Archive for Temmuz, 2011

‘Bir Şehre Gidememek..’ – Mario Levi

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘sonra birden o koskoca eski sokakta, kendimi bu apartman dairelerinden birine bir kez daha koyabilirim dedim.. sonra başka suskunlukları, yan çizmeleri, yalnızlık temrinlerini, eksik cinsellikleri, hayali aşkları, zorunlu topluluklarda bir yama gibi olmaları, küçük utanmaları anımsadım.. cumartesi akşamları kent sinemasına yalnızca filmler için mi gidilirdi.. bir başka hayal perdesi değil miydi o kervan sineması.. sonra o koskoca sokakta, o apartmanların birinde bir akşam kızıllığını anımsayabilirim dedim.. plaklar arasında programı akşam galiba yedide başlayacaktı.. şarkılar, yaşantılar: aydınlıktan bir kızarış, balık kokusu geliyor o anda.. türkan şoray’ın yeni filmini kaçırmayalım diyor madam matilda, ihtiyar madam eleni’yse mutfakta çırılçıplak dolaşıyor; ben bundan çok korkuyorum.. susuyorum sonra.. oysa o günlerin bende kalan, hep gelişen hikayesini ne de çok anlatmak istemiştim.. kaçıyorum ama geçmişimden ve hep yanı başımda gezinen hayaletimden.. kendimden, yenilgilerimden, bazı insanlarla karşı kaşıya kalmaktan kaçıyorum..’

‘kitaplar, diyebiliyorum kitapların çok özel dünyasından hep bir şeyler beklemiştiniz ne de olsa; kandırmacalardan ve kaçışlardan bir küçük sığınak yaratmıştınız kendinize.. günün birinde, sözcüklerden ve olasılıklardan aldığınız güçle birçok yanılgıyı bir küçük yalanla geçiştirebilir, dahası açıklayabilirdiniz..’

‘zamanı durduramamanın ve kimi hayalleri tüm kandırmacalara karşın gerçekleştirmemiş olmanın kırgınlığı.. fırsatını bulduğumda buna bir küçük pişmanlık ya da bir kaçınılmaz ödeşme zamanı diyebilmeliyim.. uzunca bir arayışın beklenmedik bir yerinde insanın aniden bir başına kalabileceği anları da gözden geçirebilmeliyim bu aşamada; yitirilmiş onca sevince karşın yeni bir ilişkiye doğmak istemenin hüznünü anlatabilmeliyim bir başkasına.. bu durumda bir cümleye yıllar sonra sözcükleriyle başlanabilir.. yıllar sonra insanın yapabilecekleriyle değil yalnızca yapabilmiş olduklarıyla yaşayacak olması, evet.. kısacası uzunca bir yaşam serüveninin anlatımına sıvanmış birçok yazarın kolay kolay kayıtsız kalamayacağı izlekler.. yalnızlık adına birçok olasılıktan vazgeçmek zorunda kalanlara satır aralarından da olsa seslenebilme özlemi.. bir kez daha; yepyeni kandırmacaları da göze alabilerek.. iyi.. yıllar yılı hayali kurulmuş bir hikaye için umut verici bir başlangıç olabilir bu.. yeni bir umut evet, yalnızca başlangıçlarda kalmamak için.. eşref bey’e sanımca bu aşamada da bir buruk gülümseme  gerekecek..

oysa her şey diyorum hemen her şey tanımlanması güç bir eksiklikten kaynaklanıyordu ve siz o uzun yazıyı hiçbir zaman tamamlayamayacaktınız..’

‘akşam kızıllığının odaya kazandırdığı bu beklenmedik görünümün ve çağrıştırabileceklerinin peşine belki de bu yüzden takılıyorum.. bir küçük yolculuk özlemi olmalı bu : yıllar önce, hiçbir gerçek ayrılığı, yalanı ve düş kırıklığını tanımamış, tütünün her türlüsüne alışmamış, iğrenç sarhoşluklarla zorunlu bir eve dönmemiş,  genelevlerde hangi duyguların kazanılabileceğini öğrenmemiş ya da yasının zorunlu serüvenine henüz çıkmamışken de tanımıştım bu akşam kızıllığını.. insanların bir ev halinde kimi rollere itiraz etmediği ve bir takım alışkanlıklarla uzun ölümleri kabullenir göründükleri günlerdi; yarınlar hep aynı insanlar, saatler hep aynı saatler içindi.. sezinleyebildiğim, ama bir türlü açıklayamadığım bir terslik vardı işte.. akşam kızıllığının çağrıştırdıkları mı aldatıcıydı o zaman, bir küçücük şefkat adına özlemlediklerim mi.. suskunluklar mı tercih edilmeliydi sonuçta, gerçek savaşımlar mı.. yalnızlığın büyüsü diyorum şimdi kendi kendime, yıllar sonra geriye yanıtlardan çok görüntüler kalabiliyor; zamanın fırtınasında neleri gerçekten kazandığımızı anlamakta güçlük çekiyoruz..’

‘BİR ŞEHRE GİDEMEMEK..’ , MARİO LEVİ , AFA Yayınları, Nisan 1990, 120 sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Medeniyet Yavrum Medeniyet!

Modernizm Yavrum Modernizm.

Modernizm ya da çağımızın kağnısı.

“Onların” dışındaki insanların tamamını medeniyet mağduru haline getirdiler. Dünya çapında kıçı kırık demokrasi inşaatı devam ederken, “modernizm mi demokrasiden çıkar, demokrasimi modernizmden,” tartışmaları yapıldı kapandı veyahut yapılamadan unutuldu gitti.

Alternatif intihar yöntemleri bulan insan artık acı çekmeden ölebiliyor. Bu iyi!

Sylvia Plath sabah saatlerinde iki çocuğu için sütlerini hazırlamış, atıştıracak bir şeyler koymuş ve mutfağa gidip kapıyı ıslak havlularla kapatmış, sonrasında gaz ocağını açıp kafasını içine sokarak intiharını başarılı şekilde gerçekleştirmiştir. Anna Sexton’da bu ölümün ardından şiirinde “niye benden önce” diye “tıs”lamıştır. 1950’lerin ikinci yarısından sonra Amerika’nın önde gelen şairleri arasına giren bu iki kadın intihar ederek dünyanın boktan ve katlanılmaz bir yer haline geldiğini, “siz takılın bize eyvallah” diyerek, tanrının verdiği bedene teröristçe yaklaşıp, kendi yollarını çizmişlerdir.      

Bir alternatif yol olarak intihar etmenin, kapitalizmin çarkları arasında sucuk olmaktan daha iyi olduğunu düşünenlerdenim. Çulsuzlara, vahşi şefkatiyle yaklaşan dünya sistemi “zengin olmanın yollarını” gösteriyor. Ama pek fazla şans tanıdığını düşünmüyorum. İş yapalım diye yola çıkıp küçük bir dükkân açtıktan sonra iş yapamama ihtimali, sadece iş yapacak adamın beceriksizliğiyle alakalı değil. Ondan daha büyük ve şişman adamlar dünyada hem daha fazla yer kaplıyorlar, hem de holdingleri hem enine hem de fezaya daha fazla uzanıyor. İşte biz o şişmanlara oligarşi diyoruz. Onlar sanatın kraliyetler gölgesinde gelişip olgunlaştığını çok iyi bilirler, onlar kitapevleri açarak türlü çeşitli yazarlara para akıtırlar, onlara yakınlaşma çabası içinde olan insanların sayısı azımsanamayacak kadar çok. Ama sonuçta sanatında bir iş olduğunu düşünürsek, “medeni şekilde iş yapıyorlar doğru.”

Şairin İntiharı

Memesi olanın bir sıfır önde olduğu sektörlerden biri olarak şair kabilesi geliyor. Ahkâm kesmeyi seven ve her boku bilen insanların toplandığı esnek çalışma saatleriyle, histerik duruşlarıyla “hayatı bilmiyorsunuz lan” diye haykırıyorlar. Yine medeni şekilde!

Kendini öldürecekmiş gibi yazan ama makyajsız dışarı çıkmaya korkan, hayatında belki hiç ter kokmamış hatta terlemenin nasıl bir uygunsuzluk olduğunu düşünen kadın şairler tanıyorum. Hala yaşıyorlar ve benden sonra geberecekler. Bunları adım gibi biliyorum. Modernize tugaylar halinde sanatın yanında yer alan insanlar da var. Onlarında, başkasının acısını görmekten zevk alan bir sirus kabilesi olduğunu düşünüyorum. Hâlbuki gözlerini açıp mahallesinde geri dönüşüm işçilerine biraz baksalar ne iyi olur! Öyle güzel boyunları var ki çöpe kafayı sokup, eliyle pet şişeleri nasıl bir açıyla yakalıyorlar bilemezsiniz! Siliokolis işçilerinin akciğerleri inanın dehşet verici ama sizinkiler marka slim sigaralar yüzünden çok daha temiz ve check-up’nızın tarihi aksadığında bile kendinize düşman oluyorsunuz. “Ah aptal kafa!”

Barlardan kafasını kaldırıp dünyaya bakamaz halde içen, hatta geçen ay Kadıköy’de bıçaklanan yedi yurttaş için “kardeşlerimiz için içiyoruz” eylemiyle içmenin öküzce nerelere taşındığını gördük. Aralarında şair kafilesi de vardı. Bu insanlar ne yaptılar peki? Basın açıklamasını titrek bir sesle okuyup bitirdikten sonra, gördükleri ilk tekel büfesine saldırdılar. Ellerinde aslanlar gibi siyah poşetleriyle apartman önlerinde boğazlarını serinlettiler. Poliste Hell’s Angel’s’lardan –zebanilerden- korudu. Yapılanları küçümsemiyorum elbette. Eylemin siyasallaştırdığı doğrusunu atlamadan yazıyorum. Fakat oradaki bileşene baktığımda bazıları genç ve cesur olmanın yanında günde 10 litre bira tüketen ve kırmızı masaya gelir devrim olur edasında olmalarının yanında kelli felli devrimci ağabeyleri de gördük. Bunlara ne demeliyiz peki? Makul koşullar oluşturulup tartıştığımızda siyasal olarak bizi itin götüne sokup çıkarabilecek adamların orda ne işi vardı? Çok basit sadece sosyalleşiyorlardı. Peki, şu çabayı seçim döneminde Sebahat Tuncel’in seçim bürosunu açmak için kullansalardı ve Kadıköy’ümüzde bir bürosu olsaydı o kadının, kötü mü olurdu? Haberleri bile yok! Bırakın onu şiire siyaseti sokmanın onurunu yaşarken, gerçekte akıllarından bile geçmez. Kalem işler yazar övünür. Ne yazsalar tayfa hazır kıta alkışlamayı bekler. İlginç olmanın garip bir erdemi vardır! Bu adamlar harbiden ilginç!

Kadıköy’ün barlarında leş gibi içip sonrasında yan masalardaki kadınlara sarkan, edepsizliğin sınırlarını, İngiliz safkanlarına bile bırakmayacak adamların bu eylemde olması esasen beni çokta şaşırtmadı. İçmek için kendine alan yaratma çabalarını evde içerek kutluyorum.

Modern şiir tartışmalarının modern şair tartışmasına döneceğini hayasızlıkla bekliyorum.

‘Papyrus’

Bir bakışın yetti canım unutturmaya…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Ne güzel artık adını koyabiliyorum, geçmişte yaşanmış bir halin neye tekabül ettiğini analiz edebilecek kavramsal araçlarım var. Aferim sana! On yıl önce, Melih Kibar, bir gazeteci ile görüşmesi sırasında, Çiğdem Talu ile doğurdukları “İçimdeki Fırtına” adlı şarkılarını piyanosunda çalmıştı. Kibar’ın bu canlı performansının kaydı, işim gereği elime geçmişti. Hatırlıyorum, günlerce, üst üste dinlemiştim. İçimdeki coşkuyu, o iki kişi arasında olup bitene yaptığım şahitliğin tadını aktarmam mümkün değil kavramlarımla. Ne ilme’lyakin ne de ayne’lyakindi o halim, düpedüz hakkâ’lyakindi.

O ikisi gibi var mıdır bilemem? En azından şu an aklıma gelmiyor. Talu şarkıların sözlerini yazıyor, Kibar ise onları besteliyordu. Şimdi bunları yazarken fonda, tekrar tekrar ikisinin doğurdukları çocukları dinliyorum ve hala titriyor tüylerim. Kibar mesela, o röportaj sırasında bir türlü tam olarak dillendirememişti olup biteni. Ne diyebilirdi? Herkesin anladığı gibi kadın-erkek arasında olup biten türden bir cinsel aşk mı? Yoook, bu o aşkı küçümsediğimden değil, hem Spinoza gibi dillendirirseniz öylesi bir cinsel aşk karşısında saygıyla eğilirim de. Bence yaşıyordu, haldi onda ve bilgisini bilmese de olurdu onun için.

Bu aralar, en sevdiğim Fransızlardan olan Deleuze’den Spinoza dinliyorum. Sanki bütün yıl çalışıp paramı biriktirmiş de, Fransa’ya Deleuze’ün dersini dinlemeye gitmişim gibi. Şimdi… Spinoza’da üç temel duygu var: arzu, keder ve sevinç. Arzu, yani varolma kuvvetimiz ve eyleme kudretimiz. Sevinç bunu artıran, keder ise bunu azaltan duygulara verilen genel ad. İşte hikaye tam da burada. Bizlerde, tekliklerde ortak bir öz yok; aramızda varlık olarak bir farklılık yok. Bizi –burada alemdeki tüm suretleri kastediyorum- birbirimizden farklılaştıran, işte bu kudretimizin niceliksel farklılığı ve varolma sıfatlarımızın niteliksel karşıtlığı. Kudretimin pasif olması, sevincimin ve kederimin dışımdaki cisimlerle, şeylerle belirlenmesi. Oysa tanrı, sonsuz akış hem bana içkindir hem de benden başkadır. Dayanağım kendimimdir, kendi kudretimi etkin kılma çabamdır.

Herbirimiz sonsuz sayıda parça içeren, sonsuz bağıntılara sahip çokluklarız. Mesela A cismiyle karşılaşıyoruz ve asgari sayıda bağıntılarımız birleşiyor ya da çözülüyoruz. Bu işte kötücül bir karşılaşma oluyor ve bunu içimizde tuttuğumuz sürece, sadece kendi kudretimizden yiyoruz. O sebepten, intikam duygusu, kısasa kısas bile aslında kişinin kendi kendini yiyip bitirmesi oluyor. Ammawelakin, B cismiyle karşılaşıyorz ve bir bakıyoruz ki, bağıntılarımızın çoğunluğu, onun bağıntılarının çoğunluğuyla birleşiyor, işte o zaman da mutlu oluyoruz ve eyleme kudretimiz, arzumuz artıyor. Ancaakkkk…. Nietzsche’nin “erk isteği” diye bahsettiği mesele de tam da bu. Bu iktidar isteği falan değil, basbayağı kişinin kendi kudretinin farkına varıp, kudretini etkin kılması. Yani bir gücü ele geçirmekle vs. bir ilgisi yok, aksine tek gücün kudret olduğunu söylüyorlar. İşte burada Spinoza diyor ki, kudreti artırmak, şey/cisim ile benim bağıntılarımızı, yeni bir birey, ikimizin sadece birer alt bireyi olacağımız muhteşem bir yeni birey oluşturacak şekilde birleştirmemizdir. Ahanda İspanyol işte, “Etik” sonuçta, Spinoza’nın İspanyol’la hemhal olmasından tevellüd eden çocuk, muhteşem yeni birey değil de neydi/ne? Dahası var mı hocam ya, bakın işte, her an, “kün feyekün” yeniden üretilmekte. Unsurlar bitişmekte ve doğurmakta….

Uzatmayayım ve geleyim Kibar ile Talu’ya… Anın emzirdiği bu iki ruh, işte böyle bir şey yaşadılar. Orada artık ne Talu ne de Kibar vardı ya da ne erkek ne de kadın vardı. Hem anası hem babası hem de emzirdiği çocuklar oldular tüm o şarkı/çocukların. Üçüncü bir birey oluşturmayı başardılar ve bunu da çocukları olan şarkılarıyla kayıtladılar. Bellek notları gibi… İşte Spinoza cinsel aşkı, böylesi bir kavramsal çerçevede tanımlar: bireylerin birbirlerinin farklı bağıntı ve özelliklerine ket vurmadıkları, engellemedikleri muhteşem bir şefkat ilişkisi… İşte o sebepten, ben ne zaman bir Talu ve Kibar şarkısı dinlesem ki yazı boyunca fonda devamlı çalmakta, herbir şarkı ile bağıntılarım birleşip yeni bir birey oluşturuyor.

Ol sebepten, zahir ehline ne aklım ne de gönlüm akıl sır erdiremiyor, yine de canları sağolsun. Hah dağılmayayım, aşk nedir? Hayyam’dan okusak, Mevlana’dan okusak, Nesimi’den okusak vs. aşk nedir? Ve gelseler, sorsalar bana, göster bize var mı birileri bu yüzyılda? Düşünmeden ikisini ve şimdi ikisini temsil eden, yok hayır burada var kılan, şarkılarını işaret ederim. Kaç kişinin bu zamanda, onlar gibi gönüllerine dolmuştur aşk ve işte sırf bu yüzden onlar gibi, kaç Rabbi imaja ve ritüele indirgeyerek, kurumsallaştıran zahir-ehlinin yüzüne değmiştir Rabbin nefesi?

‘İbn-i Zerabi’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘yaslı yüreğimin utangaç itirafı..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

burada daha ne kadar öleceğim?

yeryüzüyle gökyüzün aracısı olarak bulutu haraca kestiğiniz yerde?

ben size alışamam.. tehdit : koltuğunuzun bedeninizle dolmaması.. tehdit: bir merdivenin uygunsuz konumu, gözüme saldıran güneş ışınlarında yüzün yokoluşu.. ‘ağlıyordum, onu gönlümde isterdim ve sadece orada..’ öylesine yoksulluk, bir sevi düşünün bu kadar yayılması günlere hiç karşılıksız…

ağlıyorduk.. ben bu ıslaklığı tanıyordum, düşümde böyle düşünüyordum size dokunurken.. siz bu ıslaklığı tanıyordunuz, düşümde böyle düşünüyordunuz.. nasıl biliyorduk, nasıl? her ışıltı anının acı yükünü, ülkemizin sonsuzca yumuşayarak kuraklıktan kurtulduğunu; bu gözyaşlarının susulmuş her çığlık, beklenmiş her sevinç için, onun için bu kadar akıcı, saran ve parlak…

WET : SORROW-

delilik sevgilim, bir sözcük üzerine kurulmuyor, varolanı dürtüyor, eşeliyor, o bölgede yer ediniyor.. bir sabah, bedenimin tüm hücrelerini ele geçirmiş bir acıyla uyanıyorum, bundan böyle, nereye baktığı bilinmeyen gözlerinizle her karşılaştığımda katlanacak bir acıyla..

onu sürükleyeceğim.. sürükleyeceğim ki, açığa çıkarılamayacak, tanımlanabilir gün ve gecelere maledilmeyecek bir sevi karabasanından aldığım pay, saygısını bulsun içkin dünyasında belirsiz ‘Ben’in..

yaslı yüreğimin utangaç itirafı: ‘SİZİ SEVMEKTE ÖLÜYORUM’..

 

NİLGÜN MARMARA

Mart, 1982..

(Alıntı : ÇALINTI Aylık Müzik Kültür Dergisi, Kasım 1994, Sayı:18..)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yabancı…

‘yaşadığımın farkında olmadığım gibi dökülüyor yaşlar gözümden.. ben böyle hep amansız ve zamansız ağlıyorum ya bu acı mağaramdan geliyor. ağlıyorum gene farkında olmadan bir yıldıza çarpmış da yere düşmüş parçacıklar gibi dağılıyorum. bu kadar mı çok sevdalandın ay’a da bu tutulma gündönümleri bitmiyor.

bak gördün mü gene koca yürekli adam, yüreğinin ertesinde kaldım.. bitip bitip yeniden yaşama başlama sevdan bulaştı tırnaklarımın arasına. oysa her saat başı tırnaklarımın arasına saplanan yaşamı kökünden kesip duruyordum.. iç sızın iç mağaramı böyle ayyuka çıkardı.

ve ben sana artık ‘iç sızım’ adını verdim. çünkü ben ne zaman ki gökten yeryüzüne savurduğun parçacıkların üzerinde yürüsem, topuklarıma batıp yüreğimi acıtıyordu. yüreğimi acıttıkça mağaram acıyor ve iç sızım oluyordun. bitap düştüm yaşamın kucağında bu kadar yaşama ve ölüme sevdalıyken. yorgunluktan beni bile taşımaz oldu şiirler. niye bu kadar mutsuzum, niye bu kadar acıya batmışım da çıkamıyorum bu mağaradan..

bana hayyam’ın kızılcık şarabını yolla içeceğim bugün sensizliğe ve sessizliğin sesine. sonra bir soluksuz bir harfe üfleyeceğim ruhumu, hayyam ses olsun diye şarabıyla bana.

sen orda için sızlayarak şiirle oku bana hayyam’dan ben burada içimi oymakla iş olayım kendime. kendim dediğime de bakmayın ki, kendim kim onu da bilmem ben. kendi dışında herkesin yanında olan, kendi dışında herkesin acısına soyunan, kendi dışında herkesin sesine bürünen bir ‘şey’im. herkesine benzerken kendine benzemeyen ben, kendi sesi yok, kendi acısı yok.. söyleyin kendimi şiirlerle yakmayayım da ne yapayım ben..

sonra sen benim iç sızım bana nilgün’ün kuşlarını yolla. hani o ölüme uçarak atlayan kadının kuşlarını yolla. ne demişti nilgün: kuşlara iyi bakın.. kuşlarım yaralı oysa nil. sesi martı çığlığı kokan güvercinleri durmadan vuruyorlar nil. ve sabahlar artık daha da yorgun karşılıyor bizi. herkes herkese çok yabancıyken ben,sen ya da o niye bu kadar herkese benziyoruz ki.. diyordun ki nil; ey iki adımlık yer küre senin bütün arka bahçelerini gördüm ben. bütün arka bahçeler hep mi yabancıydı bize nil.

ah nil kirpiklerimle yakarak sana nil dolu mektuplar yazıyorum her gece belki arka bahçelerin birinde bulur da birlikte okuruz diye. nerde başlayıp niye buraya geldiğimi bilmiyorum. bildiğim yaşama sevdalıyken ölümü tırnaklarının arasında saklamaya çalışırken yalpalayan çocukları çok özlediğim.. şimdi senin şiirinle iç sızıma mavi bir selam verelim nil.’

‘Mavinin Çığlığı’

YABANCI.

en yakın yabancı sendin, daha sürülmemişken ışığın biberi yaramıza, yaslanırken boşlukta duran bir merdiveni henüz. güzdü sonsuz bir çöle takılan bakışımız, ilk yaz derken -kışı gözden kaçıran yüzlerce eller yukarı, saygı duruşlarımız en güçsüz kollarla-

çözüldü aşkın zarif ilmeği bulandı aynalar duruluğu. çok gizli bir doğru gecenin toyluğunda bilmedik çekenin yanlış bir uzaklık olduğunu..

yabancıların en yakınıydın sen!

NİLGÜN MARMARA

gözlem kulesi

İncelik ve günümüzün vahşi depremleri rock ve s…ş tarihi

İnsanlığın kanlı ellerinde, doğanın toprakaltında Chopin

eğilip dudağı dudağıma değdiğinde, güneş en güzel Rönesans’ta soyunmuş

üçüncü sayfa haberleri kendilerini kesen başkalarını kesen

ve bizi bize taşıyan tirenlerin önüne kendini atan on yedilik bir kız çocuğu kadar sıradan doğum-yaşam-ölüm üçgenindeki bermuda!  

 

bak olmuyor! savaşmanın sırası değil çıkın bu kuyruktan, beklemeyin

kredi kartları, gökdelenler, rüzgarın kafatasımıza değememe ihtimali de var

incelik ve günümüze çok uzak düellolar. Kılıçtaki kalp artığı ve

kazanmanın vahşisi de var. But, sırf et sonrasında masalarca şarap

eğilip öptüğümde dudaklarından açılan uçurum. toprağın kayması havanın olması

hepsini yaşadıkça bok gibi tadı var.

Edebiyat kaçkınları daha iyi kelimeler bulabilir aşkımıza, öğretilmiş bilinç, genlerimizde süren karmaşa, kelepçe, taşıyıcılıktan yargılanıyorum

babamı kanımda, s….i avuçlayıp bakıyorum. herkes bakıyor ben bunu biliyorum.

 

İncelik ve kapitalizmin şefkatli bombaları arasında tur rehberi; sağımızda Hiroşima

solumuzda Vietnam ve fotoğraf makinalarının deklanşörleri

Çin sermayesinin canı cehenneme.

Sevgilim biz ölmeliyiz. Amsterdam’da kutup kaçkını iki zenci gibi bileklerimize teğet geçen jilet alkol kirli bir yatak eşliğinde söylemeliyiz son şarkılarımızı

Dünyanın canı cehenneme, inceliğin de!    

Ta taaa taaaa.

‘Papyrus’

Bellek için düşülen notlar…

Buna ihtiyacım var. Uzun zamandır kısa belleğim, uzun bellekte tutulan ne kadar anı varsa, hepsi rüyalara emanet. Gülünecek durumdayım aslında; ancak lütfen siz gayri-muktedir iktidar sahipleri, sizi kastetmiyorum. Delileri, ucubeleri, cadıları, kurtadamları, vampirleri vs. nefesini, kudretini harekete geçirmek için, oluş için kullananları kastediyorum. Sizin o yapış yapış müstehzi gülüşlerinizi istemiyorum. Çünkü sizin acımanız; ancak istihzadır. Çünkü siz mutsuzluğumla beslenirsiniz, ben üzüldükçe büyürsünüz. Üzgünüm, o kadar zorba, köle, rahip ve güçsüz olmadığım/olamadığım için. Evet doğru bildiniz, sizin sattığınız şeytanla da kadim bir bağım var; o yüzden bu “kibrim.”

 

Bu aralar sıkça düşünüyorum, aslında ben dediğim bu ben (Hangi ben?) sadece birinin, evet işte orada o!, gördüğü bir rüyadan ibaretim. O kadar yani… O uyanacak birgün ve “ben” diye endişesine tutulduğum bu mesele de ortadan kalkacak. Ammawelakin, helal olsun, ne diyeyim daha, öyle gerçekçi bir rüya ki gördüğü, acı çekiyorum, aksırıyorum, kalbim sıkışıyor… Ve beynim, evet ya beynim, kafam değil başım değil, beynim acı içinde, sızlıyor, yanıyor ve evet beynim tıpkı bedenim gibi, sabahları ağırlıkça hafiflerken, geceye doğru acıyla ödem yapıyor, şişiyor. Sabahları hafiflemesi sadece tekrar ağırlaşacağını bilmesinden. Rüyaları kullanarak, uzun bellekten derlediği saçmasapan kombinasyonlarla, gerçeklikle kurduğum ilişkinin tarihsel kaydını tutan arşivimi tasfiye etmesinden.

 

O sebepten, ağlayamıyorum bile, sadece kahkahada istiğrak arzusu diyebilirim bu duruma. De hocam, kafana göre! Aslında, bir hurafeyi yazacaktım. Yin-yang stickerıyla yıllar önce elime tutuşturulan bir arayışa, şimdi bir hurafeye dönüşmüş bir amaca dair yazacaktım. Felsefi bir kuramsal çerçeve çizecektim. Hollandalı ve İspanyoldan devşirdiğim kavramsal araçlarla analiz edecektim. Böylelikle çözüm-odaklı eyleme sürecimi tamamlamış ve mefhumun bilgisine erişmiş olarak, kendimi artık sezgisel olanın kollarına bırakabilecektim. Ama olmadı işte, sadece beynim değil. Bu gerilim kalbim ve beynim arasında. İşte diyalektik sayın bayım, aşırı uçlar arasındaki gerilim. Sınır durumlarla potansiyeli sınananın seyr-i süluku. Bir bozguncu bitkinin, kavramlarıyla, kendi hiperaktif yazgısıyla sınanması.

 

Ama biliyorum, bu İspanyol ve oğlu Hollandalı’nın oyunu bana. Düpedüz meydan okuyorlar, beni arenaya çağırıyorlar. Şüphesiz Rab bilir, Rab üçümüz arasında adaletle hükmeder… Ve ben korkmuyorum, sonuçta son kertede, O’nun gördüğü bir rüyayım aslında. 

‘İbn-i Zerabi’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(resim : mihriban mirap…)

‘bir zamanlar adamın biri bana dedi ki : köşeyi dönüp de sıcağı hissettiğinde tastamam 30 saniyede bırakıp gitmek istemeyeceğin hiçbir şeye bağlanma..’ – neil mccauley (büyük hesaplaşma..)

gece, saat 11 30.. iç mekan..

eve varış.. en son öğlen saat 12 civarında tek başına bir öğlen yemeği.. günlerdir öğünler teke düşmüş durumda.. gecenin bu saatinde evde yemek yenir mi.. yenir ama sonra pert şekilde yatağa atınca kendini gecenin bir saatinde nefes kesilmesi ve çarpıntıyla uyanırsın.. yemedim.. kaç bira içmiştim bilmiyorum.. halbuki yaş otuz yediyi bulunca bazı şeylere insan dikkat ediyordu.. saymadığın şeyleri bile sayıyordun.. ama sıkıldın saymaktan yine.. tüm gün o sahaf bu sahaf dolandıktan sonra keyifle heybeme yüklediğim kitaplara bira içerek bakma keyfinde en güzeli neydi : ‘sombahar’ın bulduğun eski sayılarında kaybolmak.. hadi itiraf et hep ‘nilgün marmara’ ile ilgili yazılar bulmak istediğini.. ama bugün boş geçtin..

kitaplara bakarken gelen gidenlerden bölünmeniz.. sonra gelen gidenlere kendinizi teslim etmeniz.. o gelenler gidenler arasında sana kafayı yedirtenler.. hayata ‘top kafayla’ bakanlar.. bir yanında da hayata şiirle bakanlar.. oysa ne sevinçliydin dün..

sonra kalktım sahaf dolaştım.. bir sürü kitap dergi yüklendim geldim.. ne güzel gidiyordu gün işte.. sonra içme faslı..

bir, two, leti, erbaa, hamsi, six, seven, acht, dokuz, on.. saymakla bitmiyor ki.. sıkılıyorsun.. zaman akıyor..

‘delirmek’imin gülümseyişinde , ‘reis’in ve ‘yüco’mun muhabbetinde..

sonra birden onu hatırlayıp eline ‘t’un kapaklarını alıp tavşan yapmaya başlıyorsun.. hiçbir alet kullanmadan ‘t’un kapaklarından tavşan yapmak.. nerden aklına geldi ‘n’.. kafayı yemişsin oğlum ‘n’.. bir kapak, nen kapak, three kapak, erbaa kapak vs vs vs devam ediyor..

bir ara bu tavşanları çekmecende biriktiriyordun değil mi..

bazen ‘t’un kapakları direniyor parmakların kesiliyor.. alkolden sulanan kanın pıhtılaşmıyor, sıkılmadan kanıyor parmakların.. kağıt kesiği gibi ‘t’un kapaklarının kesikleri..

eve bazen tişörtünde, gömleğinde kan lekeleriyle gidiyorsun farkında olmadan.. canım annem görünce ürküyor ve soruyor : ‘kavga mı ettin..’ cevap verecek gücün yok annene.. ne kadar kötü bir evlat oldum ben hep böyle.. hep korkuttum, hep üzdüm onları.. değil mi la.. ‘yok anne’ diyorsun ‘yok bir şey..’ tabi sen de o sırada bu kan nedir diye düşünüyorsun.. sonra parmaklarında bir acı.. hatırlayıp gülümsüyorsun.. annen hemen vazgeçmiyor, seni tepeden tırnağa süzüyor.. inanmazlar hemen.. inandırana kadar o haldeyken bitersin zaten..

gece, saat 11 50.. iç mekan..

ve yatak..

uzanıyorsun..

gece, saat 00.40.. iç mekan..

yatak cehennemi başlıyor.. dönüp duruyorsun..

televizyon karşında açık..

binlerce kitabın arasında yatağında dönüp duruyorsun.. uyku yok..

oysa on saniye önce bayılmak üzereydin.. ama uyumak istediğin anda uyku koşa koşa kaçıyor sanki..

küfür..

gözlüğü takıyorsun televizyona bakıyorsun..

kalkıp bir ‘family guy’ atıyorsun zorlukla.. ‘stevie’ye biraz takılıyorsun.. ‘güneş’ yüreğini yakıyor.. kaç gün oldu görmedin.. sen kötü bir amcasın.. ‘güneş’, ‘enigma’dan parçalar söylüyor artık ve sen onu görmüyorsun..

‘güneşim..’

her şeyin senin ‘güneş’..

fakat onu görecek gücün bile yok.. gözlerinden yaşlar damlıyor.. ‘family guy’u kapatıyorsun.. binlerce film arasına dalıyorsun bu sefer.. gecelerinin rutinlerinden izlemek istemiyorsun.. ‘believer’ diye bir film.. onu makineye koyuyorsun.. şok.. sarsıcı bir film.. uykun artık kaf dağının ardında..

gece, saat 02. 35.. iç mekan..

uyku kaçınca bir yerli yapım bu sefer : ‘gişe memuru..’ olumlu eleştiriler alamasa da çok beğeniyorsun ‘gişe memuru’nu.. zaten kel alaka ne alaka ‘david lynch’ filmlerinden başlayarak ‘gişe memuru’nu eleştiren yazılar yazarsan derginde, senin dergini iki bin kişi bile okumaz bu ülkede.. yusuf atılgan’ın ‘anayurt oteli’nden uyarlanan filmden sonra yapılmış en iyi psikolojik gerilim filmi.. kim ne derse desin.. üç beş film izleyen sinema eleştirisi yapıyor bu ülkede, bu dünyada.. ‘truffaut‘ ve ‘godard’ın kemikleri sızlıyor.. günde üç, dört bazen beş yeni film izleyen bir manyak olarak bile cesaret edemem öyle yazılar yazmaya.. yüz film bile izlemeyen oturuyor film eleştirmeni oluyor bu dünyada… gerçi niye kızıyorsun ki safsalak ‘n’, çevren de bile yok muydu on roman okumayıp roman yazmaya başlayanlar..

gece, saat 04.55.. iç mekan..

‘gişe memuru’yla birlikte saati sabahın beşi ediyorsun.. uyuman lazım sabah  sekiz buçukta ‘ciğerim’i alıp istanbul içi ankara yolu kadar yol yapıp on tane adliye dolaşacaksınız.. uyuyamıyorsun.. bazen ara ara dalıyorsun.. ama yine işkence gibi bir gece..

gündüz, saat 07.30.. iç ve dış mekan..

üç kuruşluk kısa uykundan kalkıyorsun fakat dakikalar geçtikçe hala yataktasın.. mide hapın.. el yüz yıkama faslın.. giyindin.. garajdasın.. yine illa birileri saçma sapan şekilde park ettiğinden garajda bir sabah cinnetiyle kendinden geçme faslı..

gündüz, saat 08.55.. dış mekan..

arabayla ‘ciğerim’i alıyorsun.. ve yollar ve yollar.. koşturmaca başlıyor.. zaman akmaya başlıyor..

gündüz, saat 11.30.. dış mekan..

‘halo’ sizi bir adliye çıkışında yakalıyor.. onu da paket yapıp arabaya atıyorsunuz.. artık yollar onunla daha neşeli..

gündüz, saat 14.05.. dış mekan..

fark ediyorsun ki sen dün öğlenden beri yemek yememişsin.. midene bıçak saplanmaları.. işler bitmeden ‘ciğerim’e dönüp yemek yiyelim artık yoksa bir tırın altına gireceğim diyorsun.. ‘abidin dayı’yı gidip alıyorsun mekandan..

nereye gidelim derken teklifi kendin yapıp kendin karar veriyorsun.. sen de az faşo değilsin ‘n’..

çamlıca..

yirmi dört saattir aç olan adam et yemeye gidiyor.. bir çorba bile olmayan yerde rakıya çorbalık yaptıracaksın aferin sana ‘n’..

ve çamlıca.. önden gelen aperatif ve peynirle kahvaltı faslı.. hele sıcak sıcak gelen ekmeklerle bir ayin..

ve sonra yemek.. manzaraya kaç kere baktın be ‘n’.. hiç.. senin için o manzaranın hiçbir anlam ifade etmediğinin farkında değil kimse..

‘halo’ çakırkeyif oluyor.. muhabbet ve komedi bir arada..

gündüz, saat 15.30.. dış mekan..

yemekten ağır ağır kalkılıyor.. bir ufak tur daha.. yaklaşık 60 kilometrelik.. sonra kadıköy’e, mekana geri dönüş.. yorgunsun. ama neden.. uykusuzluktan mı yoksa koşturmaktan mı.. bilmek istemiyorsun..

gündüz, saat 16.55.. iç mekan..

mekanda tek başına bira açıyorsun.. ön odadan pencereden dışarı bakıyorsun.. dışarıda yüzlerce insan hemen yirmi metre ilerde saçma sapan nedenlerle yedi kişinin bıçaklanarak yaralandığı olaya inat alkolü vücutlarına enjekte ediyorlar.. muhabbet gırla.. hiç sevmedin böyle mekanlarda içmeyi.. hep kendi inlerinde takılıyorsun.. oysa bak hayat dedikleri orasıymış la.. yürüyün la anca gidersiniz.. kendi dediğini bile duyamadığın yerlerde zırıltı içinde edilecek muhabbet de, içilecek alkol de uzak dursun benden.. o kaddddddaaaaarrrrrrrr..

tek başına içmeye devam ediyorsun mekanın arka bölümünde..

yine saymayı unutuyorsun şişeleri..

‘yael naim’ çalmaya başlıyor..

fondipler başlıyor..

tek başına şişeleri havaya kaldırıp sağlığına diyorsun boş şişelere vurarak..

gülümsüyorsun..

‘yael naim’den, ‘she was a boy’ sahne alıyor birden..

gözlerinden yaşlar akarken ayağa kalkıp ‘yael’e bağıra bağıra eşlik ediyorsun..

yukarıda uduyla sana müzik ziyafetleri çeken güzel komşun neye uğradığını şaşırıyor.. notaları karıştırıyor ve udu bir kenara bırakıp seni ve senden fırsat kalırsa ‘yael naim’i dinliyor saygıyla ya da dehşetle..

gözünden akan yaşlar döşemeye, masaya her yere salakça damlıyor..

‘yael’ kalbinin üzerinde tepiniyor o yumuşacık sesiyle..

gece, saat 21.16.. iç mekan..

tebrik ediyorsun kendini çünkü sayıp bakıyorsun masaya, tam tamına 12 tavşanın var..

eline ‘bavulunu’ alıp kümesine doğru yola çıkıyorsun kulağında ‘amy ray’ın ‘birds of a feather’.. ‘hey brother’ diyor..’ it’s hard to be close, hey brother it’s hard to be touched’..

sonra tekrar ‘yael naim’ alıyor sözü..

ve ‘she was a boy’ diyor sıkılmadan..

ve sen gözlerini yarıştırıyorsun hangi şarkıda hanginiz daha çok ağlayacak diye..

sokaktasın..

‘abu abdalla’nın her zaman ki gülümseyişini suratına gömüp, ona sessizce kafanla selam verip kayboluyorsun sokaklarda..’

bu sefer ‘yael naim’ noktayı koyuyor yeni başlayan şarkısıyla :

‘game is over’..

Crockett..

(gecenin bir yarısı dönüp yazıyı okuduğumda gördüm ki hadi truffaut doğru da, godard’ı da gömmüşüm yazıda, onun için de kemikleri sızlar demişim.. kendisinden özür diliyorum.. on dakika içinde naylon kafayla yazılan yazılar ancak bu kadar oluyor ne edek la.. ‘mutsuzluk taviz vermektir’ demişsin ustam godard.. ben hep taviz veriyorum usta ne edeceğiz, çare nedir.. bak seni bile gömmüşüm kemiklerini sızlatmışım.. güldüm sabahın dördünde.. kusuruma bakma emi..) 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

bölünüyor…

‘bölünüyor gece..

bölük pörçük durmadan bölünüyor gece.

milyon kere sen olma yolunda sesine bölünüyorum. ve biliyor musun sevgili birinin suretini hayal etme şansın vardır ama sesini ve soluğunu hayal etme şansın hep yitik bir sokağın karanlığı gibi kalıyor.

durmadan bölünüyorum..

düşlerinin ayazı vursa da aynama en çok oradan ısıtırım düşlerini bilirsin.

yanı başımda değil sevgili, ruhumun içindeki direnişin adısın sen.

bildiğim gece bana bölünüyor ben gecedeki kuş seslerini fısıldayan çocukların sesine bölünüyorum.

kendi dışımızda herkesi gördüğümüz bir iç ayna..

yarası kanamasın diye üzerine kendimizi siper etmeye çalıştığımız çocuklar..

çıkrık sesiyle umutları yarınlara ertelenmiş sokak yosmaları..

bölünüyorum durmadan onlara ve gözlerinin açıkta kalan yanlarına bölünüyorum..

ahh çok yorgunum çook. kitaplığımın arasına sıkışmış bir tahta kurdu var onun gibi zamansız bir çaresizliğe yorgunum..

şimdi fark ettim susmuş o da sevgili.

o da mı terk etti beni dersin yoksa o da mı kemirmekten yorgun düştü yüreğimi..’

‘Mavinin Çığlığı’

 

ve her şey, her şey birbirini yer..

‘yalnızlık ..  dört yanı sen’lerle çoğul..

yalnızlık.. mutfakta biriken bardaklar..her bardakta sadece  sana ait olan.. dudak izleri..

evet.. hayatımızda mutlak olan o tek şey’lerden biri de kişinin yalnızlığı.. kendineliği…

ve sonunda inandım ki  herkes her şey  birbirini  bir süre sonra yemeye başlıyor.. 

ve mutlak son ise  yine tek başına olmak..

ZEKİ DEMİRKUBUZ; türk sinemasının en önemli bağımsızlarından biri.. filmlerini izlemek.. arka sokaklarda kir pas içinde, aciz, çaresiz, yoksul, kimsesiz yürümek..yara bere içinde kalmak.. düşüpte  kalkamamak..

ayağa kalkmak istememek.. düştüğün yerde dizlerini karnına çekerek, öylece sonsuza kadar uyumak isteği..

bu kadar kalabalık duygu içinde bir o kadar da duru bir anlatım,.

Ve filmlerindeki  kapıların gizemi.. 

Demirkubuz’un cezaevinde yazmaya başladığı ve edebiyata ilgi duyduğu dönemlerde DOSTOYEVSKY’nin  özellikle ‘SUÇ VE CEZA’nın etkisinde kaldığı,  “YAZGI” filmini ise  ALBERT CAMUS’nun ‘yabancı’sını yeniden biçimleyerek çektiği malumdur..

 En sevdiğim filmi  ise ,,,

 KADER ;  film haluk bilginer ve derya alabora’lı masumiyet’in  öncesini anlatan bir film.. masumiyet ne kadar  güçlü  ise kader filmi de  bana göre başyapıt .. masumiyetin gölgesinde kalmadan ilerleyen yolunu bulmuş bir film..

 aşkı en güzel, en rezil, en çaresiz ve en güçlü anlatan  filmlerden..
ve insanın kafasını, aklını, kalbini darmadağın eden bu sahne..

BEKİR ; “geçen gene çocuk hastaydı..ilacı bitmiş almak için dışarı çıktım..

sağa sola saldırıp nöbetçi eczane arıyoruz..
birden durup dururken içim cız etti.. bir baktım gene aynı karın ağrısı..

öyle özlemişim ki seni.. dönerken bir meyhane gördüm,

bir içeri girdiğimi hatırlıyorum bir de rakıya yumulduğumu..

arkasından en az 4 cigaralık.. sonra bi gözümü açtım karşıdan karlı dağlar geçiyor..

bir daha açtım başımda bir çocuk ‘Kalk abi’ diyor, ‘Kars’a geldik’..

otobüsten indim yürümeye başladım.. dedim allahım neredeyim ben, burası neresi?

sonra güç bela burayı buldum.. kapının önünde durup düşündüm..

dedim ‘Bekir, bu kapı ahret kapısı, bu köprü sırat köprüsü..

bu sefer de geçersen bir daha geri dönemezsin’, ‘iyi düşün’ dedim..

düşündüm, düşünüyorum, ama olmadı, dönemedim..

sonra ‘bak oğlum’ dedim kendi kendime, ‘yolu yok, çekeceksin.

isyan etmenin faydası yok, kaderin böyle.

Yol belli, eğ basını, usul usul yürü şimdi’.”

Ve filmde aklımda kalan,  gonca öncel’in pansiyonda

yan odadan gelen sesi ve şarkısı…

İster kul ol ister köle..

Tüm aşklar bir gün bitecek..

 

ve her şey , her şey  birbirini yer..

‘TAFLAN’

………….

‘bizi karşıya geçir
bu bahçesi dağılmış
elmanın cinnetidir
bizi kayığına alma
senden karşıya geçir’


HAYDAR ERGÜLEN