Archive for Temmuz, 2011

susma…

‘sen, sakın susmaaa..

bir tek sen sen konuşunca yaşamın ve bu şehrin gürültüsü son buluyor beynimde.

bir tek sen anlatınca ‘mem zin’e kavuşan bir gerçeklik oluyor zihnimde.

bir tek sen nefeslenince çocuk oluyor babamın yüreğindeki o lâl suretler.

ve sen ne zaman uzun uzadıya soluksuz bir şeyler anlatmaya başlasan ben sınır ihlaline çıkmış bir mülteci oluyorum. kendime koyduğum sınırları mayınla patlatma sevdasına tutuldum bu ara sana tutunurken.

sen sakın susma. mademki bu gece kalbin bir pavyon gibi boş, mademki her şey bu kadar laçka bir seyir almış, mademki ben burada basılmış boş bir kitaba meylettim, o halde sen bu gece sabaha kadar konuşmalısın benimle.

olmadı sen bana gülüşünü ver ben sana avuçlarımdaki mavi bilyeleri vereyim.

sen yeter ki susma!

olmadı ‘boş bir pavyon’ gibi olan yüreğini basılmış boş bir kitap olan yüreğimin satır aralarına iliştireyim ki sesin asılı kalsın gökte. çünkü ben gülüşümün adını sen koydum, o
nedenle sen orda hep gülümse ve sakın suskuda sus olmaa !’

‘Mavinin Çığlığı’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yolda biriktirilenler; şarap, muhabbet, rüzgar gülü ve Cevat Çapan

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Şehri uzakta kendi haline bırakmanın ruha verdiği huzurla düştüm(k) ada yoluna. İnsanın yaşadığı yere mesafeli duruşu kendine yakınlaşmasıdır çoğunlukla. Rehberin anlattıklarını notlamanın dışında araya sıkıştırdığım kişisel fikirlerimi taradım az evvel. Farkettim ki, şehir uzak durulması gereken mecburi istikamet salt benim için.

Geyikli iskelesinden bindiğimiz Feribot’tan sabahın ilk demlerinde inip kumsalla kardeş kafelere geniş adımlarla yaklaşırken adaya özgü bir kahvaltı hevesiyle ilerledik ilkin, acıkmıştık ama yeniliğe daha bi açtık sanırım. Klişe kahvaltı tabağına çok anlam yükledim ben, ada kredimin sonsuz oluşundan kaynaklı. Neyin bizi karşılaşacağı merakıyla büyüyen gözlerle adaya sabitlendik, önce bizi bi boz-kır karşıladı. Adanın yeşillikle özdeşleşmiş hafızamda kırıklık olarak nüksetse de, bu ilk görünüşten dolayı almış “Bozcaada”sıfatını. Ada ile ilgili çok şey yazılmış, söylenmiş, bunlardan birine biz de kulak verelim;

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“Kral Kyknos’un Thenes adındaki oğluna, üvey annesi bir iftira atar, kendisine saldırdığını söyler bir de üstüne şahit niyetine de bir kavalcı bulur. Babayı bu yöntemle ikna ederler ve Thenes bir sandığa konularak denize atılır. Sandık Bozcaada’da kıyıya vurur. Yarı baygın bir halde Thenes sandıktan çıkarılır. Bu olayı kutsayan bir çok kişinin önderliğinde adaya da Thenedos adı verilir.”

Yola düşmeden görülesi yer olarak tembihlenen Ayazma (yunanca kutsal anlamında) Plajı için az bile söylenmiş dedim kendimce.  Nadiren karşılaşılacak bir soğukluğa sahip olmasına rağmen gördüğüm en has denizdi.  Tekrar göreceğimi biliyordum burayı artık, müdavimi olmaya niyetli.

Adanın batı ucunda bulunan (Polente ucu) oldukça eski (1861) deniz fenerini ve rüzgar enerji tribünlerine sırtını vererek denize şerefe kadeh kaldırmanın sihrini tariflemek epey güç şahsım için.  Rehberimizin söylemine göre pek girmek mümkün olmuyormuş rüzgar güllerinin alanına ama dedim ya, ada-m bana sürprizlerle geliyordu işte. Her şey yolundaydı, en ufak bir aksilik hemen yoluna koyulurdu biz hissetmeden. Her şey ayarlanmış gibi bi lüksümüz vardı.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

  

“Dünyanın ucundaki bu fener”in altında ayakta, oturan, bir şeyleri beklediği malum ellerinde kitapların olduğu bir topluluk karşıladı bizi. Uzaktan tanır gibi olduğum yaklaştıkça şiir dede olarak kanıksadığım ama birkaç kelimenin yetersiz kaldığı Cevat Çapan’ı gördüm. Mutlu oldum. İçimdeki çocuğun korkunç dillendiği o an elini sıkmak ve fotoğrafla yetinip sonrasında Odysseia’dan okunacak paraflar için kendime yer baktım ilkin. Anlatıcı Haluk Şahin’in konu ile ilgili girizgahı esnasında okumadığı kitabı çeviren Cevat Hoca’nın hazırlanışını bekledim bir vakit. Aklıma düştü şiir o anda ada’da;

 

Bir yaştan sonra, sınırsız bir çağrışımlar
zinciridir hayat;
başka kokular, başka görüntülerle
saldırır üstüne tekleyen belleğinle
ve birden başka adlarla uyanırsın
bir dağ yamacında daldığın düşten.
…………………
Sonunda sana sığınıyorum, ey şiir,  (eklenti niyetine: ey ada!)

Bu güzelliği tamamlayan şarap ve yeni tanışmaların izinde tekrar düşülecek bir yoldur Bozcaada,

‘HERDEM’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Dünün yanlışları… Affet ama unutma!

“Oi Va Voi”nın en sevdiğim şarkılarından, “Yesterday’s Mistakes”ten alıntı başlık. Affet ama unutma. Unutmak işte asıl gaflet olan o. Yoksa affetmenin ve yola devam etmenin kendisi, pasif bir eylem değil.  Affetmezsen, tam göğsünün ortasında, inceden bir çıngıraklı yılan beslemeye başlıyorsun. Muhtemelen, canın ilk yandığında ortaya çıkıyor yılanın. Sonra, her kastın ardından, sana kast eden özneyi ve intikam saatini belleğine kazıyarak, yılanına bir halka ekliyorsun. Zaman akıp gidiyor, kişiselleştirilmiş acıların beslediği yılan devasa bir çıngırağa dönüşüyor. İntikam almaya bile mecalin kalmıyor; çünkü yılanın hareket edecek yeri kalmadığından seni zehirleyerek kendisine dönüştürüyor. Yani, tüm o menfi, kalbi delik deşik eden duyguların ve ateşin kendisine.

Bu aralar hesabımda halkla ilişkiler var. Zaman zaman kilitlenip kalıyorum. BtŞ’yi oluşturan “ben”ler sırasıyla arzı endam eyliyorlar. Bir ben intikam ateşini yakarken, diğeri affetmemi telkin ediyor. Sonra biri çıkıp kibirle, “İnsanlar böyledir efem, onları oldukları gibi kabul etmek gerekir” diyerek, bana kent-soylu gurur ve acıma ile karışık bir bakış atıyor. Affetmeyi telkin eden benin kapı komşusu olan, akl-ı selim ben, mağarasından çıkıp, Musa’dan ödünç aldığı asasına dayanıyor ve: “Bekle çocuğum Zülkarneyn bilincinin göğünden senin için zuhur edecek” vaadinde bulunuyor. Ardından, en ham, en şeytani ben çıkıyor ve, “S….. et bu salakları! Zekanı, kısasa kısas hakkın için kullan. Bahçelerine gir, evlerini tarumar et. Hepsini yak ve onlar acı ile yanarken, sen  dumanlanıp seyret” diyerek, o keçi ayaklarıyla sırtımı tekmeliyor.

Wesselam bir hayli karışık işler… Ammawelakin, hayat işte orada! Sana yolda çarpan, seni tanımadan eleştiren, sahip olduğunu sandıklarına hasetle bakan, süreci değil sonucu gören, mutsuzluğuna mutlu/mutluluğuna mutsuz olan teyzede, arkadaşta, meslektaşta vs., kısaca karşılaştığın her toplumsal adacıkta. Hayat kaçınılmaz, ol sebepten halkla karşılaşma da kaçınılmaz. Halkla ilişkilerde ortaya çıkmasının risk olmayıp, kesin olduğu zarar ve belaları en aza indirmek ise imkansız değil. Evet zor, evet bir hayat boyu gel-git, iman-küfür, affediş-kin arasında salınımı gerektiriyor; ancak nasılsa hayat her türlü geçecek ve her türlü cehennemi olacağız birbirimizin.  Sadece zaaflarımızdan, hırslarımızdan ve tamahkarlığımızdan vurulabiliriz. Birinin kibirle canımı acıtması, bendeki egonun yüksekliğinden ya da diş telleriyle gezinen bir ergen olmasından kaynaklanmaz mı aslında? Benliğimin inşası/adam edilmesi, maddi araçlarla yapılıyorsa, yazık bana! Demek ki kaybettiğimde evi, arabayı, manitayı yerle bir olacak “kendim” dediğim her ne var ise. Yok eğer rahmimde, her gün çapalayıp, temizleyip, sulayıp yetiştirdiklerimse, aferim o zaman bana. Ben ölmeden, hiç kimse / hiçbir şey bir halt yapamaz bana; ancak Rabile döner/dönüşürüm.

Niye bu kadar uğraşıyorsun ki sen, olduğu gibi, geldiği gibi karşıla ve vur gitsin sana kastedene? Öyle de, o zaman ondan ne farkım kalacak? Egoların savaşı… Öf hocam öf, hayat kısa, emel uzun; akl-ı selim ben, bu emelin tasfiyesinde buldu gönlünün ferahını. O sebepten, eşiktekine söyle, cinlerle flört edip durmasın. Kalbindeki sonlu bağları koparsın ve özgürleşsin. Ha, o vakte kadar mı? Soğukkanlı ol, muhatabın kendi gerçekliğinden konuşuyor, ikinci tekil şahsa, kendi “habilitusu”nun ölçüleriyle bir elbise dikmeye çalışıyor. Kendi kıçının çıplaklığına ilişmesin, İtŞ’nin gözleri diye, ona kendisini çıplak hissettirerek başlatıyor yabancılaşma sürecini. Sonra, kutsalı, elalemi, genel kabulleri kullanarak, onu o elbiseyi giymeye ikna ediyor, yani yabancılaştırıyor.

Ol sebepten gaflete düşme, içinin farkında ol, karşındakini gör akıl, zeka ve kalbinle. Gör ve dikkatini kendisine yönelt: “Bak kıçın açık!” O dönüp kendi kıçını örtmeye çalışırken, sen ellerin ceplerinde, çınarların altında kendine şekerli bir kahve söyle.

‘İbn-i Zerabi’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ismini sen koy…

‘sesle devrilir, eroinle devrilir, toplu iğneyle

-de

kimse bilmez niye? oturduğumuz yerde cesetlerin sessiz tabutlara

ses vermesini. tarihi gömün, rüzgarı fırlatın uzağa, gelenlere söyleyin dönmesinler

gelmesinler, kalsınlar… çarpışarak bitenleriz duy sesimizi Amerika

özgürlük anıtına basmışsın suyu

özgürlük isteyenlere güllü fantomlar

özgürlük için ağlayanlara dreamworks, antidepresan, güllü mermiler yollamışsın

kalp diyoruz love diyorsun ibne

gönül diyoruz love diyorsun ibne

yürek diyoruz love diyorsun aşkım

siktir git diyorum evol’ution diyorsun. ceset fetişisti   

 

sesle devrilir, eroinle devrilir, toplu iğneyle

-de

satılık her şeyin annen pazara düşmüş tüm ideologlarınla

oğul annesini satıyor, bunun adı serbest piyasa

vesika çıkartıyoruz artık bizde yapamadıklarımıza

kiraya veriyoruz beyinlerimizi

cerrahların elleri narkozla yıkanmış belli

gözlerimiz kapanıyor, kapansın da

 

II

bu akşam çok içlisin jack

zamanı kaydıran sen değilsin susuzluğum, içip tanımadığım kadınların yanından kalktım. dost yalnız bırakmaz, sen unutturdun!

Allah’ım tanrım ya da neysen işte

Dünyada en çok senin kitapların satışta farkında mısın?

İnsanoğlu seni ilkin taaa oralarda dolandırdı, cezalandırdın dünyayla

Sonra kitabını sattılar, üstelik telif hakkın bile yok!

Dört kitapla zirvedesin

En çok okunansın tek ödül alamadın insandan

şimdi ikimizde mutsuzuz

işte en büyük eserin!

 

III

jack şu işi sulandırma!’ 

‘Papyrus’

‘Hey gidi duyumuna yandığımın dünyası…’

“eğer bir gün susarsam../..bu artık söylenecek hiçbir şey kalmadığı içindir;
her şey  söylenmemiş…/..hiçbir şey söylenmemiş../.. olsa bile….”…- Samuel Beckett

‘sevgili dost’uma.. ‘n’e.. merhaba olsun.. özlemişim.. yazamadım.. ama gün içi hep izlediğim, okuduğum, la bu aylaklar çok başka insanlar, tuhaf , tezat, şahane  insanlar.. aslında ne kadar da hayatı severek, dokunarak, duyumsayarak, sahici yaşıyorlar diyerek  gülümseyişim.. ee biz de behzat ç.’yi pek severiz.. hep orda olduğunu bilmek güzel.. 

yaprağın düşüşü, yıldızın kayması, yağmur,

denizzzz kadar, menekşe, gül, papatya, karanfil,  

kırçiçeği, katır tırnakları, gökyüzü, ırmaklar, kuşlar, çocuklar, ölüm, sevgi’ler, dostluk ve aşk  kadar  duyumlu değildim..

olsaydım herşey elimden kayıp gitmezdi.. gözyaşlarım bile benden akıp gidiyor..  eğer olsaydım..??’

 

‘TAFLAN’


Buz Gibi
 
Aşk iyidir bak
Duyumunu artırır insanın
Hele don gömlek sabahları
Tıraş olacağını duyarsın
Yeni gömleğini giyeceğin gelir
Bir yeni biçim eklersin insan olacağa
Masaya, merdivene, aynalı dolaba
Derken ardından şıpın işi bir kahvaltı
Amanın dersin bu ne delice gidiş?
Paldır küldür açar mıydı fıstık ağacı?
İspinoz düşünür müydü?
Deli olan kaşınır mıydı?
Kolların upuzun Walt Whitman’ı okumaktan
Ağzın desen bir karış açık
Sokaklar yok mu, o sokaklar
Önce bir yeşile işkilli
Evlerde büyümeler, alıp başını gitmeler olacak
Kızıp duracaksın üstüne başına konan toza
Televizyondaki işe
Usanmak, hızını eksiltmek dendi mi
Cin ifrit kesileceksin birden.
 
Hey gidi duyumuna yandığımın dünyası
Alıp vereceğin olacak ille

Aşk maşk buz gibi yaşayacaksın… 

Edip Cansever

800. yazı tüm aylaklara..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

üç yıl geçti ‘aylak adamız’ bebesini ‘reis’le (blackhawk) doğurduğumuzdan bu yana.. ben annesi olmayı kabul ettim, reis de babası.. sakın gülmeyin aynen doğrudur.. ben gülüyorum şimdi.. sonra amcaları, teyzeleri ortaya çıktı.. aile büyüdükçe büyüdü..

beş altı kişilerde gezinirken yazar kadromuz şimdilerde yirmi beşi buldu.. karşılıksız bir şey beklemeden yüreklerini ortaya koydular.. bunlar isimli yazanlar.. bir de isimsiz dışarıdan destek verip yazı, şiir, fikir veren aylaklar var..

bebe büyürken ailesi de büyüyor..

istanbul’da ki aylakların sayısı da oldukça çoğaldı.. hele bazı günlerde biraya gelmelerimiz ve beraber aylaklık yapıp, demlenmelerimiz, sohbetlerimiz kaçırılmayacak şenlikler..

en son geçen cumaydı sanırım.. üç beş aylak mekanda toplanmışken birden nüfus patlaması yaşandı ve sanırım 15’i bulduk.. istanbul rekoru kırdık demlenirken..

kimler yoktu ki.. ‘gürselim’le, ‘delirmek’ ve ben vardık ilk başta.. rutin bir cuma buluşması olacaktı..

ding dong kapı çaldı.. bir baktık ‘papyrus’ ve ‘duygu’ kardeşlerimiz gelmiş..

daha onlara merhaba diyemeden tekrar ding dong.. gelenler ‘alki’ ve ‘yüco’ydu.. sonra gelen ise ‘aytaç’ kardeşimizdi..

‘aytaç’tan sonra gecenin bombaları geldiler : ‘mari’ ve ‘nazmi..’ rutin giden bir cuma akşamının seyri o andan itibaren değişti birden.. ‘mari’nin anlattıkları geceye damgasını vurdu.. gülmekten yerlere serdi bizi.. onu ilk kez tanıyanlar şok olmuştu ‘mari’yi o gece dinleyince.. cem yılmaz ve diğerleri falan hikaye, eline su dökemezlerdi.. gerçekten yüreğine sağlık ‘mari’ kardeşimizin.. neşe saçtı bize.. ve bu yaptığı sürprizi devamlı yapmasını istiyoruz.. işyerini ve misafirlerini yalnız bırakıp kaçarak gelmişti.. sırf bizi görmek için.. çok duygulandırdı bu ziyaretiyle beni.. hele hele ‘mari’yle ‘nazmi’nin yaptıkları tangolar ve sonrasında ‘papyrus’ ve ‘duygu’nun onlara eşlik etmesi gerçekten de muhteşemdi.. sonradan ise ‘papyrus’ ‘yüco’ ve tabiî ki  ‘nazmi’ sahne aldılar.. urfa ve mardin yöresinden halaylarla coştular, coşturdular.. ‘nazmi’nin halay çekmesine bayılıyorum.. hem güldürüyor hem coşturuyor bizleri.. ilk defa ‘nazmi’yi izleyenler gülmekten yerlere yıkılabiliyor..

böyle bir geceyi ‘reis-blackhawk’ kaçırdı.. artık şansına küssün.. imkanı vardı, gelebilirdi gelmedi.. uzakta bir yerlerdeydi ama yine de gelebilirdi..

neyse işte o akşam beş şişe jacki ve 26 birayı devirmişiz.. tekelci ‘suat abimiz’ kafayı yedi.. ‘alkolle yıkanıyor musunuz, ne yapıyorsunuz’ demiş en son kendisine giden arkadaşlarımızdan birisine.. biz ‘yıkanmak istemeyen çocuklarız (ünsal oskay) suat abi, yıkanmadık ağzımızla içtik, hem de aksırıncaya tıksırıncaya kadar..’

gecede bulunup da hatırlamadıklarım kusura bakmasınlar.. o kadar gelen giden oldu ve o kadar güldük ki bazı şeyleri silmiş olabilir beyinsiz kafam..

bu tür bir buluşmayı tüm yazarlarımızla istanbul’da yapmayı ‘reis’, ‘papyrus’ ve ‘delirmek’le beraber planlıyoruz.. sanırım eylül ayı gibi yaz dönüşü organize edeceğiz bu tanışma ve buluşma faslını.. şimdiden tüm yazarımızın haberi olsun.. dileyen aylaklar da dört bir yandan gelebilir.. ayrıntılar daha sonradan duyurulacaktır merak etmeyin..

‘aylak adamız’ bebeğimizi doğurduktan sonra aramıza birçok arkadaş katıldı..

yaşam kaynağım ‘fran(sı)z büyük fedakarlıklar yapıp aramıza katıldı, katkı sağlamaya çalıştı.. kendisi benim en büyük öğretmenim ve ilham kaynağım olmuştur her zaman.. ben ona layık olamasam da o beni hiçbir zaman yalnız bırakmamıştır.. yakında bomba gibi yazılarıyla dönüş yapacak, çünkü başındaki problemleri savuşturmaya başladı.. bize ‘güneşli’ günlerden bahsedecek, ‘güneşin’ sıcaklığıyla kalplerimizi harlayıp ısıtacak..

sonra aramıza ‘herdem’ katıldı.. yürekli bir şekilde ‘ben de yazacağım’ dedi.. çok mutlu olduk.. ‘herdem’ özelikle sinema ve müzik alanında epeyi katkı sağladı aylak adamıza..

‘herdem’le aynı süreçte ‘ibn-i zerabi’ kocaman yüreğiyle aramıza katıldı.. kısa sürede kendine has üslubu ve diliyle müthiş bir takipçi grubu yakaladı.. varlığıyla bizi onurlandırıyor kendisi ve yazılarını sabırsızlıkla bekliyoruz.. 

ve ‘bulut’ açık kapıdan içeriye girdi ve sanki hep aramızdaydı da biz fark etmemiştik.. kendine has tarzıyla iyi bir takipçi kitlesi yakaladı.. ‘bulut’un yazıları güneşin sabah doğması gibi mail kutularımızda sabahları yer aldığında günümüze neşe katıyor..

‘lucy in the sky’a hepimiz küstük.. ama onu ne kadar sevdiğimizi kendisi de biliyor.. fakat biz de ısrar yok, arama sorma yok bunu herkes bilir.. neden yazmadın, yazmıyorsun asla demeyiz.. ‘sarı’ hariç.. çünkü ‘sarı’ mecbur bu sorulara muhatap olmaya.. ona hep soracağız ve sinirlendireceğiz.. kendi bilir çünkü aramıza  ‘papyrus’ ve ‘delirmek’ katıldı.. onlara havale ederim kendisini alkolde boğarlar ‘sarı’yı.. ikisini de ‘sarı’ çok iyi tanır.. benden uyarması.. ‘papyrus’ ve ‘delirmek’ gerçekten de neşe, hareket ve bereket kattılar aylak adamıza.. ve de en önemlisi umut kattılar.. onlarla bir gece üçümüz içerken şiir ortamı oluştu.. arka arkaya hem doğaçlama hem de diğer şairlerden şiir okudular.. sonra onlara sarılıp öptüm.. ne güzel dedim öldüğümde mezarımın başında şiir okuyacak aylakdaşlarım var artık.. ‘delirmek’ ve ‘papyrus’u dikkatle izleyin ve sürprizlerine hazırlıklı olun derim..

‘kevok’ ise bir göründü bir kayboldu.. uçtu gitti sandık fakat artık mutluyuz çünkü istanbul’a geliyor.. sevgili ‘sarı’mızla güzel bir çift oldular.. güzel yazılarını sabırsızlıkla bekliyoruz..

ilham kaynaklarım sevgili ‘ciğerim’ ve ‘gürselim’ de her zaman yanımızda oldular.. fikir verdiler, uyardılar..

‘alki’ ise hep çok konuşan fakat icraata dökmeyen bir aylakdaşımız.. oysa ondan muhteşem yazılar gelecek inanıyorum buna ve sabırsızlıkla bekliyorum..    

sonra sevgili ‘bici’ aramıza katıldı.. ‘bici’ kendi yazılarını göndermese de kitap tanıtımı ve alıntıları yolladı.. sonra bir gün  sürpriz yapıp bizi mekanımızda ziyaret etti.. çok sevindik.. kendisi de meslektaşımız olduğundan daha çabuk kaynaştık.. yazıları gümbür gümbür gelecek onun da, bekleyin ve görün..

‘bici’den sonra sevgili ‘hasibe’ ve sevgili ‘öteki’ kardeşlerimiz aramıza katıldı.. hem kendi üretimlerini hem de paylaşmak istediği eselerden yazılar gönderdiler bizlere..

onlardan sonra ise sevgili ‘mavinin çığlığı’ ve de sevgili ‘taflan’ yüreklerini yüreklerimizin yanına koyup bizimle birlikte olup paylaşımlarımıza ortak olup, destek vermek istediklerini söylediler.. onlar da tüm enerjileriyle katkı sağlamaya başladılar, umut verdiler bize.. ikisi de muhteşem yazılar gönderdiler yüreklerinin sıcaklığını taşıyan..

sessizliğe bürünmüş yazarlarımızda var.. ‘ters’, lucy in the sky’, ‘sarı’, ‘kevok’ bir şey demiyoruz onlara, her zaman burada olduğumuzu onlar biliyor ve biz de onların her zaman yanımızda olduklarını biliyoruz.. diledikleri zaman yazarlar diledikleri zaman yazmazlar.. herkes biliyor ve yukarda da dedim ki biz de asla ısrar yok.. paylaşmak isteyenlere kapımız açık..

fazla uzatıyorum.. işte üç yıl bilmem kaç ay sonra gelen bu 800. yazıyı emek veren tüm aylaklara ithaf ediyorum ve yeni gelenlerin hepsine buradan teşekkür ediyorum bizimle birlikte paylaşmayı hatırlamak ve paylaşmak istedikleri için..

aylakların hepsinin kocaman kocaman, sımsıcak yürekleri var.. her gece birisinin yüreğinde gizlice saklanıp uyuyorum.. affetsinler beni gizlice kendilerine yük olduğum için..

ve siz sevgili ailemiz, her gün gelen maillerinizle bizlere verdiğiniz enerji, moral ve umut için ne desek azdır.. sizlere de teşekkür ediyoruz hep bizimle olduğunuz için.. bizler bir gün  topuklasak da buralardan hiç kimse merak etmesin ‘aylak adamız’ sonsuza kadar aylaklığa aynı şekilde devam edecek..

gülüşünüzle kalın..’

Crockett.. 

(lüzumsuz not : lütfen sayfa tarayıcılarınızın ayarıyla oynamayın.. bu yazı ayık kafayla yazılmış ama yıkılmak üzere olan nal gibi bir kafayla yayınlanmıştır.. kusurumuz olduysa yazıda affedin..)

 

YAŞAM BİLGELİĞİ ÜZERİNE..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘eylem içinde geçen yaşamı, açıkçası gerçek yaşamı tutkular devindirmezse bu yaşam yavanlaşıp sıkıcı olur; gelgelelim onu tutkular devindirdiğinde de acı verici olmaya başlar.. dolayısıyla istemelerine hizmet etmek için gerekenden daha fazla anlayış bağışlananlar, mutludur.. çünkü bu onları gerçek yaşamın yanı sıra, düşünsel bir yaşama götürür.. düşünsel yaşam onları her zaman acısız ama canlı bir yaşamın içinde tutup eğlendirir.. yalnızca boş kalmak, açıkçası istemeyle doldurulmamış bir anlama yetisi yetmez, gerçek bir güç fazlalığı da gereklidir.. çünkü kişinin istemeye hizmet etmeyen, saf düşünsel bir uğraş üstlenmesine ancak bu olanak verir.. tersine, ‘yazınsal aylaklık ölümdür; bu insan için diri diri gömülmek gibidir  (otium sine litteris mors est et hominis vivi sepultra.. – senececa , epistulae , 82)..

imdi bu fazlalığın büyük ya da küçük olmasına göre anlama yetisiyle yaşanan yaşamın sayısız kertesi vardır.. bunlar böceklerin, kuşların, minerallerin ya da bozuk paraların toplanıp betimlenmesinden şiir ile felsefenin en yüksek başarılarına gider.. şu da var ki anlama yetisiyle yaşanan böyle bir yaşam yalnızca sıkıntıya karşı bir savunma değildir, o bizi sıkıntının zararlı sonuçlarından da korur.. böylece kötü bir arkadaş çevresine, mutluğu tümüyle dış dünyada aradığımızda yaşadığımız birçok tehlikeye, talihsizliğe, yitiğe, savurganlığa karşı bir settir.. dolayısıyla örneğin benim felsefem bana bir şey kazandırmadıysa da beni bir şeyler  yitirmekten korumuştur..

beri yandan olağan insan, yaşamın hoş yanları söz konusu olduğunda kendi dışlarındaki şeylere, dolayısıyla mala mülke, rütbeye, çoluk çocuğa, arkadaşlara, topluma bel bağlar; onun yaşamında mutluluk bunlara dayanır.. sonuçta böyle şeyleri yitirdiğinde ya da bunlar yüzünden düş kırıklığına uğradığında mutluluğu yıkılır.. bu ilişkiyi dile getirmek için şunu söyleyebiliriz : onda ağırlık merkezi kişinin dışındadır.. bu yüzden , onun dilekleri, hevesleri değişir durur.. olanak bulursa kır evleri ya da atlar alır, partiler verir ya da gezer.. gelgelelim genelde, her şeyde doyumu dışarıda aradığı için büyük ölçüde lüks düşkünü olacaktır.. güçten düşmüş, sağlığını, gücünü yeniden kazanmak için çareyi çorbalarda, eczaneden aldığı ilaçlarda arayan bir adam gibidir.. onun sağlığının gerçek kaynağı kendi dirim gücüdür.. başka bir uca gitmeden önce, böyle birini anlama yetisi pek seçkin olmasa da olağan dar sınırı aşan bir adamla karşılaştıralım.. böyle bir adamın amatör olarak güzel sanatlardan biriyle uğraştığını ya da botanik, mineraloji, fizik, astronomi, tarih gibi bir bilim dalının ardından gittiğini görürüz.. o dışarıdaki kaynaklar kuruduğunda artık onu doyurmaz olduğunda daha çok bu uğraşından zevk alır, onunla dinlenip tazelenir.. buraya kadar onun ağırlık merkezinin kendi içinde olduğunu söyleyebiliriz.. gene de sanatla amatörce ilgilenmek yaratıcı beceriden oldukça uzaktır, salt bilimsel bilgi, görüngelerin karşılıklı ilişkisinden öteye gitmez, sıradan insan kendini tümüyle bunlara veremez, tüm doğası bütünüyle görüngülerle dolmaz, dolayısıyla da varoluşu başka başka her şeye ilgisini yitirecek ölçüde onlarla iç içe geçmez.. bu , yalnızca anlama yetisinin yüksek bir seçkinlik düzeyine özgüdür.. bu da deha diye adlandırılır.. çünkü yalnızca deha, şeylerin varoluşunu, doğasını baştan sona, kesin olarak konu edinir.. o zaman da özel eğilimine göre şiir, felsefe ya da sanat aracılığıyla bütün bunlara, ilişkin kendi derin görüşünü, kavrayışını dile getirmeye çalışır.. dolayısıyla durmadan kendiyle, kendi düşünceleri, yaptıklarıyla uğraşmak yalnızca böyle bir adam için ivedi bir zorunluluktur.. yalnızlıktan hoşlanır, aylaklık onun için en büyük kayradır, başka her şey vız gelir tırıs gider, başka bir şey varsa, olsa olsa yük olarak vardır.. yalnızca böyle bir adamda ağırlık merkezinin tümüyle kendinde olduğu söylenebilir..’

ARTHUR SCHOPENHAUER..

‘YAŞAM BİLGELİĞİ ÜZERİNE AFORİZMALAR..’ , ARTHUR SCHOPENHAUER , Çeviren : LEVENT ÖZŞAR , BİBLOS Yayınevi , 2011 , 262 sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Ağıtsız…

( ” insan günün rahmine kaç kez
ağıt yakabilir ki Mavi, dedi. )
 
insan kalmaya direnen kaç kez
kendi olan aynada vurur kendini;
 
ben binlerce kez paramparça ettim
o sırları dökülmüş aynayı.
 
yetmedi ağıtlar yaktım,
kendim olanın ardından..
hem de ağıtsız..
 
dili lal olmuş bir ağıttı
kulaklara fısıldadığım.
secdeye astım ruhumu da
şeytan apansız bir halaya durdu ruhuma.
halaysız da halaylar gördüm suretlerde.
 
mezarıma dadanan leşlerle
kaçık, terane zamanlara yolcuyum şimdilerde.
ve
şimdi kendim olanı ruhumdan
doğurma ayracında ağıtsız bir ağıdım. 

‘Mavinin Çığlığı’

‘Zeynep Köylü’ Şiiri…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘ben olmadığım yerlerden geliyorum her gece.. ve her sabah gene kendim olmayan yerlerde uyanıyorum. bir yığın karmaşanın içinde gene cebelleşiyorum sol tarafımla. sözcükler dönüyor arabaların tekerleklerinde bana dil çıkararak.. bense umursamıyorum kendim dahi herkesi..ya da tam zıddı işte.
 
şehirlerarası bir yolculuk sırasında çantama attığım bir kitap yetişiyor imdadıma. Zeynep Köylü’nün ilk ağacı öperek adlı şiir kitabı bu. fark etmeden  aylarca nereye gidersem gideyim
cebimde taşıdığım ölüler gibi onu da taşımışım.
 
Zeynep Köylü gerçekten çok iyi yazan birkaç kadın şairlerden biri. ve aylakların tam yanı başında olması gereken yazarlardan diyerek kendimce biraz olsun anlatmak istedim.
hani diyorum annesini acı diye sol tarafında taşıyan yalnızlık  kervanının yolcuları için.. babasına adamış aşklar yaşayanlar için.. bir güle bir kadraj dolu cam kırıkları sığdırmışlar için.. ve kendisiyle delilik oyunları oynayabilen yarım akıllılar için.. tam da durup okunması gerekir.’

 ‘Mavinin Çığlığı’

 

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ZAN

 

zamandan önce doğdum. bir avuç sesti ömrüm    

gölgenin izi kaldı karanlığın ağzında

aynada haritasız unutmuştum denizi 

annemin göğsünde eskiyen aşktım 

ben günah işledikçe incelmişti arz 

döndüm! kabileydiniz çok yüzlü bir çarmıhta 

beni de terk ederken bir Tanrıyla aldatın

 

hiçbir sesi sevmedi ağzımdaki uçurum 

serçelerin duasıyla büyümüştüm bir gece 

avlunuzun kızıydım. çok denedim ölmeyi 

her sokak sevişimde kanardı bileklerim 

rüzgârsa içimdeki en eski büyücüydü 

onarırdı çöllerde kırılan asasını 

gölgeme bağdaş kuran ay perisiyle 

 

masallar ki o eksik gölgemden kalmışlardı

yüzümün yittiğini söylediğinde babam

bendim gökyüzünün son götürdüğü uçurtma

adanmış bir kuyuydum odaların yasına

ırmaklar hiç dönmedi. oysa döndüm

k a b i l e y d i n i z

zaman şimdi zan altında

ZEYNEP KÖYLÜ

 

 

 

 

 

 

 

 

 

TUTTUM, SEVDİM 

karanlık sularımı çoktan terkettim

bağışlamayın beni

 

bir çocukla geçirdim

en son gecemi

yağmurun şarkısını öğretti bana

kayanın yalın ışıltısını

 

eprimiş yıldızlara tutundum

ilk kez not almadım hatalarımı

geceler aşkların kurtuluş günü

 

çağırmadım kimseyi

hem bayrağımda yoktu

örümcek ağlarına düş eklediğim

görülmesin diyedir bunca duvarlar

 

kimliğimi bir yolcuya bıraktım

sesimi ölülerin suskun ağızlarına

 

camgöbeği

hüzünlerim de oldu

haritasız acılarım da

 

göz notlarında kaldı

yüzümün son mevsimi

 

tuttum, sevdim. bağışlamayın beni

ZEYNEP KÖYLÜ

ZEYNEP KÖYLÜ Kitapları : Son Arzum Gül ve Kedi (Mayıs Yayınları , 1998) , İlk Ağacı Öperek (Everest Yayınları , 93 Sayfa , 2007…)

bir temmuz, üç temmuz, dört temmuz…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

sinan çetin hakkında yazmak için oturdum masaya D’ sürekli “bak bu adam hakkında yazarsan tazminat davalarından başımızı kaldıramayız” diyor Türkçesi ekmek paramızı bu Türkiyeli trump’a yedirmeyelim! Bu arada D’ hep haklı çıkmıştır. Ne dese olur. Ve ben sürekli tam tersini yaparım. Benden beklenen budur. Tersi çok abestir zaten. Konumuz ben ya da sinan çetin değil. O adamı ıskartaya ayırıp fetoyla ilişkilerini güzide medyamızdan ince ince takip ediyorum. Çok yazan çizen olmasa da –neden tırstıklarını hala anlamış değilim- kurt sessizliğinde yanlış hesaplar içinde olduğu gün gibi ortada ve sinmiş, çatallaşan dilimle, kalemi sivriltip matador edasıyla sıramı bekliyorum.

Gelecek konumuz ‘türkçe olimpiyatlarında bir manken sinan çetin’ olacak umarsızca bunu söylemekten en ufak hazin duymuyorum. Yaşayıp göreceğiz.

Ama bugün hepimizin bildiği gibi Temmuz sıcağının 2’si ve gariptir ki bu demokrasi beşiği canım ülkemde, “dünyanın tek 35 yıldızlı oteli madımak*ta!” Ortaçağ karanlığından geçtiğimizi sanırken, bize “yok öyle üç kuruşa beş köfte” diye acılı yediren şu, şuncacık zihinlerin günü!

Kendimize dönecek olursak herkes, her şeyi atlayabilir. İnsanların toplumsal bilinci sürekli tekil işler ve toplumsal bilinç denen şey saçmalığın tek’e indirildiği bir saçmalıktan ibarettir. Biz, ben değiliz! Onlar keza sen değilsin! Herkes her şeyi bu yüzden unutabilir. Peki ya unutmayanlar?

Yandık kül olduk demenin felsefede, sosyolojide hatta matematikte bile karşılığı vardır. Eksiksiz sıfır olmaktır. Diyalektik bunu farklı yorumlar,  Allah sıfırları cehennem de toplar! Hepsinin açıklaması ayrı ayrıdır. Ha keza sıfırların toplandığı ülkelerden biri de Afrika’nın tamamıdır! Orada hala insan yakarlar, neden? Ceza yöntemidir. Devrimci dergilerin ajitasyona meyil veren yazıları şu haftalarda çatır çatır basılıyor olabilir, olabilen başka şeylerden birisi de karnımızın yazı çiziye çok fazla tok olduğudur.

Unutmak ihanet değil, o ayrı kafadır, ayrı dozdur, ayrı bir köpeklik  ister!     

Son olarak; Madımak, Sivas’ın ve bu ülkenin silinemeyecek utancıdır..

‘Papyrus’