çok tanısaydım.. okusaydım..

-haydar ergülen’in nilgün marmara’nın doğum günü için yazdığı yazıda şöyle geçer şairler yazarlar.. isimler.. 
  “İçine kanatlandığı günün ertesinde Nilgün’le Kağan’a gidecektim. Nilgün, Kağan diye yazıyor. Çok yalnızdım ve başka yalnızlar gibi, başka yalnızlarla birlikte sık sık Kızıltoprak’taki eve gidiyordum ben de. O yalnızların başında elbette Ece Ayhan gelir. Cemal Süreya gelir, birbirinden iki yalnız gelir. İlhan Berk, Tomris Uyar, Tevfik Akdağ’ı da görmüşümdür orada. Sonra Nilgün’ün arkadaşları gelir, öyleyse şimdi onlara ‘Nilgün yalnızları’ ya da ‘Nilgün’ün yalnız bıraktıkları’ demek gerekir: Gülseli İnal, Ahmet Soysal, Lale Müldür, Seyhan Erözçelik, Orhan Alkaya, Cezmi Ersöz, ben, bazen Akif Kurtuluş, Mustafa Irgat, Boğaziçi’nden Cemal. Şimdi edebiyat yapıp Boğaziçi Üniversitesi’nde Nilgün’ün oturduğu Umutsuzlar Merdiveninden mülhem Yalnızlar Merdivenine sıralanırdık demek mümkün, ama yeri değil, hem de öyle değil.” 

‘Taflan’

 

NİLGÜN’ÜN GÖZTAŞI – Seyhan ERÖZÇELİK

Ahşap bir kutu.
Açtım.
Öylece duruyordun ve… bakıyordun bana.
Göğermiştin.
Göz mıknatısıydın.

Ne tuhaf, içimde inanılmaz
bir istek uyandırdın.

Nilgün, “Sakın ağzına sürme!” diye uyardığında,
ben çoktan dilimi değdirmiştim sana.

Acıydın.
Acı.

Şimdi yüreğimde bir taş.

( Nilgün: Nilgün Marmara)
(Geceyazısı, Ocak 2004)

 
‘Aşk, merakla başlar.
Sonra koku ve ısrar gelir arkasından.
Kurtulamazsın, sıyrılamazsın.. 

Seyhan ERÖZÇELİK’

 

San Francisco’ya Gitmemek Üzere…

Sıradan olanı sıradan yapan nedir? Aslında sıradan ifadesini kullanmak da istemiyorum, bu bir şekilde ona “küçültücü” bir anlam yüklediğim çağrışımını yaratabiliyor. Oysa zaman zaman, sıradan bir yaşamı oldukça cazip buluyorum. Buradan sakın, sıradan bir yaşamım olmadığı anlaşılmasın, bu ciddi bir yanılsama olur. Sıradan için bir tanımlamam yok, evet belki gündelik diyebilirim, ancak bu da sıradanın içinde mayalandığı bağlama denk düşebilir.

Ha, belki sıkıntı ve bıkkınlık diyebilirim. Boğazındaki el ya da sırtından boşalan soğuk ter de olur. Aslında demek istediğim, “normal” evet evet normal. Normal nasıl bir kavramdır yahu?! Normal insanlar, normal aileler, normal ilişkiler… Çan eğrisinde seyreden, ortaya kümelenmiş eylem, hareket, tutum ve tavırlar. Kimdir sayın bayım, bu normal? Nerede yaşar, nasıl doğar, nasıl beslenir, nasıl sevişir? Harbi ya, sevişir mi bu normaller? Yoksa mekanik bir iş bölümü müdür orada, o esnada olup biten? İnsan kültüre, geleneğe, topluma vs. karşısına çıkarılan, kafasına kafasına vurulan teamüllere veya yapılara, kafa vurmadan nasıl adam olur? Yoksa, ancak bu şekilde, sonsuz bir bi’atle mi normal olunur? Peki, bu normallikten, normal olarak isimlendirilen garabetten en çok kimler payelenir? Egemenler mi, muktedir olamayan gayri-muktedirler mi? Söylesene sayın bayım, bu hayır mıdır şer midir? Allah bundan razı mıdır? Baksana, hepsi birden onun adına konuşup, onun adına yargılıyorlar? Ya çok eminler ondan ya da çok korkuyorlar. Her iki durumda da O’ndan emin olmaya, O’nun biz kulları için olan bedbahtlık veya mutluluk hükmünden emin olmaya işaret etmiyor mu? Ammawelakin, bendenizin yürüdüğü kadarıyla böyle bir emin olma hali yok, hiçbir yerde. Takıl diyor sadece, kafana göre, yürü. Ve ben tüm bunları yazarken, bana Amerikan Merkez Bankası ve Kabe arasında bir yerden bakıyor ve “salak” diyor. Hadi bakalımmm… Hepsi zannım, hepsi benim minyatür yanılsamalarım. Tıpkı, kendim gibi… Sarp yokuş, bir ileri, on geri.

‘İbn-i Zerabi’

ağlıyorsam gözyaşım iki gözüme dursun..

‘yürekleri kara bağlamış, kara sesli, aydınlık düşmanı zavallılar.. yakmakla bitiremediniz kırmakla mı bitireceksiniz.. 

can babayı ancak güldürebilirler..

o okkalı bir küfür savurarak nasıl da gülüyordur şimdi..

‘siz benim mezarımı parçalayarak beni kıramazsınız.. incitemezsiniz…  ben hayatı dibine kadar yaşadım.. üç kere intiharın eşiğinden döndüm.. acı çektim.. sevdim.. rakı içtim.. ve en önemlisi şiir yazdım.. 

ağlıyorsam gözyaşım iki gözüme dursun.. vermişim ben canımı al- uzun bir havaya…’

‘TAFLAN’

 

bi dürtmeyin beni !

+ şimdi uyusam bence, bunları düşünmenin ne vakti ne de sırası  ..

+uyusam mı acaba?

+ başım çatlıyor..

– çok uyumaktandır, yuh ya nasıl bu kadar uyuyabiliyorsun?

+ ne düşünüyorsun?

– ne zaman?

+ genelde?

– ne bileyim, saçma sapan sorular sorup durma  da hadi kahvaltını yap, akşam yemeği yesek daha doğru tabi..

+ acıkmadım..

– acıkmazsın tabi, sabahtan akşama kadar yorulmuyorsun ki sürekli uyuyorsun !

+ düşünür müsün?

– neyi ya? sabahtan beri aynı şeyi söyleyip duruyorsun?

+ kaçar mısın?

– neyden?

+ mesela .. anlatmaya kalkarsam uzayacak.. sonra anlaşamayacağız.

+ uyusam  ya ben biraz daha?

– yok artık, bir psikoloğa falan götürelim  seni hem bak artık ayıp da değil herkes rahat rahat gidiyor..

+ biraz tek başıma kalsam ya?

– hep tek başınasın zaten. evden çıkmıyorsun  ki. komşular senin kim olduğunu bile bilmiyor. tanımıyorlar seni. biraz insanlarla içiçe ol, sosyal ol. gerçekten yobazsın.

+ ne kadar sıklıkla düşünürsün?

– neyi be neyi sabahtan beridir aynı şeyi söylüyorsun? düşünüyorum tabi kafasız mıyım ben? sabahtan akşama kadar bir tek  sen düşünüyordun di mi? sen kurtaracaksın bu dünyayı.. somali’ye bak açlık var açlık.. ya senin yediğin önünde yemediğin arkanda. bir derdin yok.. rahat batıyorsanakesinlikle.

+ uyuyup düşüneceğim ben biraz..

– düşün düşün boktur işin diyorum ve ben çıkıyorum bu evden  sıkıcısın. rahatsızsın..  aman kıymetli poponu yerden kaldırma. sabahtan akşama kadar düşünme ayaklarına uyu tamam mı? senden bir olay olmaz..

– ben gidiyorum..

‘İSMİM BU’

‘anımsayabilmek kutsal bir eylemdir..’

 

 

 

 

 

 

 

 

‘kendisiyle aynı ismi taşıyan babası jorge’dan kalıtım yoluyla aldığı miyopluk ve sonradan kademe kademe ilerleyen körlük, borges’in yakasını ölene kadar bırakmayacaktı.. görme gücünü kurtarma pahasına sekiz ameliyat geçiren borges, resmi kayıtlara göre, atalarının bu kalıtımsal hastalığından ıstırap çeken altıncı nesildir..

miyopların kendine has bir ruh hali olmalı.. miyop hastaları, harfler, resimler gibi yakın mesafedeki objeleri görürler, ancak gerisi bulanıktır.. miyopluk, çekingenliğe de yol açar.. borges miyop olduğu için görsel tasvirlere pek rağbet etmezdi.. halefi, eleştirmen ricardo piglia, onun miyopluğunun, benzeri görülmemiş aşırı yakından okuma yöntemini doğuran bir çeşit büyüteç olduğu fikrini ortaya atmıştı..

1938’de, borges zayıflamış görme gücü yüzünden ölümle burun buruna geldiği bir kaza geçirdi ki, kitabın devamında bundan ayrıntılı olarak bahsedeceğiz.. ne var ki, bu kazadan sonra kendisini dünyaca ünlü edecek kurmacalarını oluşturmaya başlayacaktı (daha önce şair ve eleştirmendi).. birdenbire ortaya çıkan kör olma korkusu içini kemirirken, o, belleğinin onun dünyaya açılan penceresi olacağını biliyordu.. tarihte pek az yazar bellekle onun kadar zekice oynayabilmiştir..

‘anımsayabilmek diyor bir yazısında, ‘kutsal bir eylemdir..’ bir okur için körlük, olağanüstü bir beladır.. o kör alfabesini öğrenmedi; sayısız şiiri ve yazıyı ezberledi, dostları okudu, o dinledi ki bundan büyük keyif aldı.. 1955’ten sonra, çalışmalarını dikte ederek yazdırdı.. kör olmadan önceki borges ile kör olduktan sonraki borges, birbirlerinden farklı yazarlardır, çünkü kör borges, az önce yazdırdıklarını göremediğinden, onları başkasından duymak zorunda kalırdı.. borges, körlük ve kendi yaşadığı körlüğün homeros, milton ve joyce’la olan ilişkisi üzerine etkili yazılar yazmıştır.. körlük, onun tuhaf aşk hayatını bile etkilemiştir.. borges, amerikan şair ve çevirmen willis barnstone’a, ‘körlere karanlık yasaktır.. ben ışıldayan bir sisin ortasında yaşıyorum’ demiştir.. miyoplukla başlayıp, körlükle sonlanan bu sancılı süreç onun kaderiydi..’

‘JORGE LUIS BORGES’, Jason Wilson, Çeviri : Tonguç Çulhaöz, YKY Yayınları, Temmuz 2011, 158 sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘BEYİN EKRAN..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘tarkovski’nin dostoyevski’yi bir ‘yakını’ gibi gördüğü biliniyor – hayatı boyunca onun bir romanını çekmek istemiş ve anlaşılan buna ya fırsat bulamamış ya da –bu daha doğru ve haklı bir neden herhalde- cesaret edememiş.. ama benim gördüğüm her imajının içine dostoyevski tamtamına işlemiştir.. gerçekten de, nasıl dostoyevski okuyana her şeyi yazabilecek gibi görünüyorsa, bir tarkovski görüntüsü de her şeyi gösterebilecek gibi gelir.. onun filmleriyle ‘barışamazsanız’ ilk yirmi dakikanın sonda terk etmenizin daha iyi olacağı gerçeği (bu çoğu kişinin deneyimidir) iyi bilinir.. ama tarkovski de her şeyi ‘çekebilecek’ gibi gelen bir filmcidir.. ve bunun nedeni belki de ‘dostoyevskiesk’ anlatımla göbek bağından çok, her ikisini birbirine bağlayan bağın oluşabildiği o dirençli zemindir..

bu zemin bir coğrafya değil – rusya coğrafya oluşturamayacak kadar geniş ve son tahlilde epey ıssızdır.. orada insan bir seyrelme içinde yaşar.. elbette modern batılı toplumlardaki o çok yoğun nüfus içinde, kentin kalabalığında yaşanan ‘seyrelme’ –daha doğrusu ‘izolasyon’- gibi değildir bu.. ama bir devir ya da ‘zaman’ da değil.. daha doğrusu mekanın bir kasılmasıyla zamanın bir gevşemesi karşısındayız.. ya da, tarkovski’de daha kolay olduğu ölçüde bunun tersiyle.. deleuze’ün anlattığı ve örnek olarak tarkovski’yi gösterdiği ‘kristal imaj’ hem kasılma hem de gevşeme olmalıdır – kalp gibi çalışmalıdır.. bahtin, dostoyevski eserindeki bu ritmik ‘olayları’ epeyce çözümledi.. ve orada dilin kasılıp gevşediğini de gösterdi.. dostoyevski ‘her şeyi yazabilir’ – tarkovski ‘her şeyi gösterebilir..’ demek ki esas mesele her şeyi yazıp durmak değil, her şeyin yazılabileceği ortamı, arka planı, fonu oluşturmak, inşa etmektir..

ve işte dostoyevski edebiyatta, tarkovski ise sinemada bunu en yetkin şekilde başarmış olanlardır.. ve dostoyevski’den şöyle bir cümle duyabilirsiniz : ‘bir arabacının gölgesini gördüm, bir arabanın gölgesini bir fırçanın gölgesiyle temizliyordu..’

daha da gidersek şunu da : ‘il faut inventer’ –nedense hep fransızca telaffuz ediliyor esasında rusça olan bir romanda.. herhalde bir vurgu kazandırmak için.. eğer tanrı yoksa onu ‘icat etmek gerekir..’ adalet yoksa onu da.. ama dostoyevski eserlerinde sürekli tekrarlanan bu talep romanın kahramanları tarafından nedense hep fransızca olarak telaffuz edilir.. neden..

dostoyevski’den hep alıntılanan bir cümle : ‘eğer tanrı yoksa her şey mubah..’ oysa bunun çok sayıda değişkenini de bulabilirsiniz orada : ‘eğer tanrı öldüyse benim yüzbaşılık apoletlerim ne işe yarayacak  peki..’ (ecinniler..) dostoyevski’de ikinci tip sorgular ilkinden (ki sorgu değil önermedir bunlar) çok daha derin, dolayısıyla çok daha önemlidir.. nietzsche bize şunu gösterdiydi (ki sanırım dostoyevski’den çok uzakta olmayan bir düşünme hali içinde başına geldi bu) : tanrı öldü.. ama ekledi.. onu siz öldürdünüz.. nasıl kalkacaksınız bakalım bu işin altından.. dostoyevski’nin ‘tanrı yoksa her şey mubah’ formülünün daha derininde ‘tanrı’nın öldürülmesi’ yatıyor.. çünkü çok açık.. tanrı bir zamanlar varken şimdi yoksa ya ölmüş olması ya da öldürülmüş olması gerekir.. ama ecinniler’de tanrı’nın öldüğü düşüncesi ön plana çıkıyor –yokluğu değil.. tanrı hiç yoksa apoletlerim ve yüzbaşılık rütbem olmazdı.. ama tanrı var idiyse ve şimdi artık öldüyse benim apoletlerim ve rütbem ne anlama gelir..’

‘BEYİN EKRAN..’ , ULUS BAKER, Derleyen : EGE BERENSEL, BİRİKİM Yayınları, 2011, 364 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Afrika…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘Tanrının Afrika’ya girmesi yasaklanmalı. Zaten uzun zamandır görende yok.

Afrika’da gündüzleri kabileler birbirini kesip biçme işlemini tamamladıktan sonra akşamlarını kadınlarıyla geçiriyorlar. O “mutlu” gecelerden 9 ay sonra, küçük zenci bebekler henüz 6 yaşına girmeden sürünerek ölüyor.

Şu sıralar ülkede bağış kampanyaları düzenlenip kendini rahatlatan insanlar da var. Sağ olsunlar. Hükümette işe el attı ve kara kıtaya uçtular. Tv’ler ana konu olarak Afrika’yı kafeslemiş durumdalar. Bense hayretle izliyorum.

Dünyalılar olarak ne kadar boka battığımızın resmini çiziyoruz. Sefilleştirdiğimiz bir kıta var. Tanrı o kadar umursamaz halde ki oraya yağmur bile göndermiyor. Ve elbette biz onun kulları olarak Afrika’ya sms’le 5 lira yollayıp, tanrının emirlerini telekomünikasyon yoluyla aşıyoruz. Zeki şeyleriz.

Birileri de borsada kağıtlarının hızla düşmesi yüzünden intiharı deniyor. Bazıları da kazanıyor. Kime ne anlatıyor olmamda hiç önemli değil aslında.’

‘Papyrus’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

TAŞIYICI BABALAR..

Pencereye kısa gelmiş perdelerden, koli üzerine konulmuş pasta ile kutlanan doğum günlerinden, alışmak zorunda kalınan  ımmmmmm  seslerinden, tam  sevdim seni de  he diyecekken hoşçakal demekten, yaşasın anadolu lisesi kazandım diye sevinirken  ortaokulu bile olmayan bir yere yerleşmek zorunda kalmaktan, naber anne? naber baba? naber kardeşim? naber anne? naber kardeşim? naber baba? naber anne? naber kardeşim? naber anne pardon naber baba? tarzından uzatılabilecek, permütasyon kombinasyon problemlerine konu olabilecek tarzda 4 farklı kişi birbirine kaç farklı şekilde hal hatır sorabilirin yansıması olarak gelişen çekirdek aile yalnızlığından, yok lan havai fişek patlıyor ne silahı abartma sen de yatıştırmalarından, doğduğun yerde değil doyduğun yerdesindir abartılmasından meydana gelmiş bir karın doyurma savaşından çok da hoşlandığım söylenemez..

Ben de tanıdığım bakkaldan ekmek alıp, 5 kuruşu da yarın getiririm tatlı şişko amca (adamın suratına şişko diyemeyeceğimizden tabi bakkal amca desek daha yerinde olur..), kaç yıldır görüşüyoruz, uzun zamandır komşumuzdur bir yanlışını görmedim, buraları avucumun içi gibi bilirim, bu akşam tüm aile dostları toplanıyoruz güzel bir akşam yemeği yiyeceğiz, benim ilkokul öğretmenim şimdi de kardeşimi okutuyor… cümlelerinden  sarfedebilmek isterdim.

Babamı severim; ama oradan oraya sürüklenip durmayı sevdiğim söylenemez.

Tüm bu söylediklerim; babamın mesleği dolayısıyla yaşadığımız, ailecek derinlerden hissettiğimiz duygulardan.. Tayin olayının mantıklı olduğunu  düşünmeye  çalışıyorum ama 1 yılda 2 yılda bir şehir değiştirmenin anlamını kavrayamıyorum. Daha eşyalarını tam olarak açıp, koltuğuna uzanamamışken tekrar eşya topluyorsun sanki.. İşin amele tarafını geçtikten sonra ruh haline olanları minik de örneklendirdim.. Şimdi bu  örneklerden birkaç tanesini nasıl yaşadığımı genişleteyim..

Mardin / Nusaybin : (Baraj ) denilen bir hidroelektrik santralini koruyormuşuz. Bir tane ev var.. Aile yaşayabilsin diye ‘’çok ince’’ düşünülmüş.. Ağaçlıkların arasında şehre epey uzak, günün her saati hidroelektirik santralinin o (eşşiz tınısı ! ) ımmmmmmmm… Perdelerimizi takmanın verdiği mutlulukla ilk gün yatağımıza yattık ve ımmmm sesleri arasında uyuma gayreti göstermeye çalışıyoruz. Niye burada olduğumla ilgili pek de bir fikrim yok.. Aile içinde olmak zorunlu tabi o yaşlarda.. Pencerelere kısa gelmiş perdelerin yarattığı boşluktan  kocaman ağaçlar görünüyor, gözlerimi kapatıyorum başka şeyler düşünüyorum, gitmiş mi diye bakmaya kalmıyor ki gitmemiş.. Nasıl sabah oldu ve anneme nasıl anlattım bu durumu bilmiyorum ama ertesi gün tüm perdeler indirildi ve üzerine eklemeler yapıldı.. Şimdi çokk uzun olan perdelerimizin arkasında pencere hala aynı pencereydi ve o görüntü benim için hala aynı görüntü.. İşte bu yüzden  pencereye kısa gelmiş perdelerden nefret ediyorum !

Tunceli; 5.yaş günümden bir fotoğraf. Bomboş bir oda ve bantlanmış bir kolinin üzerinde doğum günü pastası.. Doğum günümün tam da taşınma merasimlerinin yoğunlaştığı ay olan haziran ayında olmasından da nefret ediyorum..

Gittiğim her okulda kendimi tekrar tekrar ispatlamak zorunda olmaktan, ilk aldığım 90 – 100 notlarından sonra kopya mı çektin kızım diye  özel öğretmen görüşmelerine maruz kalmaktan, tatlı ve arkadaş olunabilir bir kız olduğumu göstermek için tam 1, 2 yıl bekledikten sonra  tamam sevdik birbirimizi ama hoşkalın arkadaşlarım demekten, bir dahaki taşındığımız yerde benim de odam olacak ama söz tamam mı diyaloglarından, eğer bir gün şehre ve okula yakın oturursak ben de 23 nisan çalışmalarında ve tiyatro atölyelerine katılacağım ama söz mü tekrar diyaloglarından işte bu yüzden nefret ediyorum..

Belki her şeyden nefret eden şirin gibi nefret ettiğimi söyleyip durdum ama, taşıyıcı annesi vasıtasıyla dünyaya gelmiş varlıklara sesleniyorum şükredin ki  sadece 9 ay taşınıyorsunuz !..

Sana olan sevgimin ölçülemezliğini bildiğin için bir özür mektubu eklemiyorum canım babacığım, sadece ‘sabit’, yerinde duran, otur oturduğun yerde lafına sadık kalmış ‘dostlara’ sesleniyorum.. Durmanın, kalmanın, gitmemenin kıymetini lütfen layıkıyla biliniz..

‘İSMİM BU..’

Ateşten Yaratıldı Benim Sevgili-m

Sevgili-m ütülenmemiş pantolonuyla evden çıktı, çıkarken ardına bile bakmadı. Oysa, oturma odası ile mutfak arasındaki kilimli boşlukta, tatlı bir serzeniş boylu boyunca uzanıyordu ve geceden beri gözünü kırpmamıştı. Uyursa, uyuyakalırsa, sevgili-m’i kaçırabilirdi. Kendisini gören göz olmayınca da bir anlamı, hikmet-i sebebi kalmazdı. İşte bu yüzden, o tatlı serzeniş, sevgili-m kapıyı hızla ardından çarpıp ışık hızıyla sokağa boşalınca, kendi kendisini havaya dönüştürdü. Tam o anda, köşeyi dönmekte olan ve kapıcının kızı Selma ile karşılaşan sevgili-m’in başı hafifçe döndü. Sallandı, az biraz sarsıldı ve “Halılarınız ve el dokuması kilimleriniz itinayla yıkanır…” ilanının çakıldığı, çınar ağacının gövdesine yasladığı sağ eliyle destek aldı. Kapıcının kızı Selma, kaçak bir bakış attı yüzüne ve içinden: “Yine geceden kalmış herhalde” diye geçirdi. Anlamadı, sevgili-m’in halden hale geçen Hava Kavminin son savaşçısı olduğunu. İnsanlar ahmaktır çoğu zaman sevgili-m, iyilik zehabıyla kötülük yaparlar ve bilirsin işte, yeryüzünde – çıkarına ters düşerse- kendi türü de dahil, hiçbir canlıya hayat hakkı tanımayan, tek akıl sahibi yine onlardır.

Sevgili-m az biraz soluklandıktan, kendisine bakış yapan Selma’nın gözlerine bir dehr esintisi yolladıktan sonra yoluna devam etti. Az gitti uz gitti, ana caddeyi, tütüncü dükkanıyla arasındaki iki tali sokağı, hızlı adımlarla geçtikten sonra, ilk sağdan döndü. İşte oradaydı, Doğu’nun en güzel tütünlerinin satıldığı harikalar diyarı. Nezaketle selamladı sevgili-m dükkan sahibi, yahudi gözlüklü dalgalı saçları şakaklarından kırlaşmış orta-yaşlı kadını. Kendine iyisinden yarım kilo, ballı Bitlis tütünü ve 500’lük 1 adet “Marla” marka boş tütün kağıdı aldı. Yapılacak çok iş vardı, bir an önce eve geri dönmeli, sigaralarını sarmalıydı çalışmaya başlamadan önce. Bir gün öncesinde yeterince çay-kahve-elma çayı stoğu yapmıştı. Açık bir bilince ihtiyacı vardı sevgili-m’in, o sebepten sinir sistemi hazımla uğraşmasın diye iki gündür yemek yemeyi de kesmişti. Apartman kapısının önüne geldiğinde, ufak bir poşet gördü, içinde çocuk giysileri vardı. Bir şey, yaşayan bir şey, poşetin kapalı kısmında hareket ediyordu. Sevgili-m önce ürktü, böcek-yılan vs. zannetti. Sonra,50 metrekadar batısından bir kız çocuğunun ağlayarak ona yaklaştığını farketti. Kedi gözlerine sahip kız çocuğu, 8-9 yaşlarındaydı ve ağlayarak diyordu ki: “Hayır ben büyüdüm, altıma falan kaçırmadım. Pantolonumdaki ıslaklık sudan, hepsi sudan sebeplerden işte. Git anneme söyle, üzerime giyecek kuru bir şeyler yollasın ve beni eve alsın.” Sevgili-m şaşırdı, “Bu ne?” diye düşündü. Etrafına bakındı, çocuk, hareket eden cismin olduğu poşet ve kendisinden başka hiç kimse yoktu etrafta. Sonra birden, poşetteki cismi zahir kılmak istedi; poşeti açtı ve içinden, ayşe kadın fasulye uzunluğunda yavru bir kedinin sersem sepelek çıktığını gördü. Birden boşlukta, bir şişe su belirdi. Şişeyi açtı, kapağına su doldurdu ve ayşe kadın kediye verdi. Kedi suyu kana kana içti. O anda beliren metalik gri, kel bir şoförün, içinde şoförü olduğu halde, park ettiği arabanın içine, sürücünün tarafındaki camdan girdi. Birdenbire kız çocuğu-kedi-araba gayb oldular. Sevgili-m hayretsiz bir şaşkınlıkla gözlerini bir kez ovuşturdu ve hızla apartman kapısından eve doğru süzüldü.

Eve girerken, müziği duydu: Adele söylüyordu bu sefer  “Lovesong”u. Oysa The Cure’un yorumunu da severdi. Üstelemedi, inatlaşmadı, kendisini bıraktı, şarkının bağıntılarıyla kendi bağıntıları birleşsin diye. Buna ihtiyacı vardı, en büyük eylemini gerçekleştirmesinin arefesinde, şarkıların gücü elzemdi. Beni görmedi, ben o arada, Benjamin’in “Pasajlar”ı ile İbn-i Arabi’nin Fütuhat-ı Mekkiyye’sinin 1. cildinin arasında salınıyordum. Onun beni görmemesi, benimle kurduğu alakanın zorunluluğu idi. Dedim ya, aldırmadım işte. Ben bunları mırıldanırken o, kahve yaptı kendine; 10 adet sigara sardı ve geçen hafta aldığı üzerinde, “This is a valuable notebook” yazan kırmızı defteriyle dolma kalemini alarak, şehir manzaralı köşesine kuruldu. Kalem ve levha, akıl ve ruh… hazırdılar işte “ol”maya. Sosyalizmden sonra bir ilk olma iddiasındaki, sistematik düşüncesinin başlığını attı: “Hikmet … !”

‘İbn-i Zerabi’