Archive for Temmuz, 2011

Sükût-u Leyl…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bu gece daha da çok artan yalnızlığınla, azalan yanlarının sıcağında tutuşmuş küçük bir kağıt parçasında konaklıyor gözlerin. Ama bir kapı gibi sanki, araladığında milyonlarca kelimenin iç yüzdene dağılarak kanına karıştığı. Ardı arkası kesilmeyen bir dolu görüntünün o küçücük anahtar deliğinden sızarak odanın hiç eksilmeyen dört duvarında gölge oyununa başladığı…

Sonrası uzun bir sessizlik oluyor hep. Her verişinde almaya daha da hevesli bir iç çekişle sıkışıyor yüreğin. Dile getirmeye niyetlendiğin ne varsa gelip takılıveriyor her seferinde dilindeki kesiklere. Yutkunup ağır ağır, oldukları yere tekrar gidip oturduklarında, içinde duyduğun sızı beyninde yankılanıyor olanca gürültüsüyle.

Tesellisi olmayan bir zaman aralığı oluyor bir anda yaşadığın tüm hayat. Anda olup, anı olmayı bir türlü becerememiş,  hala avuçlarındaki kokusuyla kırmayı başarmış; öfkeni, alınganlığını, kırılganlığını ve daha ne varsa bencilce içinde biriktirdiğin…

Ve yine ortada kalıyorsun, o hep çocuk bakan bir çift gözün karşısında ellerini nereye koyacağını bilemeyişinle…

Bu gece de yanmamalı o kağıt parçası, kül vakti değil henüz. Birkaç kelimelik hacmiyle, yılların ağırlığını taşıyan bir kapı olmalı hep orada. Geçmiş ya da gelecek diye adlandırmadan tüm anlara aralık…

‘Öteki’

 

‘’Ve neyi kanıtlar ki yüreğin
bir rakkastır dünle yarın arasında
sessiz ve yabancı
ve ilan ettiği artık
kendi dökülüp gidişidir zamandan. ‘’ 

Ingeborg Bachmann

Dogville’le elma çayı içip laflarken…

Hafta sonu, çok sevdiğim bir dostumla, bir tur otobüsüne binip Kapadokya yoluna düştük. İkimiz için de ilginç bir tecrübe oldu; çünkü daha önceki “serseri” gezilerimizde, turlarla gelmiş hatunların, esrik sorularına maruz kalmış ve “Tur mu? Hayatta olmaz!” diye de büyük laflar etmiştik. Ancak kader işte, beş kuruş para vermeden gezmek söz konusu olunca, dayanamayıp dahil olduk tur olayına.

Aslında, o kadar da önyargılı olmamak gerekirmiş. Sonuçta, istediğiniz kadar sosyalleşme hakkınız hep saklı. Siz istemedikçe, kimse sizi anlamsız bir sohbet veya Voltran’ın eksik parçasını oluşturmanız için zorlayamıyor. Hem farklı gerçekliklerden insanlar dahil olduğu için sürece, bol keseden sosyoloji yapıp, eğlenebiliyorsunuz. Bir daha görmeyeceğiniz için insanları kafanıza takmanızı gerektirecek bir durum da olmuyor. Neyse… İyiydi yani, sıradan bir günde, sıradan bir grupla Anadolu’nun göbeğine doğru yolculuk oldukça keyifli bir tecrübe oldu benim için.

Geziden bana hasıl olanlara gelirsek… Bir kere, Dogville her yerde aynı. Aynı hayat, aynı beklenti, aynı karmaşa ya da aynı tekdüzelik içerisinde sürdürüyor hayatını. En önemli mevzu, belirleyici ölçüt maddiyat. Sevgili Marx, “Alt yapı üst yapıyı belirler” derken ya da “Din, kitlelerin afyonudur” önermesinin altını çizerken aslında, Hayyam’ın rubailerinde yerden yere vurulan insan tipolojisi ile benzer varsayımları üretiyordu. Selam olsun sizlere hem Marx hem de Hayyam! Yani, kim olduğunuz, kafanızın ne kadar zehir olduğu, sahip olduğunuz erdemli hal ve tavırlarınız vs. hiçbiri önemli değil, eğer maddi bir kazanca dönüştürülemiyorsa.

Varlık veya yokluk, nereden geldik, nereye gidiyoruz, kimiz, kim miyiz? vs. sorularla hiç işi yok Dogville efradının. En önemli sorunlar, hayatı maddi anlamda sürdürebilmekle ilgili. Kapadokya çok önemli bir coğrafya, dün buna gözlerimle şahit oldum. Hattiler’den itibaren birçok kavme beşiklik etmiş. Erozyona uğramış dağlar, dağların ve kayaların içlerine yapılmış meskun mahaller, gizemi… oldukça enteresandı. Büyüleyici miydi evet, ancak muhteşemdi anlamında değil. Tüm o izler, birer barbarlık anıtı gibi duruyordu karşımda. Ammawelakin, havanın içinde veya toprağın altında saklı sırlar vardı. Ne çok insan, kavim, millet geçip gitmişti. Ezenler ve ezilenler arasındaki ölüm oyunlarına sahne olmuştu mekan ve şüphesiz çok insanın ahı alınmıştı. O sebepten, ne eşyayı ne de eşyaya iliştirilmiş şahsımı fotoğraflamaya yeltenmedim. Sanki, asırlar önce öldürülmüş, ahı alınmış bir mustazafın ruhu sinmiş de, fotoğrafını çeksem bana geçecekmiş gibi.

Hah ne diyorduk Dogville… Eşraftan bir çömlekçi ailesinin üyesi, mesela bana, Hititlerin dini ayinlerinde kullandıkları kabın kopyasını, yaklaşık 750 TL’den en son 375 TL’ye indirdi. Tamam el yapımı, emek-yoğun bir ürün, buna bir sözüm yok; ancak bu miktar yine de çok fazla değil mi? “Naptın hocam yaaaa, eywallah!” deyip, “Siz de Kibele var mı?” diye sordum. “Yok” dedi, “Bir tane kalmıştı o da geçen gün satıldı.” Öyle deyince, fiyatını sormadım artık. Tanrı’ya sadakatin sunulduğu bir törende kullanılan bir kabın kopyası en son 375 TL ediyorsa, kim bilir tanrıçanın kopyası en son kaça düşerdi? İşin enteresan kısmı, Ürgüp’te çarşıyı gezerken, aynı kaptan çok örnek görmem ve fiyatının pazarlıkla 150 TL’ye düşmesiydi. Mübarek, adamlar aynı tasarımı birçok ustanın yaptığı tarihi bir kopyayı satmıyorlar sanki de, özgün bir Alev Ebuzziya tasarımı pazarlıyorlar!

Yörenin zanaatkar-esnaflarının şirinliklerini sergiledikleri sırada, arkadaşımla dışarı attık kendimizi. Elma çayı içip laflarken, sedirde yanımızda oturan baba-kızın konuşmalarına kulak kabarttık az biraz. Öyle laf ola beri geri konuşurlarken, yanlarında oturan arkadaşıma, nereden geldiğini, geldiği yerde hangi semtte oturduğunu vs. sordular. Arkadaşın semtini, 80’ine merdiven dayanmış, üst ön sıra dişleri tamamen altın kaplama olan amca şu şekilde yorumladı: “Orada evler ucuz ancak çok uzak…” Haydeeee, amca ne iş ya? Sonra, baba-kız baktılar, benim arkadaşta fazla bir muhabbet isteği yok, kendi içlerine döndüler. Çayımı içip, sigaramı bitirdikten sonra, “Az biraz derinlemesine görüşme yapayım” diyerek, amca ve kızına sordum: “Buralı mısınız?” İkisi de mutlulukla bana döndüler ve ben sordum onlar cevapladılar. Arada onlar da sordu; ancak görüşmeci bendim ve ipleri elimden kaçırmamaya niyetliydim. Bizim bu amcanın dedeleri 300 yıl önce Yemen’den Avonos’a gelmişler. Amca yıllarca Almanya’da çalışmış. Suratında geniş bir gülümseme ve güneşte parlayan altın sarısı dişleriyle, Almanya’dan sadır olan hasılatını şu şekilde özetledi: “Yaaa, hem Almanya’dan hem de buradan emekli oldum. Üç tane evim var, çocukların hepsine bir de toruna ev aldım. Bu benim kızın da emeklisini yatırıyorum, dört yıl sonra emekli olacak inşallah.” Süpersin amcam yaaa, Avonos’ta senden iyisi yoktur. Bu arada, Kayseri’den de ortak tanıdık kotardık. Kayseri’nin bilinen bir otobüs firmasının sahibi, “Haaa biliyorum amca, o yeni firmayı kuran kayınpederiymiş di mi onun?”, amcanın akrabasıymış. Hem amca hem de kızı bunu en az üç defa vurguladılar: “Bizim akrabamız olur, olur, olur, lur, lur…”

Sonra döndüm ve ölümcül darbeyi yaptım: “Yaw amca senin durum iyi peki hanım hayatta mı?” Amca başını önüne eğdi önce, “Öldü işte o çok kötü” dedi. Ben de, “Amca ya gençlik geçiyormuş da, yaşlılıkta hayat arkadaşı olmadı mı zor oluyormuş değil mi?” diye sordum. Amcanın kızının yüz hatları gerildi ve gözlerini çevirmeden karşıya bakmaya başladı. Amca muzip bir tebessüm edip, yan bakışıyla kızını kontrol ederek, “Öyle evladım öyle. Sağolsunlar bakıyor evlatlar; ama yine de olmuyor yalnız.” dedi. Kızı tek kelime etmedi. Anladım ki, amcanın evlenme mevzusu olmuş; ancak mal bölünmesin diye kızları, “otur oturduğun yerde baba” diyerek resti çekmişler. İşte o anda, meslek gereği içli dışlı olduğum “evlilik programları” adlı garabete katılan, yaşını başını almış amca ve teyzelerle ile ilgili merakım giderildi. Bu amcalar, para var pul var, ancak hanımları ölmüş ya da ayrılmışlar. Onlar evlenmek istiyorlar ve evlatlarına, “Everin beni” diyorlar. Ammawelakin, sırtlan veletler mal bölünmesin diye babalarına üç günlük dünya saadetini çok görüyorlar. Buradan tüm bu evlatlara sesleniyorum, “Gelin yapmayın, babalarınızı analarınızı evlendirin. Sonuçta, kimse kimsenin nasibine engel olamaz; çünkü herkesin nasibi zaten doğuştan bellidir. Hem iki günlük dünyada, niye ananızın babanızın ahını alasınız ki?”

Nasıl söyleyeyim, çok keyifliydi. Yani, Dogville’le aynı parametrelere sahip değilsen ve “şeylerin zorunluluğu” ilkesi sende bir hissihâle dönüşmüşse, en sağlam stand-upçıları orada bulabilirsin. Hem para vermezsin hem de bir kilo pirzola yemiş gibi olursun. Son olarak, bir diyalogu daha aktarıp kaçacağım. Şimdi bizim turun bir de haskan Ürgüplü bir rehberi vardı. Rehber; ancak kelimenin tam anlamıyla rehber. Önce ticaret olsun da dostluğu napayım yawwww… türünden, seyirlik bir Dogville müridi. Bizim bu rehber, “google” kıvamında konuşurken, baktım, r ve l harflerinin yan yana geldiği yüklemlerde r’leri l yapıyor. Bu yörenin ağzının tipik bir unsurudur. Örneğin, geliyorlar yerine geliyollar demek. Şimdi, Uçhisar’da indik, ben amcaya fırsat yapıp sordum:

–         Kayserili miyiz hocam?

–         Yok Ürgüplü’yüm. Niye ki?

–         Dikkat ettim, sizin r’ler l oluyor. Geliyollar, buluyollar vs.

Bunu ikinci derece bir durum olarak algılayan rehber:

–         Yok yawww, öyle mi sahiden? O kadar da dikkat ediyorum ama… Ondan değil de Fransızcamdan ötürü böyle.

 

Pratik akıllı rehber, ikinci derece algıladığı durumu anında birinci dereceye evirdi. Arkadaşımla rahat gülmek için rehberin gerisinde kaldık: “Nassı yaa, benim bildiğim Fransızca gırtlak girerse devreye, geliyorlar, geliyollar değil, geliyoğğlağğ olur. Demek ki neymiş, her yöreye has, sözcükleri bir Fransızca kırma biçimi de varmış. Eheh eheh, hoh, hoh, hoh…”

Böyleydi işte, çok keyifliydi. Öyle ki insanın, hep yollara düşüp, farklı coğrafyalarda, farklı Dogville müritleriyle karşılaşıp, bağıntılarını birleştiresi geliyor.

‘İbn-i Zerabi’

‘Eşek Sırtındaki Saksağan..’ – Yusuf Atılgan

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘eşek sırtındaki saksağan’, atılgan’ın edebiyat anlayışını kavrayabilmek açısından önemli.. bu romanla ilgili bilgilere refik durbaş’ın yaptığı söyleşiyle ihsan bayram’ın atılgan’la ilgili anılarında rastlıyoruz.. refik durbaş’a şunları söylüyor :

‘1965 yıllarıydı.. bir köy romanı yazıyordum ‘eşek sırtındaki saksağan..’ romana başladım, yazıyorum.. roman nerdeyse bitmek üzere : birden yadırgadım.. o sıralar faulkner’in ‘döşeğimde ölürken’ini okuyorum.. bu romanın tekniğini kullanmışım.. içeriğiyle pek ilgisi yok.. biliyorsun faulkner’in bu romanında olayı birisi anlatır, sonra başka biri alıp götürür.. benimkindeyse geçişler çok daha sözel bir geçiş gibi.. yani o sözü orada biri bırakmış da burada başka biri alıyor.. çok güzel bir ayarlama da yapmışım.. öyle olduğu halde büyük bir benzeşim havası yarattı bende ve o romanı yırttım.. şimdi ise pişmanım tabii.. (refik durbaş, ‘aylaklık en zor iş ona göre’, cumhuriyet dergi, 7 şubat 1988, sayı:102..)’ 

‘ihsan bayram da anılarında bu olayı şöyle anlatıyor :

‘o aralar bir köy romanı ‘eşek sırtındaki saksağan’ı yazıyordu.. ilk kısım ‘ali’ ile başlıyordu.. ali felçli bir çocuk.. roman ilerledikçe ortaya çıkan kişiler olayları kendi ağzından anlatıyorlardı.. eşeklerin sırtında yara olunca kurtlanır.. saksağanlar bu kurtları çok severler.. konarlar sırtlarına, onları yerler.. yaranın çabuk iyileşmesine yardımcı olurlar.. işte romanın adı buradan geliyordu..

roman, daktiloya çekilmeye kalmıştı.. daha önce sözleştiğimiz gün köye gittiğimde ne yazık ki sayanın yanındaki ocakta duran külleri gösterip : ‘işte eşek sırtındaki saksağan’ dedi..

benim çok üzüldüğümü görünce : ‘son günlerde faulkner’den bir roman okudum.. iç diyaloglar vardı. benimkine benzettim.. köy romanı kolay yazılmaz.. çok emek ister.. daha iyisini yazarız, sen üzülme be ihsan’ dedi.. (yusuf atılgan’a armağan, s. 47..)

bu bilgilerden, aşağıdaki mektubun mart 1960’ta yazıldığını düşünürsek, atılgan’ın 1960’tan 1965’e kadar ‘eşek sırtındaki saksağan’a çalıştığını, sonunda da yaktığını anlıyoruz.. beş yıllık emeğini yok saymasının gerekçesiyse titizliğinin, özgünlük kaygısının boyutlarını gösteriyor..’

ŞEFİKA NURKAN ÖNSOY

Yazının tamamını okumak için : Yusuf Atılgan’ın Çıkmamış Romanı Üstüne Yarım Mektubu..’ , ‘Kitap-lık Aylık Edebiyat Dergisi..’ Haziran 2009,  Sayı 128, Sayfa: 59,60,61,62,63..’

 

‘FRANÇOIS TRUFFAUT..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘kariyerinize bir eleştirmen olarak başladınız.. bunun bir yönetmen olarak sizin üzerinizdeki etkisi nasıl oldu?

bunu söylemek zor, çünkü insan filmlere yönetmen olduğunda başka, eleştirmen olduğunda başka bir gözle bakıyor.. mesela ‘yurttaş kane’i her zaman sevmiş olsam da, kariyerimin farklı aşamalarında farklı biçimlerde sevdim.. onu eleştirmenken izlediğimde, özellikle hikayenin anlatılış biçimine hayran olmuştum: bütün karakterlerle görüşen kişiyi görmemize nadiren izin verilmesi, kronolojiye saygı gösterilmemiş olması, bunun gibi şeylere.. yönetmen olarak izlediğimdeyse beni daha çok teknik ilgilendiriyordu : bütün sahneler tek bir seferde çekilmiş, ters kesim kullanılmamıştı; birçok sahnede görüntüden önce müziği duyuyordunuz; bu, orson welles’in radyo eğitimini yansıtıyordu, vs.. sıradan bir izleyici gibi davranınca insan filmleri uyuşturucu gibi kullanır; hareketten büyülenir ve analiz etmeye çalışmaz.. öte yandan , bir eleştirmen (özellikle de benim gibi haftalık bir dergi için çalışan eleştirmen) on beş satırda filmlerin özetini yazmak zorundadır.. bu da insanı bir filmin yapısını anlamaya ve beğenisini akılcılaştırmaya zorlar..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

özellikle hayran olduğunuz ya da bir yönetmen olarak özellikle yararlı bulduğunuz eleştirmenler var mı?

hiçbir yönetmen eleştirmenlerden hazzetmez, ona karşı ne kadar nazik olurlarsa olsunlar.. her zaman kendisi hakkında söylediklerinin yeterli olmadığını, ilginç bir tarzda hoş bir şeyler söylemediğini ya da söyleyebilecekleri bütün hoş şeyleri başka yönetmenler hakkında söylediklerini düşünür.. ben bir zamanlar eleştirmen olduğumdan, sanırım eleştirmenlere karşı başka yönetmenler kadar husumet duymuyorum.. yine de eleştiriyi filmlerimin kabulünde etkili olan bir unsurdan fazlası olarak düşünmedim hiç.. halkın tutumu, tanıtım malzemesi, gala sonrası reklamlar, bütün bunlar eleştirmenler kadar önemlidir..’

‘FRANÇOIS TRUFFAUT..’ , Derleyen : RONALD BERGAN, Çeviri: EBRU KILIÇ, AGORA Yayınevi, Aralık 2010, 210 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Eski Koltuklar..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘sabah beş gibiydi sanırım uyandığımda.. uykusuzluğa mahkumum.. ortalama üç, üç bucuk saat bölük pörçük uyurum herkes bilir..

uyandım.. açık olan televizyonu kapadım.. bilgisayarı açtım, gittim mide hapımı içtim.. maillere bakayım dedim.. onlarca mail arasında okuduğum ilk mail ‘tanju berk’ adlı kardeşimizin oldu.. kısa filmlerinden birini izlememizi, yorum yapmamızı istiyordu : eski koltuklar..

okur okumaz diğer mailleri okumadan ‘eski koltuklar’ filmini açtım..

izledim..

dann diye bir kaya düştü üzerime, daha da derine gömüldüm..

uzandığım yerden bir kez daha basla tuşuna bastım..

izledim..

tekrar izledim..

filmin esinlenildiği sevgili ersin karabulut’un çizgi öyküsünü hatırlamaya çalıştım.. sonra tekrar döndüm filmi izledim..

her izleyişimde on iki kusur dakikalık filme daha da bağlandım.. oyunculuklar çok başarılıydı.. kurgu çok güzeldi.. tek takıldığım filmin başlangıç jeneriğiydi.. daha iyi olabilirdi diye düşündüm.. onun dışında on numara bir film çıkarmış tanju kardeşimiz ve ekibi..

filmin konusundan sadece biraz kesit vereyim.. dünyada hayat zor koşullarda yaşanmaktadır.. devletler nüfus planlaması kapsamında ya da belki de ekonomik nedenlerle (zaten ikisi birbirini direk etkiler) artık ailelerden doğuracakları her çocuk ve öngörecekleri yaşam biçimi ve süresi için yaşam vergisi almaktadır.. işte filmdeki çiftimiz ellerindeki kısıtlı imkanlarla bir çocuk sahibi olmaya karar verirler.. küçük erhan’ımız doğar ve film akar..

ben hiçbir zaman roman, çizgi öykü filanın aslıyla çekilen filmi ya da çizgi filmi, animeyi vs karşılaştırmam , karşılaştırma zevzekliğinde bulunmam.. çünkü roman, hikaye veya çizgi öykü ayrı anlatım tarzları olan ayrı ayrı sanat dalları.. ayrıca her insanin düşünme, hayal etme tarzı farklıdır.. kaldı ki herhangi bir filmi çekenle, izleyen her kişinin bazen anladıkları da farklı olabiliyor izlediklerinde.. örneğin edebiyattan benim ecinnilere bakış açımla sizlerinki veya bir başkasının ki bambaşka olur değil mi.. bu yüzden ‘germinal’in filmine küfür edenlerle aşağılayanlara, ‘anayurt oteli’ için ‘ııhıh olmamış’, ‘gölgesizler’ için ‘çok yavan kalmış’ diyenlere sadece gülümsüyorum..

tanju kardeşimizin ellerine, beynine, yüreğine sağlık bize bu filmi kazandırdığı için.. bence bu sene izlediğim en güzel yapımlardan birisi.. tüm ekibinin yüreklerine sağlık.. ‘erhan’ adlı küçük çocuğu oynayan ‘bertan demet ceylan’ gerçekten müthiş bir oyunculuk çıkarmış.. sanki ‘truffaut’ ustamın filmlerinden çıkmış gelmiş gibiydi.. diğer oyunculuklar da iyiydi.. anne ve nüfus memurunu oynayan arkadaşlarımız da gerçekten yaşayarak oynamışlar rollerini.. memur rolündeki ‘beyti engin’ büyük oyuncudur benim gözümde her zaman..  anne rolündeki ‘gökcan gökmen’ de etkileyici bir oyun çıkarmış her şeyiyle hissetmiş ve hissettirmiş rolünü.. baba rolündeki ‘hakan ka’ ise her zamanki gibi oyunculuğunu döktürmüş.. ama anne karakteri daha baskın çıkmış filmin havasını yansıtmada..

kısa film yürek, cesaret isteyen bir alan.. tanju kardeşimiz ekibiyle birlikte çok iyi bir iş çıkarmış.. bize bu filmi haber verdiği için de kendisine teşekkür ederiz.. inanın nereye yetişeceğimizi bilmiyoruz.. bazen bazı yerlere ulaşmamız mümkün olmuyor fakat böyle güzel insanlar bize haber verince nokta atışı yapıp güzel keşiflerde bulunup değerlendirmelerde bulunuyoruz..

ersin karabulut’un öyküsünün de tabii ki ayrı bir etkileyiciliği, özgünlüğü var.. öyküye ve filme abartı ya da fantezi diyenlere sadece dünyaya bakmalarını istiyorum.. cinnet bir dünyada yaşıyoruz.. dünya top yekun bir cinnet hali yaşıyor.. ne ersin’in öyküsü ne de tanju’nun filmi abartıdır..

‘çocuğunuzun son kullanma tarihini kendinizin belirlediği bir dünya’ tasviri abartı mı sizce.. hayır.. bu film dünyaya güzel bir ayna tutuyor..

sadece size birkaç örnek vereyim, kusarak kendinize gelin ve tanju’nun filmini tekrar izleyin..

sadece üç dört haberden örneklerim.. yakın zamanlara ait.. birincisi adana’nın bir ilçesinden.. daha geçen hafta gazete ve televizyon haberlerine konu olan bir olay.. sulama yapan bazı tarım işçileri bir borudan su gelmediğini fark edince yaklaşık on santim çapındaki boruyu tıkandıklarına inandıkları yerden kesiyorlar..

ve ne mi görüyorlar : yeni doğmuş bir bebek cesedi..

kustunuz mu..

ben yazarken de kustum..

gün içinde her aklıma gelişinde de içimde kabaran bir öfkeyle kusuyorum.. nasıl bir şeyler yiyebilecek misiniz uzun bir süre.. bu olayı unutabilecek misiniz.. dileyene haberin linklerini gönderebilirim gerçekliğiyle yüzleşmek isteyen varsa..

evet bu yeni doğmuş bebeyi o sulama borusuna atanlar aramızda yaşayan yaratıklar.. tüylerim diken diken oluyor olay ve gazetedeki fotoğraf aklıma geldikçe..

sarı bir boru..

küçücük..

ah bebem seni oraya nasıl atarlar..

nasıl yürekleri var bu yaratıkların.. hiç mi sızlamaz.. hiç mi yanmaz..

insanlığın iflas ettiğinin en büyük delili oldun sen bebem..

seni oraya atanların yatacak toprağı olmaz umarım..

ikinci olay ise hatırladığım kadarıyla istanbul’da meydana geliyor.. hani eskiden insanlar bebeklerini cami avlusuna bırakırlardı ya.. ya da evlerin kapılarına bırakıp zile basıp kaçarlardı.. ama istanbul’da bazı mahluklar yeni doğmuş bir bebeyi bir çantanın içine koyup bir arabanın altına koymuşlar.. arabanın gariban sahibi gelmiş ters taraftan kapısını açmış, çalıştırmış ve hareket edince bir şeyin üzerinden geçtiğini fark etmiş.. inmiş, durmuş, çantayı açıp bakmış ve yığılıp kalmış açtığı çantanın içindekini görünce..

ölün be insanlık ölün..

gözlerinizden fışkırmıyor mu yaşlar bunları okuyunca ya da duyunca..

ölün ve terk edin bu dünyayı ey ruhsuz vicdansız insanlık..

geberin..

son ses ‘andrea bauer’ çalıyor.. çellonun telleri titrerken ruhum tepeden tırnağa korkuyor.. kendim için değil korkum, gözlerimden yaşlar fışkırırken tüm bebekler ve çocuklar için korkuyorum..

ey insanlar uzak durun çocuklardan..

uzak durun..

uzak..

daha fazla anlatacaktım ama ben de hal kalmadı yazarken..

yazarken yıkıldım tekrar tekrar..

nasıl vicdansızlıktır bu kardeşim.. bana kim anlatmak ister.. faşizmin her türlüsüyle yeniden cirit atmaya başladığı bugünlerde tanju berk’in kısa filmi bizlere ayna tutuyor.. kafalarınızı sabitleyip ekrandan gözünüzü kaçırmadan ve gözlerinizi kapatmadan izleyin ‘eski koltuklar’ filmini.. yüreğiniz yetiyorsa.. ha sakın yanlış anlamayın filmde kan vahşet bir şey yok.. ilginç bir öykü.. güzel bir kurgu.. güzel oyunculuklar ve işte ‘eski koltuklar..’

filmi youtube’dan izleyebilirsiniz, youtube’un arama motoruna ‘eski koltuklar’ ve ‘tanju berk’ yazarsanız filme ulaşabilirsiniz.. ayrıca aynı yerden tanju berk’in diğer kısa filmi ‘inside the door’ filmini de izledim.. bence güzel bir korku gerilim filminin öncülü olmuş film.. vaktiniz varsa bu kısa filmi de izleyin.. tanju berk’in ilerde çekeceği güzel filmlerin sinyallerini veriyor bu filmler.. tekrar kendisine ve ekibine teşekkür ediyoruz.. yüreklerine sağlık..

aynanızla kalın..’

Crockett..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ESKİ KOLTUKLAR.. 

 

Eser : ERSİN KARABULUT

 

Yönetmen : TANJU BERK

 

Uyarlama Senaryo : TANJU BERK

 

Yapımcı : TANJU BERK , İSMET ÇAYLI

 

Görüntü Yönetmeni : SERDAR ÜNLÜTÜRK

 

Uygulayıcı Yapımcı :  NAFİZ ÇAYLI, ASLI BERK

 

Oyuncular :

 

Küçük Çocuk Erhan : BERTAN DEMET CEYLAN

 

Anne : GÖKCAN GÖKMEN

 

Baba : HAKAN KA

 

Memur : BEYTİ ENGİN

 

Öğretmen : MEHMET ÇAYLI

 

Sanat Yönetmeni : HÜLYA KELEŞ

 

Ses : BAYCAN AKÇAYÜZ

 

Işık : KUBİLAY ÖZOĞLU, NEJAT UĞURLU

 

Müzik : YİĞİT DENİZCİ

 

Kurgu : ŞENNUR BAYKUT

 

Prodüksiyon : ÇAĞKAN ÇAYLI ,  MUSTAFA ACAR

 

Afiş Tasarım : ÖZKAN ALGÜL

 

Makyöz : AZNİV SIRMA  VARJABEFYAN

 

Kamera Asistanı : FIRAT ÖZBİR, CUMHUR AKSU

 

Set Fotoğrafları : ÖZKAN ALGÜL

 

Çeviri : EDA ÇAYLI

 

Işık Kamyonu : İSMAİL SÜRMELİ

 

Jeneratör :  ATİLLA ŞENGÜL

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bugün Çehov günü olsun!

Salt 2008 yılının değil türk sinemasının en has filmleri arasında seçkin bir yeri vardır ‘Sonbahar’ın. Tekrar anımsamama vesile olansa sanki film bütün anlamını ‘Yusuf ile Eka’nın birbirlerinden habersiz izledikleri ‘Vanya Dayı’dan aldıkları ‘Sonya’nın ağzından dökülen cümlelere yüklemiş; “Ne yapabiliriz? Yaşamak gerek! Yaşayacağız Vanya Dayı. Çok uzun günler, boğucu akşamlar geçireceğiz. Alınyazımızın bütün sınavlarına sabırla katlanacağız. Elimiz ağzımız tuttuğu sürece dur durak bilmeden başkaları için çalışıp didineceğiz. ecel geldiği zaman da usulca öleceğiz. çok acı çekip gözyaşı döktüğümüzü, çok içimizin yandığını söylediğimizde tanrı bize acıyacak. ve seninle ben, sevgili dayıcığım, aydınlık ve güzel bir hayat yaşayacağız. işte o zaman mutlu olacağız, şimdiki mutsuzluğumuzu hatırlarken gülümseyeceğiz ve huzura ereceğiz

Yazının asıl sahibi bugün yaşamını yitiren ‘Çehov’ olmasına rağmen düşündüğümde ilkin anımsadığım Çehov anısıyla girizgahı uygun buldum. İsminin hikmeti epey fazla olan  eşsiz hikayecinin sahip olduğu bir özellik olan geçmişe bakma korkusunu (otobiyografyafobi) gerekçe göstererek gençliği, ailesi kısacası hayatına girmeden , yazım hayatının bize yol göstereceği bir notlamadan  ibaret bu yazı. Mektubundan yaptığım bir alıntıyı eklemeden geçersem de içim elvermez;

”her yanım öylesine asya ki, gözlerime inanamıyorum, 60 bin kişi yemek içmekten , üremekten başka bir şey düşünmüyor. Yaşamla başka bir ilişkileri yok.  Ne bir gazete, ne bir kitap.”

Öykülerinin hayli öne çıktığı benim kütüphanemde en samimi durduğum oyunlarında, genel itibariyle Rus toplumunun tüm katmanlarından karakterlerle yüzleşiriz sahnede. Geçiş dönemi Rusya’sının, alt üst olmuş toplumsal değer yargılarının bir gösterisi olan oyunları her dönem gösterilir ülkesinde. Benim de ülkemin Şehir Tiyatrolarında izlediğim bilinen eseri Üç Kızkardeş için broşürde şöyle bir yazı vardı hatırımda kalan; “Üç Kızkardeş, Yaşanmamış Bir Hayatın Hikayesidir!” Oyun bittiğinde ne demek istediğini çok iyi anlattığı kanısına varıyorsunuz, bununla özetlemek mümkün hatta bütün oyunu. Oyundaki her karakter başka bir dünyanın kapısını açıyor izleyene sanki, başka bir mutsuzluk hikayesi her biri. Öyle zengin bir oyun ki izleyen herkesin yaşamı ile ilgili kendini kurcalamasına neden oluyor bir yandan. Çok farklı bir izleyici profili olsa da (iki defa izleyeni de hiç sevmeyeni de) tüm övgüleri hak ediyor fikrindeyim.

Çehov için bir o kadar sevdiğim Tolstoy’un ne dediğine kulak verelim hep birlikte; “çehov bir sanatçı olarak, önceki rus yazarlarıyla, turgenyev, dostoyevski veya benimle, mukayese bile edilemez. çehov’un kendi biçimi var empresyonistler gibi. bakarsanız adam hiçbir seçim yapmadan, eline hangi boya geçerse onu gelişi güzel sürüyor. bu boyalar arasında hiçbir münasebet yokmuş gibi görünür. ama bir de geri çekilip baktın mı şaşırırsınız. karşınızda parlak büyüleyici bir tablo vardır.”

‘HERDEM’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘Bir İdam Mahkumunun Son Günü..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘XVII

ah kaçabilseydim, kırlarda nasıl da koşardım!

hayır, koşmamam gerekir.. dikkat çeker, insanları kuşkulandırabilir.. tam tersine yavaş yavaş yürümek gerek; başınız dimdik olacak ve şarkı mırıldanacaksınız.. kırmızı desenli, mavi renkli, eskimiş gömlek gibi şeyler giyeceksiniz üstünüze.. bunlar insanı iyi gizler.. nasıl olsa yöredeki bütün sebzeciler böyle giyinirler..

kolejdeyken, arcueil dolaylarında arkadaşlarımla her perşembe kurbağa avlamaya gittiğim bir bataklığa yakın bir koru var.. akşama kadar orada saklanırdım..

akşam olunca, yoluma devam ederdim.. vincennes’a giderdim.. hayır, ırmak bana engel olurdu.. o  zaman arpajon’a giderdim.. saint germain yolundan gidip havre’a varmak, sonra da ingiltere’ye giden bir gemiye binmek daha iyi olurdu.. ne fark eder! longjumeau’ya varıyorum.. bir jandarma geçiyor, bana pasaportumu soruyor.. eyvah! yakalandım!

ah! mutsuz hayalperest, önce seni hapseden şu üç ayak kalınlığındaki duvarı yık! ölüm! ölüm!

düşünüyorum da, küçükken buraya, bicétre’e gelmiştim; büyük kuyuyu ve delileri görmeye!..

XXXIV

saat bir, biraz önce çaldı.. bilmiyorum hangisi; saatin çekicini zor duyuyorum.. kulaklarımın içinde bir org sesi duyuyorum sanki; uğuldayan son düşüncelerim bunlar..

anılarımın arasında derin düşüncelere daldığım bu en yüce anda, korkunç bir biçimde, işlediğim suç ile yüz yüze geliyorum; ancak, daha çok pişmanlık duymak isterdim.. mahkum edilmeden önce, çok acılarım vardı, o zamandan bu yana yalnızca ölüme ilişkin düşünceler var gibi geliyor bana.. gene de daha çok pişmanlık duymak isterdim..

yaşamımda geçmiş herhangi bir dakikayı düşlediğim ve onu her an bitirmek durumunda olan o balta darbesini anımsadığım zaman, sanki yepyeni bir şey görmüşüm gibi titriyorum.. güzel çocukluğum! güzel gençliğim! ucu kanlı yıldızlı kumaş.. o zaman ile bugün arasında, bir kan ırmağı, başkasının kanı ve benim kanım var..

bir gün, insanlar benim bu öykümü okurlarsa nice masumiyet ve mutluluk dolu yıllardan sonra, bir cinayet ile başlayan ve bir idamla sona eren bu korkunç yılın varlığına inanmak istemeyeceklerdir; eksik bir yanı, eksik bir havası olacak..

ve yine de, ey sefil yasalar, sefil insanlar, ben kötü biri değildim!

ah! birkaç saat sonra ölecek olmak ve bir yıl önce, aynı gün, özgür ve suçsuz olduğumu, güz gezintileri yaptığımı, ağaçların altında dolaştığımı ve yapraklar arasında yürüdüğümü düşünmek!’

‘Bir İdam Mahkumunun Son Günü..’ – VICTOR HUGO

Çeviri : ERHAN BÜYÜKAKINCI, CAN Yayınları,  1992..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘KARDEŞİM AKİF..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘çok sevinirim sevineceğim buraya gümüşlük iskelesi’ne sözlünle birlikte gelirsen.. gerçekten de güzel bir yer bu koy.. hava yavaş yavaş ılımanlaştığı için yabancıların gelmeye başladığını seziyorum.. ‘mevsim’ daha açılmadı ama, motellerde pansiyonlarda bir kıpırdama var anlaşılıyor.. benim pansiyonda iki oda boş arkadaşının pansiyonu biraz pahalıysa, burayı tutarsınız (biri denize, ötekisi limon bahçelerine bakıyor; mutfak, kap kacak. çatal bıçak, buzdolabı, ocak var, insan kendi yemeğini yapabilir isterse.. iskeleden, deniz koy karşında olmak koşuluyla, sola döneceksin, ev iki-üç dakikadır yürüyerek; altta ince ali (ev sahibi) ailesiyle oturuyor, telefonları 11..

y. küçük ile yerasimos’un kitapları iyi güzel de, ikisi de çok çalışkanlardır, konulara eğilirken dişlerini gıcırdatmaları hoş değil bence.. insan böylece – zaten bir dolu handikap var nesnel olmamak için – sorunun bittiğini bitirildiğini sanıyor sanabilir.. şiirdeki özgünlük de öyle bilinir, şair ne denli az etki altında kalmışsa özgün olur; oysa tersidir gerçek, binlerle on binlerle etki sonucunda özgün olunabilir.. bu işi bakarken de, başka başka açılarla bakmalı.. ünsal oskay bana hilmi ziya ülken’in türkiye’de çağdaş düşünce tarihi kitabını vermişti, okudum, bir dolu açı kazandırıyor insana.. taner timur’un kuruluş ve yükseliş döneminde osmanlı toplumsal düzeni de öyle, kitabı bitirmek üzereyim.. ittihat ve terakki programı bir ipucudur bence ancak.. (sina akşin’in 31 mart olayı kitabı aklıma geldi..) kısa zamanda bu da unutulacaktır.. ben bu toplumun kesinlikle bir insan toplumu olduğu düşüncesinde değilim çünkü..

biliyorum, çok ağır bir yargıdır bu ama elimde kesin ve tartışılmaz kanıtlar var bu konuda.. herhangi bir eleştiri de değil bu.. bir kırgınlık kızgınlıkla duygusallıkla da söylenmemiştir.. pek kuşkulu bir adam sayılmam ama bana çok şey gösterilmeye çalışıldığı gözüktüğü gibi gelmiyor.. sözgelimi işin gerçekten çok küçük bir türevidir.. ‘defterler konuşması’nın başına gelenler ya da getirilenler ama kimin umurundadır sorun üç beş arkadaşın dışında.. yaa vah vah.. demek kurnazca bir numaradır, akıllarınca.. ben bu genel geçer yazar gerçeğini bildiğim için işin ütüne üstüne gidiyorum; hem özel hem genel anlamda bir büyük yanlışlık işleniyor işlenir.. neyse..

gerçekten çok küçük bir alandayız, her anlamda.. sesini kimse duyuramıyor duyuramaz, insan..

hoşça kal akif.. selamlar çok.. yazışalım yine..’

Ece Ayhan..

29 Mart 1982 , Gümüşlük..

‘KARDEŞİM AKİF.. AKİF KURTULUŞ’A MEKTUPLAR..’ , ECE AYHAN , Hazırlayan : EREN BARIŞ, DİPNOT Yayınları, 2011..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

kitaplar ve fahişeler..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

NO : 13

‘on üç – bu sayıda duraklamaktan zalim bir zevk aldım..’ – marcel proust

‘yaprakları açılmamış kitap, hala bakire, daha önceki ciltlerin sayfa kenarlarını kana bulayan kurban törenini bekler; kendisine temellük edecek silah ya da sayfa açacağının girişi..’ stéphane mallarmé

 

I. kitaplarla ve fahişelerle yatılabilir..

II. kitaplar ve fahişeler zamanı dokur.. geceye gündüz, gündüz de geceymişçesine hükmederler..

III. ne kitaplar ne de fahişeler dakikaların onlar için değerli olduğunu belli ederler.. ama biraz daha yakından tanındıklarında, ne kadar büyük bir telaş içinde oldukları görülebilir.. biz kendimizi kaptırdığımızda onlar dakikaları saymaktadır..

IV. kitaplar ve fahişeler öteden beri mutsuz bir aşkla birbirlerini severler..

V. kitaplar ve fahişeler – her ikisinin de onlardan geçinen ve onlara kötü davranan bir erkeği vardır.. kitaplarınki, eleştirmenler..

VI. kitaplar ve fahişeler umuma açık yerlerde hizmet verirler – öğrenciler için..

VII. kitaplar ve fahişeler – onlara sahip olanlar nadiren sonlarına tanık olurlar.. göçmeden gözden yitmenin bir yolunu bulurlar..

VIII. kitaplar da fahişeler de nasıl bu yola düştüklerini anlatan hikayeler uydurmaya bayılırlar.. oysa çoğunlukla ne olduğunu kendileri bile fark etmemişlerdir.. yıllar boyunca ‘kalbin’ sesine kulak verilir; günün birinde sırf ‘hayatı gözden geçirmek’ için durulan bir köşe başında kellifelli bir gövde pazarlığa başlar..

IX. kitaplar ve fahişeler kendilerini sergilerken sırtlarını dönmeyi severler..

X. kitaplar ve fahişeler doğurgan olur..

XI. kitaplar ve fahişeler – ‘dar kafalı yaşlılar, genç orospular..’ bir zamanların kötü şöhretli kitaplarından ne kadar çoğu bugün gençleri eğitmekte kullanılıyor..

XII. kitaplar ve fahişeler kavgalarını herkesin gözü önünde ederler..

XIII. kitaplar ve fahişeler – birinin sayfalarındaki dipnotlar neyse, ötekinin çoraplarındaki banknotlar da odur..

‘SON BAKIŞTA AŞK..’ , WALTER BENJAMIN , METİS Yayınevi.. Sunuş ve Hazırlayan : NURDAN GÜRBİLEK.. , 1993 , Kasım 2008..

 

 

 

 

 

 

 

 

‘İşsizlik Hakkı..’ – IVAN ILLICH

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘eğer insanlar kendilerine uzmanlar tarafından ihtiyaç olarak dayatılan şeyleri eksiklik olarak kabul etmeye gönüllü olmasalardı, meslekler hakim ve köreltici hale gelemezlerdi.. insanlar ve meslekler arasındaki karşılıklı bağımlılık yozlaştırılan dil yoluyla örtbas edildi ve tahlil edilemedi.. eski güzel sözcükler, uzmanları evin, dükkanın, mağazanın ve bunların arasındaki boşluğun vasileri olarak belirlemeye yarayan damgalar haline getirildi.. en temel ortak mal olan dil, her biri bir mesleğin kontrolü altında olan dolambaçlı jargonlar tarafından kirletildi.. sözcüklerin gasp edilmesi ve gündelik dilin içi boşaltılarak bürokratik bir terminolojiye indirgenmesi ile, çevresel bozulmanın insanları kâra dönük olarak istihdam edilmedikleri sürece fayda sağlamaktan mahrum bırakan özel bir şekli arsında itibarsızlaştırma dereceleri açısından yakın bir paralellik vardır.. profesyonel hakimiyetin etkisini azaltacak olası tasarım, tutum ve kanun değişikliklerinin mümkün olması, bu hakimiyetin arkasına saklandığı isimlendirme hilelerine karşı daha duyarlı olmamıza bağlıdır..’

‘insanlar zaman kaybettiren hızlanmanın, hasta eden sağlık hizmetlerinin ve aptallaştıran eğitimin tutsakları haline geliyorlar, çünkü belli bir eşik aşıldıktan sonra endüstriyel ve profesyonel ürünler silsilesine bağımlı olma hali insan potansiyelini öldürüyor ve bunu spesifik bir yolla yapıyor.. metalar yalnızca bir noktaya kadar insanların kendi yapabilecekleri ya da üretebilecekleri şeylerin yerini alabilirler.. mübadele değeri, yalnızca belli sınırlar dahilinde kullanım değerinin  yerini tatmin edici şekilde doldurabilir.. bu noktanın ötesinde üretim artışı yalnızca bu ihtiyaçları tüketiciye dayatan profesyonel üreticinin çıkarına hizmet eder, tüketiciyi ise belki daha zengin, ama aklı karışmış ve sersemlemiş bir hale getirir.. sadece giderilmekle kalmayıp tatmin de sağlayacak ihtiyaçların sınırı, belli bir ölçüde kişisel otonom eylemin bıraktığı izden duyulacak keyifle belirlenmelidir.. kişinin ihtiyaçlarını tatmin edecek eylemleri kendisinin belirlediği bu durumlar için de, ötesine geçildiğinde metaların tüketiciyi köreltmeden çoğalmalarının mümkün olmadığı belirgin sınırlar vardır..’

‘günümüz toplumunda bir patron tarafından emredilmiş olmadığı sürece hiçbir çaba üretken sayılmıyor ve ekonomistler de bir şirketin, gönüllü kuruluşun ya da çalışma kampının kontrolü altında olmayan insanların nasıl olup da gayet işe yarar olabildiklerini açıklamakta güçlük çekiyorlar.. bir iş yalnızca standartlara uygun şekilde belgelenmiş olan bir ihtiyacı karşıladığına hükmedecek bir profesyonel kurum tarafından planlandığı, takip edildiği ve kontrol altında tutulduğu sürece üretken, saygın ve yurttaşlara layık bir iş olabiliyor..

gelişmiş bir sanayi toplumunda işsizliği özerk ve faydalı çalışma hali olarak değerlendirmek, hatta hayal etmek imkansızlaşıyor.. toplumun altyapısı öylesine bir şekilde düzenlenmiş ki üretim araçlarına erişmenin tek yolu ücretli işler ve devlet devreye girdikçe kullanım değeri üretimin üzerindeki bu meta üretim tekeli daha da baskıcı oluyor..

bir çocuğa yalnızca diplomanız varsa bir şey öğretebilirsiniz, kırılmış bir kemiği ancak bir klinikte oturtabilirsiniz.. ev işleri, el becerileri, geçimlik tarım, radikal teknoloji, birbirinden öğrenme ve benzeri faaliyetler yalnızca aylaklar, üretken olmayanlar, çok yoksullar ve çok zenginler için mümkün hale gelmiş durumda..’

‘İŞSİZLİK HAKKI..’ , IVAN ILLICH, Çeviri : DENİZ KESKİN , YENİ İNSAN YAYINEVİ, Mayıs 2010, 94 Sayfa..