‘bir zamanlar adamın biri bana dedi ki : köşeyi dönüp de sıcağı hissettiğinde tastamam 30 saniyede bırakıp gitmek istemeyeceğin hiçbir şeye bağlanma..’ – neil mccauley (büyük hesaplaşma..)

gece, saat 11 30.. iç mekan..

eve varış.. en son öğlen saat 12 civarında tek başına bir öğlen yemeği.. günlerdir öğünler teke düşmüş durumda.. gecenin bu saatinde evde yemek yenir mi.. yenir ama sonra pert şekilde yatağa atınca kendini gecenin bir saatinde nefes kesilmesi ve çarpıntıyla uyanırsın.. yemedim.. kaç bira içmiştim bilmiyorum.. halbuki yaş otuz yediyi bulunca bazı şeylere insan dikkat ediyordu.. saymadığın şeyleri bile sayıyordun.. ama sıkıldın saymaktan yine.. tüm gün o sahaf bu sahaf dolandıktan sonra keyifle heybeme yüklediğim kitaplara bira içerek bakma keyfinde en güzeli neydi : ‘sombahar’ın bulduğun eski sayılarında kaybolmak.. hadi itiraf et hep ‘nilgün marmara’ ile ilgili yazılar bulmak istediğini.. ama bugün boş geçtin..

kitaplara bakarken gelen gidenlerden bölünmeniz.. sonra gelen gidenlere kendinizi teslim etmeniz.. o gelenler gidenler arasında sana kafayı yedirtenler.. hayata ‘top kafayla’ bakanlar.. bir yanında da hayata şiirle bakanlar.. oysa ne sevinçliydin dün..

sonra kalktım sahaf dolaştım.. bir sürü kitap dergi yüklendim geldim.. ne güzel gidiyordu gün işte.. sonra içme faslı..

bir, two, leti, erbaa, hamsi, six, seven, acht, dokuz, on.. saymakla bitmiyor ki.. sıkılıyorsun.. zaman akıyor..

‘delirmek’imin gülümseyişinde , ‘reis’in ve ‘yüco’mun muhabbetinde..

sonra birden onu hatırlayıp eline ‘t’un kapaklarını alıp tavşan yapmaya başlıyorsun.. hiçbir alet kullanmadan ‘t’un kapaklarından tavşan yapmak.. nerden aklına geldi ‘n’.. kafayı yemişsin oğlum ‘n’.. bir kapak, nen kapak, three kapak, erbaa kapak vs vs vs devam ediyor..

bir ara bu tavşanları çekmecende biriktiriyordun değil mi..

bazen ‘t’un kapakları direniyor parmakların kesiliyor.. alkolden sulanan kanın pıhtılaşmıyor, sıkılmadan kanıyor parmakların.. kağıt kesiği gibi ‘t’un kapaklarının kesikleri..

eve bazen tişörtünde, gömleğinde kan lekeleriyle gidiyorsun farkında olmadan.. canım annem görünce ürküyor ve soruyor : ‘kavga mı ettin..’ cevap verecek gücün yok annene.. ne kadar kötü bir evlat oldum ben hep böyle.. hep korkuttum, hep üzdüm onları.. değil mi la.. ‘yok anne’ diyorsun ‘yok bir şey..’ tabi sen de o sırada bu kan nedir diye düşünüyorsun.. sonra parmaklarında bir acı.. hatırlayıp gülümsüyorsun.. annen hemen vazgeçmiyor, seni tepeden tırnağa süzüyor.. inanmazlar hemen.. inandırana kadar o haldeyken bitersin zaten..

gece, saat 11 50.. iç mekan..

ve yatak..

uzanıyorsun..

gece, saat 00.40.. iç mekan..

yatak cehennemi başlıyor.. dönüp duruyorsun..

televizyon karşında açık..

binlerce kitabın arasında yatağında dönüp duruyorsun.. uyku yok..

oysa on saniye önce bayılmak üzereydin.. ama uyumak istediğin anda uyku koşa koşa kaçıyor sanki..

küfür..

gözlüğü takıyorsun televizyona bakıyorsun..

kalkıp bir ‘family guy’ atıyorsun zorlukla.. ‘stevie’ye biraz takılıyorsun.. ‘güneş’ yüreğini yakıyor.. kaç gün oldu görmedin.. sen kötü bir amcasın.. ‘güneş’, ‘enigma’dan parçalar söylüyor artık ve sen onu görmüyorsun..

‘güneşim..’

her şeyin senin ‘güneş’..

fakat onu görecek gücün bile yok.. gözlerinden yaşlar damlıyor.. ‘family guy’u kapatıyorsun.. binlerce film arasına dalıyorsun bu sefer.. gecelerinin rutinlerinden izlemek istemiyorsun.. ‘believer’ diye bir film.. onu makineye koyuyorsun.. şok.. sarsıcı bir film.. uykun artık kaf dağının ardında..

gece, saat 02. 35.. iç mekan..

uyku kaçınca bir yerli yapım bu sefer : ‘gişe memuru..’ olumlu eleştiriler alamasa da çok beğeniyorsun ‘gişe memuru’nu.. zaten kel alaka ne alaka ‘david lynch’ filmlerinden başlayarak ‘gişe memuru’nu eleştiren yazılar yazarsan derginde, senin dergini iki bin kişi bile okumaz bu ülkede.. yusuf atılgan’ın ‘anayurt oteli’nden uyarlanan filmden sonra yapılmış en iyi psikolojik gerilim filmi.. kim ne derse desin.. üç beş film izleyen sinema eleştirisi yapıyor bu ülkede, bu dünyada.. ‘truffaut‘ ve ‘godard’ın kemikleri sızlıyor.. günde üç, dört bazen beş yeni film izleyen bir manyak olarak bile cesaret edemem öyle yazılar yazmaya.. yüz film bile izlemeyen oturuyor film eleştirmeni oluyor bu dünyada… gerçi niye kızıyorsun ki safsalak ‘n’, çevren de bile yok muydu on roman okumayıp roman yazmaya başlayanlar..

gece, saat 04.55.. iç mekan..

‘gişe memuru’yla birlikte saati sabahın beşi ediyorsun.. uyuman lazım sabah  sekiz buçukta ‘ciğerim’i alıp istanbul içi ankara yolu kadar yol yapıp on tane adliye dolaşacaksınız.. uyuyamıyorsun.. bazen ara ara dalıyorsun.. ama yine işkence gibi bir gece..

gündüz, saat 07.30.. iç ve dış mekan..

üç kuruşluk kısa uykundan kalkıyorsun fakat dakikalar geçtikçe hala yataktasın.. mide hapın.. el yüz yıkama faslın.. giyindin.. garajdasın.. yine illa birileri saçma sapan şekilde park ettiğinden garajda bir sabah cinnetiyle kendinden geçme faslı..

gündüz, saat 08.55.. dış mekan..

arabayla ‘ciğerim’i alıyorsun.. ve yollar ve yollar.. koşturmaca başlıyor.. zaman akmaya başlıyor..

gündüz, saat 11.30.. dış mekan..

‘halo’ sizi bir adliye çıkışında yakalıyor.. onu da paket yapıp arabaya atıyorsunuz.. artık yollar onunla daha neşeli..

gündüz, saat 14.05.. dış mekan..

fark ediyorsun ki sen dün öğlenden beri yemek yememişsin.. midene bıçak saplanmaları.. işler bitmeden ‘ciğerim’e dönüp yemek yiyelim artık yoksa bir tırın altına gireceğim diyorsun.. ‘abidin dayı’yı gidip alıyorsun mekandan..

nereye gidelim derken teklifi kendin yapıp kendin karar veriyorsun.. sen de az faşo değilsin ‘n’..

çamlıca..

yirmi dört saattir aç olan adam et yemeye gidiyor.. bir çorba bile olmayan yerde rakıya çorbalık yaptıracaksın aferin sana ‘n’..

ve çamlıca.. önden gelen aperatif ve peynirle kahvaltı faslı.. hele sıcak sıcak gelen ekmeklerle bir ayin..

ve sonra yemek.. manzaraya kaç kere baktın be ‘n’.. hiç.. senin için o manzaranın hiçbir anlam ifade etmediğinin farkında değil kimse..

‘halo’ çakırkeyif oluyor.. muhabbet ve komedi bir arada..

gündüz, saat 15.30.. dış mekan..

yemekten ağır ağır kalkılıyor.. bir ufak tur daha.. yaklaşık 60 kilometrelik.. sonra kadıköy’e, mekana geri dönüş.. yorgunsun. ama neden.. uykusuzluktan mı yoksa koşturmaktan mı.. bilmek istemiyorsun..

gündüz, saat 16.55.. iç mekan..

mekanda tek başına bira açıyorsun.. ön odadan pencereden dışarı bakıyorsun.. dışarıda yüzlerce insan hemen yirmi metre ilerde saçma sapan nedenlerle yedi kişinin bıçaklanarak yaralandığı olaya inat alkolü vücutlarına enjekte ediyorlar.. muhabbet gırla.. hiç sevmedin böyle mekanlarda içmeyi.. hep kendi inlerinde takılıyorsun.. oysa bak hayat dedikleri orasıymış la.. yürüyün la anca gidersiniz.. kendi dediğini bile duyamadığın yerlerde zırıltı içinde edilecek muhabbet de, içilecek alkol de uzak dursun benden.. o kaddddddaaaaarrrrrrrr..

tek başına içmeye devam ediyorsun mekanın arka bölümünde..

yine saymayı unutuyorsun şişeleri..

‘yael naim’ çalmaya başlıyor..

fondipler başlıyor..

tek başına şişeleri havaya kaldırıp sağlığına diyorsun boş şişelere vurarak..

gülümsüyorsun..

‘yael naim’den, ‘she was a boy’ sahne alıyor birden..

gözlerinden yaşlar akarken ayağa kalkıp ‘yael’e bağıra bağıra eşlik ediyorsun..

yukarıda uduyla sana müzik ziyafetleri çeken güzel komşun neye uğradığını şaşırıyor.. notaları karıştırıyor ve udu bir kenara bırakıp seni ve senden fırsat kalırsa ‘yael naim’i dinliyor saygıyla ya da dehşetle..

gözünden akan yaşlar döşemeye, masaya her yere salakça damlıyor..

‘yael’ kalbinin üzerinde tepiniyor o yumuşacık sesiyle..

gece, saat 21.16.. iç mekan..

tebrik ediyorsun kendini çünkü sayıp bakıyorsun masaya, tam tamına 12 tavşanın var..

eline ‘bavulunu’ alıp kümesine doğru yola çıkıyorsun kulağında ‘amy ray’ın ‘birds of a feather’.. ‘hey brother’ diyor..’ it’s hard to be close, hey brother it’s hard to be touched’..

sonra tekrar ‘yael naim’ alıyor sözü..

ve ‘she was a boy’ diyor sıkılmadan..

ve sen gözlerini yarıştırıyorsun hangi şarkıda hanginiz daha çok ağlayacak diye..

sokaktasın..

‘abu abdalla’nın her zaman ki gülümseyişini suratına gömüp, ona sessizce kafanla selam verip kayboluyorsun sokaklarda..’

bu sefer ‘yael naim’ noktayı koyuyor yeni başlayan şarkısıyla :

‘game is over’..

Crockett..

(gecenin bir yarısı dönüp yazıyı okuduğumda gördüm ki hadi truffaut doğru da, godard’ı da gömmüşüm yazıda, onun için de kemikleri sızlar demişim.. kendisinden özür diliyorum.. on dakika içinde naylon kafayla yazılan yazılar ancak bu kadar oluyor ne edek la.. ‘mutsuzluk taviz vermektir’ demişsin ustam godard.. ben hep taviz veriyorum usta ne edeceğiz, çare nedir.. bak seni bile gömmüşüm kemiklerini sızlatmışım.. güldüm sabahın dördünde.. kusuruma bakma emi..) 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Comments are closed.