Archive for Haziran, 2011

İçinden İstanbul Geçen Filmler 4 (Zamanın İçinde)

Neşeli Günler / 1978

Herkesin ekran başına kurulup bir posta izlediği bu yapımda, Cihangir’deki Asri Turşucu set olarak kullanılmıştır. Filmde aynı zamanda anne ve babasının birleşmesi için önünde açlık grevi yaptıkları Taksim Meydanındaki anıt daha sonra kaldırılmıştır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yusuf ile Kenan / 1979

Babalarının kan davasında ölmesi üzerine Adana’dan İstanbul’a uzanan bir yolculukla başlar film. 1979 Dünya Çocuk Yılı’nda sokak çocuklarının içinde bulunduğu koşullara dikkat çekmek amaçlı yola çıkmış bu filmde Yusuf ile Kenan’ı Haydarpaşa Garı’ndan İstanbul’u selamlar ilkin. Avrupa yakasına geçtiğinde Anadol arabaların yoğunlukta olduğu Galata trafiği içinde bulurlar kendilerini. Hayattaki tek akrabaları olan amcalarının çalıştığı hanın sahibi kadın, onları taşralı olduğu için eleştirir. Ve o kör zihniyete göre; taşralılar İstanbul’a gelip işçi olurlar yalnız.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Banker Bilo / 1980

Onlarca efsane repliğin çıktığı bu filmde; özellikle Bilo’nun (İlyas Salman) seyyar satıcılık yaptığı sahnelerde İstanbul’un çehresinin değişmezlerinden olan isportaçıları sıkça görürüz.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Gırgıriye / 1981

Uzlaşamayan ama birbirini seven iki ailenin hikayesi üzerine kurulmuş filmde başrolde aslında Sulukule var demek mümkün. Kentsel Dönüşüm Projesi kapsamında sulukule’deki bir çok yapılanma yıkılmış, istanbul’un bu kendine has dokusu sadece bahsi geçen filmlerde kalmıştır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

At / 1981

Göç olgusuna salt maddi nedenler olarak bakmayıp daha derin anlamlar kazandıran At’da, İstanbul’da emeğin karşılığını bulamadığı ve yaşayabilmenin, okutabilmenin sancılı dönemine tanıklık ederiz. Tek lüksü muhteşem İstanbul görüntüsü olan Hüseyin’in isportacılık yaptığı Süleymaniyenin dar sokakları, Eminönü, Vefa’nın kalabalığı arasında biz de onunla yol alırız bu trajedide. (İstanbul kadar değerli Genco Erkal’ı bu sokaklarda görmenin mutluluğunu da yaşatan film görmeye değerdir.)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Çiçek Abbas / 1982

Minibüs dolmuşculuğunun revaçta olduğu dönemde Alibeyköy – Aksaray arası dolmuş şoförlüğü yapan Şakir ile Abbas’ın hikayesi ve dönemin arabesk jargonu üzerine kurulan kahve muhabbetleri ve minibüs yazıları hafızalarda bakidir.Dış mekan çekimlerinde en fazla yer alan Alibeyköy’ün altyapıdan uzak çamurlu yollarını da ben hatırlatayım.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Züğürt Ağa / 1985

Üzerinde konuşulacak epey malzeme veren bir zenginlik olan filmde; Harran’ın Haraptar köyünün ağası kuraklık ve bir dizi aksilikler nedeniyle arazileri satarak İstanbul’u adres beller kendine. İstanbul’a gelenlerin ilk yaptığı işlerin başında gelen isportacılık Züğürt Ağa’yı da içine çeker. Girdiği her işte başarısızlıkla tanışan ağa İstanbul’da ikamet edebilmek adına, ağalık sembolü olan aksesuarlardan çizmelerini de eskiciye vermek durumunda kalır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘HERDEM’

Kapitalizm geneleve benzer , parası olan parasızı…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Kapitalizm geneleve benzer , parası olan parasızı…

Parti liderlerinin seçim turları son düzlüğe girmişken söylemleri de bir o kadar sertleşiyor. Dil sorunu tartışılıyor yanlış anlaşılmasın anadilde eğitimden falan bahsetmiyorum. Bildiğiniz hayt huyt propagandalarından kim kime ne diyor, neden diyor, neye nasıl bakıyor, baktığında ne görüyor, prompter bozulunca neler oluyor vs. Bu, dil problemiyle Rtük uğraşamaz diye bir referandum düzenlense, yetmez ama evet’çiler bile hayır der. Eminim.

Fakat Rtük gitti bizim Behzat Ç. ye el attı. Bitimizi kanlandıran gelişme şöyle “Radyo ve televizyon yayın hizmetlerinde, çocuk ve gençlerin fiziksel, zihinsel veya ahlaki gelişimine zarar verebilecek türde içerik taşıyan programlar bunların izleyebileceği zaman dilimlerinde yayınlanamaz”  ayrıca  “Türkçe, özellikleri ve kuralları bozulmadan, doğru, güzel ve anlaşılır şekilde kullanılmalıdır. Dilin düzeysiz, kaba ve argo kullanımına yer verilemez” evet.

Aslına bakarsanız biz bunu düşünmüştük. Behzat’ın bu güzel, bu fütursuz ilerleyişine rtük ne zaman dur diyecek diye aramızda konuşuyorduk. Biraz geç olsa da, haber geçen hafta içi medyaya düştü. Birilerini rahatsız eden dizimiz saat 2o:oo’den, 22:oo’ye çekilecek. Sanırım caydırıcı bir karar verdiğini düşünen kravatlı ağbiler Türkiye’nin Fransa, İstanbul’un da Paris olduğunu sanıyorlar. Değil ! Çünkü Behzat Ç ve ekibi bir inşaatta çalışan sıvacıdan, güneş doğmadan yola çıkan fırın işçisinden, gecekondusu yıkılırken elindeki taşı fırlatmak üzere kasları gerilen bir varoştan… farksız değildir. Üstelik dizimizdeki argo bizim yaşantımızın da vücut bulmuş halidir. Yeri geldiğinde İstanbul beyefendisi gibi görünen karakterlerimiz daha çok Ankaralı bebelerin ruhunu yansıtır.

Tekel direnişinden, Hrant’a kadar parmak basmak bir yana gövde gösterisi yapan Emrah Serbes’inden, genel yönetmeni  Serdar Akar’ı ve tabii ki Erdal Beşikçioğlu, Ayça Varlıer, Canan Ergüder, Seda Bakan, Ege Aydan, Harun Tekin, Hazal Kaya, Elvin Beşikçioğlu, Hakan Hatipoğlu, Fatih Artman, İnanç Konukçu, Berkan Şal, Pelin Su Pir, Berke Üzrek kutlamak gerekiyor.

Ve inanıyorum ki ileride villa parası biriktirecek olacak bu ekip, ülkenin gecekondularına da genelevlerine de sahip çıkacaktır.

‘Papyrus’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘kimsenin kendi kendisiyle baş başa kalmak istemediği bir hayat..’

‘geçen yaz yurtdışında üç tren yolculuğu yaptım.. bütün yolcuların önünde , çocuktan yaşlıya birer ekran vardı.. kimsenin dışarıyı seyretmediğini , gazete ya da kitap okumadığını görmek tedirgin etti beni.. geçmişte avrupalılardan gıptayla söz ederdik : ‘adamlar her yerde kitap okuyorlar..’ rahatlayabiliriz artık : internetten başlarını alamıyor , olmadı bilgisayarlarında oyun oynuyorlar.. genç kuşakta oran % 100’ü buluyor..

çevremde durum farklı sayılmaz.. er saatte başlayan hipnoz hali geç saatte bitiyor.. insanların düşleri bile değişebiliyor artık , o yüklemeyle.. deniz kıyısındaki kahveye laptopuyla inen kişi tek bir dalga görmeden evine dönüyor.. kulağında i-pod , bir martı sesi duymadan.. kimse boş oturmuyor mu şimdi..

bir de ne çok konuşuluyor.. bazılarının kulağı bir cep telefonuna dönüşmüş.. nasıl boş oturulmuyorsa , sessiz de kalınamıyor anlaşılan.. iletişim şüphesiz önemli , ama bunca araçlarına bağımlı kılmasında ölümcül bir yan yok mu..

sessiz sakin oturmak , hayal kurmak , düşüncelere dalmak , bakmak , bakışmak giderek yürürlükten kalkan fiillere dönüştü sanırım.. yalnızca hafifletici sebeplere dayalı bir yaşama biçimi kendini dayatıyor gitgide.. kimsenin kendi kendisiyle baş başa kalmak istemediği bir hayat.. bizi kendimizde(n) bu denli ürküten , uzaklaştıran ne olabilir..’

‘ENİS BATUR..’

(‘Pervasız Pertavsız’ adlı köşesindeki ‘Başkanın Adamları’ adlı yazısından , Cumhuriyet KİTAP , 2 Haziran 2011 tarihli 1111. sayısında..)

 

 

 

 

 

 

 

 

TEPEDE

O gün en kenarda durmuş, boğaza bakıyordum. Duymaya özenebileceğim acı, çöreklenmiş değildi yüreğime. Dahası taş, daha bilinç yoksunu yontuyum. Yontuya anlam yüklenmemiş, biri yine bir canlı ona can vermemiş. Senin duyarlı beynine girebilmem olası değil artık. O zaman, adına anımsama oyununa kaptırmam gerekli; kesin yokluğun sahte inancına alışmam böylece. Kendi belleğiyle baş başa kalabilme yetimliliğine dayanabilecek miyim? Yaşamaya ne denli razı, daha doğrusu hükümlüysem, o denli direnecek zavallı canlılığım. Yaşamayı yok edebilecek gücüm olsaydı, yok edebilseydim, eşitlenirdik. Sen beni beklemeye zorunlu durumda olsaydın, boşluğun da ötesindeki bu avuntu saçmalığının nasıl can yakıcı, iç delici, işkencelerin en yıkıcısı, titreticisi olduğunu -zaman zaman kesintiye uğrasa da- algılayabilirdin. Hiçbir neden yer değiştirmemize izin vermeyecek. Denklem buluşabildiğimizde kendiliğinden çözülünceye dek sevgi yerine sürekli öfkeye sarılmaklığımı haklılık mı sayacağım? Düşmemeliyim bu tuzağa. Sesleri saptama, yaşananları görüntüleme buluşları dönüşsüzlüğü vurgulamaktan öte yarar sağlamıyor, durdurmuyor kanayanı.

Bağış dileyemem senden, elimde değil çünkü. Kendi kendimi bağışlamaya kalkışırsam, kendimi kandırmak batağından hiç çıkamayacağım, batacağım gitgide.

Vüs’at Orhan Bener

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘Sipariş değil abi diyorum. Görev !’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘İş yerinde sıradan bir sabah; bilgisayarı aç, etrafı süpür, ntv radyo frekansını bul, ayarla, dinle, aldıysan eğer iki poğaçayı mideye indir, bulaşıkları yıka… gelen maillere bakıyorum. Bir arkadaşın mail’i “Ü, bizim Ü işte, 13 haziranda filistine gidiyo. orada çeşitli mektuplar okuyacak” kısaca sen de mektup yaz diyor. Haliyle ilk kez ——birincisi tamamen baş aşağı çakılmıştı, ama valla benim suçum yok- uluslararası bir duruma müdahil oluyorum, heyecanlıyım. Filistin meydanlarında mektubum okunacak ya… O işte içim, içime sığmıyor.

 Eve telefon ediyorum. Evde bir “yabancı” ben de kalıyor birkaç günlük İstanbul yorgunu olacak.

 – Ağbi Filistin’i benim için araştırır mısın? İşte şöyle bir gelişme var.

 – Ben dışarı çıkıyorum oğlanla buluşucam, akşama bakarız.

 Dayağı yedim, oturdum.

 – Tamam.

 Eve geliyorum D’ yemeği hazırlamış oturup yemek yiyoruz. Sonra ağbi geliyor. Filistin o sıra bir benim aklımda kimsenin umurunda değilmiş gibi bir hava var. Ev bok kokuyor resmen. Düşüncelerimde özgür Filistin var ve bazen benim de düşünmediğim gibi onlarda bunu yapıp düşünmüyorlar görüyorum. Evden geyikler koloni halinde güneye doğru göç ediyor.

 Sıkılıp masaya geçiyorum Google bilginiyle beraber şu bizim Filistin olayına el atıyoruz. Filistin, sınırları tartışmalı, üç din tarafından kutsal mekan, bağımsızlık tartışmaları… liste uzayıp gidiyor. Bir şeyler yazmaya başlıyorum. Tıkırdayan klavye seslerine dönüp bakıyor ağbi sonra tekrar dizisini izlemeye başlıyor, diziyle alakalı “bak bu kadında emekçi” diyor. Ben oralı değilim o sıra Filistinliyim! “Hıhıı” diyorum. Aradan zaman geçiyor ve ağzındaki baklayı çıkartıyor ağbi “ne o, şiir mi yazıyorsun… ben sipariş üstüne şiir yazamam, hiç işim olmaz!

 Aklımdan ellilik Arjantin’i kafasına fırlatmak geçse de yazıyla ilgilenmem daha elzem. “Hıhıı” diyorum. Hasetlik arıyorum aslında yani niye ki böyle, aramızda kocaman on beş yılı devirmiş, oğluna akıl fikir verir durumda artık orta yaş denilen o kavşakta, cahit sıtkının 35 yaş şiirinin hemen gerisinde duruyoruz. İstikameti tek yol devrim diye zamanında belirlediğim bu ağbi’nin söylediklerine aldırmamak yapacağım son işken, üç gündür şu sipariş işini düşünüyorum.

 Ulan Filistin diyorum. Ya kardeşim diyorum. R.A.F , Japon Kızıl Ordusu , Carlos , Denizler diyorum kendi kendime, nasıl unutulur diyorum.

 Filistin davası İslami kesimler tarafından sahip çıkılıyor diye, öldürülen küçük çocukları -çocuklar hep küçüktür bu arada-, İsrail faşizmini, tankların ezdiği aktivistleri unutalım mı? Hangi yüreğe sığar bu. Şimdilik dünyanın çoğuna sığıyor doğru. Ağbi bari senin içine sığmasın. Saçma sapan konuşan, yöneten iktidarların çığlığını bari şu tek göz odamızda atma, o nidayı buraya taşıma ağbi.

 – Sipariş değil abi diyorum. Görev !

Mektup

‘Yoldaşlarım dünyada büyük bir ateş yaktınız, zalimlerin bu ateşi söndürmesi imkânsız. Sizin verdiğiniz özgürlük mücadelesi önünde saygıyla eğiliyorum.

Ve biliyorum ki tarihi kanıyla yazanlar kuşkusuz dünyanın en güzel insanlarıdır.

Bedenim bulunduğunuz mekânda olmasa bile aklım, fikrim, düşüncelerim hep sizlerledir.

Türkiyeli devrimciler olarak Filistin halkına sarılıyoruz.’

‘Papyrus’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘FAŞİZMLER..’ – HENRI MICHEL

‘faşizm her şeyden önce doruk noktasına varmış bir milliyetçiliktir.. kutsallaştırılmış millet , en yüce değerdir.. siyasal , toplumsal ve etnik üçlü bir iç tutarlılık ve milleti bölen ve güçsüzleştiren çelişkilerin ortadan kaldırılması faşizmin çıkarı gereğidir.. faşizm kendisinden önce gelen dönemi reddeder – kendini devrimci olarak ilan eder- ve modellerini milletin değişen derecelerde efsanevi bir geçmişinde – cermenlik , latinlik , ispanyolluk , helenizm , franklık vb. – arar.. söz konusu altın çağda , millet her türlü yabancı unsurdan temizlenmişti ; milleti yeniden arındırmak için faşizm , yabancı düşmanı , ırkçı ve son tahlilde antisemitiktir.. böylece , halk , millet ve ırk aynı tarihsel gerçekliği ifade etmektedirler..

faşist milliyetçilik mağrur ve haristir ; geri çekilmeyi amaçladığı hiçbir sınır yoktur ; her zaman için gözden geçirmek istediği bir anlaşma ve geri almayı düşündüğü bir alan vardır ; geçmişte , ayı düzeye ulaşmayı amaçladığı bir büyüklük dönemini kolayca bulur..’

 

‘demek ki faşizm  , genelde özgün bir olay olarak görülmektedir.. iktidarda olmadığı sürece iç düşmanlarıyla mücadeleyle yetinir ve bu noktada kalır.. buna karşılık , iktidara geldiğinde , kamu işlerinin çarkına kapılır ; artık devlet ve milleti temsil etmekte ve uluslararası bağlamda faaliyette bulunmaktadır ; bu nedenle konjonktürü dikkate almak zorundadır ve kimi zaman baştaki programını yalanlaması gerekir.. ‘la liberte en question le fascisme au 20. siecle’ konulu mükemmel yapıtlarında ‘p. milza ve m. benteli’ ‘faşizmi oluştuğu döneme yeniden yerleştirmeye’ çalışırken evriminde üç aşama saptamışlardır :

ilk faşizm , ‘ hem sermayeye hem de devrimci’ güçlere karşı mücadele sürdüren ve orta sınıftan çıkan aşırı hareketlerin  bunalımı bağlamında gelişir.. bu , eski savaşçılardan oluşan ‘ikame seçkinler’in desteğiyle orta sınıfların kendilerini ‘reaksiyoner bir yönde radikalleştiren’ proleterleşmeye karşı ‘usdışı tepkisi’dir ; yani bir ‘düşkünler sosyalizminden söz etmek mümkündür..

ikinci faşizm , ‘birinciyle sanayi ve tarım büyük sermayesinin ittifakı’ olarak tanımlanmaktadır.. gerçekten de iktidara gelmek için faşizmin yönetici sınıfların ve devlet aygıtının işbirliğine –maddi açıdan ve suç ortaklığı için- ihtiyacı vardır.. bu destek , yönetici sınıflar çok ciddi bir bunalımın ve devrimci tehdidin – genellikle ilk devrimci girişim kırıldıktan sonra ve tekrarını önlemek için – varlığının bilincinde olduklarında verilir.. böylece yalnızca ortak düşmana karşı işbirliği yapan iki kanatlı ‘ikitidar bloku’ oluşur ; ilki devrimci , ikincisi muhafazakar olarak tanımlanabilir..

üçüncü evre , iktidardaki faşizmdir.. yönetici sınıfların onunla uyuşmaları gerekmektedir ; bazı sınırlamaları kabul etmek zorundadırlar ; ancak genelde hegemonyalarını güvence altına almaktadırlar , var olan yapıları kendi lehlerine güçlendirmekte , çıkar ve ün sağlamaktadırlar.. böylece küçük burjuvazi , ‘büyük çıkarlara’ feda edilir.. ulusal uzlaşma , bir büyüklük ve prestij politikası içinde , bir dizi toplumsal önlemle ‘kitleleri bütünleştirmek’ için toplumun yaşam düzeyinin yükseltilmesi eşliğinde yapılır..’

HENRI MICHEL

‘FAŞİZMLER..’ , HENRI MICHEL , Çeviri : FÜSUN ÜSTEL , İLETİŞİM Yayınları , 2011 , 132 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

hasaRRaporu III…

çiçekteki telaş kellenin gövdeden ayrılmasıyla aynı 
gidiyorum! sen taze kal eskime 
yağmurlara güvenme makyaj bozar. 
koş hasaRRaporu veriyorum 
enkazım tamam yerli yerinde dağınıklığım 
tahribine güveniyorum 
biraz daha içimi hançerle, dağıt 
değiştir her şeyin yerini 
ama kış 
giderken bereni almayı unutma.

ruhunu avuçlayan yol 
tenini sıyıran su 
jiletlerin içinde kalan bileklerimi de al 
korkma; kimse sormuyor demokrasinin son durumunu

sevgilime uzun etek giydirmeye çalışan din bilgisi 
hayat kültürünü çöpe benzeten ben, 
hepimize karşı işleyen çatır çatır doğa 
sevgilim biz sensiz yapamayız 
rüyalarımda bir çocuk var hep senden doğuyor 
kimseye anne demedi daha onu başka kadınlara bırakma 
hasaRRaporu kusuyorum tut başımı 
ben kendi içimi iyi aktarırım
biraz daha duş lütfen biraz daha acı 
çünkü çok kötü dağılıyorum.

‘Papyrus..’

yaşamaya değer…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘- kalbim yün yumağına dolanmış bir kedi gibi…
gülebilseydim , gülerdim…’

içi boşaltılmış tenha günler vardır… hava gridir , ruh gridir… ne çalan kapı , ne çalan telefon umurunda olmaz…
gidilebilecek en iyi yer , seni her halinle misafir edebilecek kanepen ve kalbine usulca dokunacak bir filmdir..
işte bu film onlardan biri…bir kere çok ama çok samimi…
üstü kazındıkça , tekrar tekrar izlendikçe emiliyor film…
çok nefis repliklere sahip…
ısıtan güneşte mevcut filmde ,  ürperten rüzgarda…
‘muriel barbery’in çokça satılan romanı ‘kirpinin zarafeti’ kitabından  uyarlanmış ,
fransa ve italya ortak yapımlarından olan yaşamaya değer filminin yönetmeni ‘Mona Achache…’
oyuncu kadrosu da oldukça iyi , Josiane Balasko , Garance Le Guillermic , Togo Igawa , Anne Brochet…
izlemenizi teşvik için biraz bahsedeyim filmden…
oldukça zeki bir kız olan ‘paloma’ , everest’e tırmanarak ölen birinden esinlenir ve 12.yaş gününde ölme kararı alır…
paloma zeki , komik bir  o kadar da depresif sıkılgan bir karakter… yalnız ve nefessiz… minicik olmasına rağmen hayatta düşünecek , söyleyecek sözü kalmamış olanlardan ,
üstelik burjuva da  bir hayata sahip…
aynı apartmanda birde ‘rennee’ isminde bir kapıcı yaşamakta ki en etkilendiğim karakterde buydu…
kendini çirkin ve tombul hisseden suskun ‘rennee’ , marx , platon , tolstoy okuyan oldukça entellektüel bir karakter…
ve japon ‘kakuro ozu’…. Sade , edebiyatı ve sinemayı seven sabırlı bir karakter…
işte sadece kedisi olan üç yalnızın imrendirecek dostluğunu anlatıyor film… hem de felsefeye , edebiyata bulayarak anlatıyor…
kendinizi kaybettiğiniz bir an olursa , kendinizi bu filmde arayın… mutlaka bulabilirsiniz diyorum…
gülüşünüzle kalın… iyi seyirler…

‘BULUT’

‘nasıl öldüğün değil , ölürken ne yaptığın önemli…’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘ARAP TALİHSİZLİĞİ..’ – SAMIR KASSIR

kendileri farkında olmasa da araplar bugün dünyadaki en talihsiz halk..

 arap talihsizliğini tarif etmemize hacet var mı.. arap toplumlarının bugün kendilerini içinde buldukları açmazın ciddiyetini ortaya koymak için birkaç istatistik yeterli olacaktır : kronikleşmiş okuma-yazma bilmezlik oranları , zengin ve yoksul arasında haddinden fazla eşitsizlik , şehirlerdeki aşırı nüfus ve arazilerin çölleşmesi.. bunun , bir zamanlar üçüncü dünya olarak adlandırılan büyük bir kesimin ortak hali olduğunu ve her halükarda , örneğin kalküta’nın sokaklarında daha büyük bir yoksulluk ya da rio de janeiro’da daha büyük bir eşitsizlik bulunduğunu söyleyebilirsiniz.. muhakkak haklı çıkarsınız.. yine de arap talihsizliğinin basitçe süre giden az gelişmişlikten daha ağır basan bir tarafı var ve bu talihsizlik toplumsal sınıflara , hatta eğitimsizliğe bağlı değildir..

arap talihsizliğinin ayırt edici yönü , kimsenin böylesi bir buhrandan etkileneceğini düşünmediği kişileri de etkisi altına alması kendisini istatistiklerden ziyade , algılar ve arapların hiçbir geleceği , durumlarını düzeltecek hiçbir yolu olmadığına dair çok yaygın ve derine işlemiş histen başlamak üzere , hissiyat düzeyinde dışa vurmasıdır.. dünyalarını kemiren , her kalıba giren ve görünüşte tedavisi gayrikabil illet karşısında tek çare , mümkün olsa kişisel kaçıştır.. fakat arap talihsizliği aynı zamanda içinden çıkılamayacak şekilde batılı öteki’nin bakışı ile bağlıdır – her şeyi , kaçışı dahi engelleyen bir bakışla.. öteki’nin dönüşümlü olarak şüpheci  ve üstünlük taslayan bakışı daimi bir biçimde sizi  üstesinden gelinemez halinizle karşı kaşıya bırakır.. güçsüzlüğünüzle dalga geçer , tüm umutlarınızı boşa çıkarır ve dünyanın bir sınır kapısında ya da ötekinde sizi durdur.. böylesi bir bakışın ne denli kategorik olabileceğini anlayabilmeniz için , parya devletlerden birinin pasaportunu taşımış olmanız gerekir.. endişelerinizi ‘öteki’nin kesinlikleriyle – sizin hakkınızdaki kesinlikleriyle – ölçmüş olmanız gerekir ki bunun yol açtığı felci anlayabilesiniz..’

‘SAMIR KASSIR..’

 ‘ARAP TALİHSİZLİĞİ..’ , SAMIR KASSIR , çeviri : ÖZGÜR GÖKMEN , İLETİŞİM Yayınları , 2011 , 94 Sayfa..

  

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Kitap Arkası :

 ‘araplar hızla dünyanın “öteki”leri haline geliyor. özellikle 11 eylül’den beri, suudi yöneticiler, kuveytli zenginler dahil, en ayrıcalıklı araplar için de geçerli bu durum. “arap” kelimesinin kendisi bile öylesine yoksullaştırılmış ki, bazı yerlerde utanç duyulacak etnik bir etikete ya da en iyi durumda, modernitenin temsil ettiği her şeyi yadsıyan bir kültüre indirgenmiş halde. ayrıca dünyanın başka yerlerindeki yoksul ülkelerle kıyaslandığında, daha da acıklı bir görüntü çıkıyor ortaya. ama aslında vaziyet hep böyle değildi. arapların da bir altın çağı oldu. onların da geleceğe daha iyimser bakabildikleri, kendi kaderlerini yazabileceklerine inandıkları bir dönem oldu. peki, nasıl bu noktaya gelindi? araplar, bu yoksunluğa mahkûm gelecekten başka bir çareleri olamayacağına nasıl inandırıldılar? yaşayan bir kültür nasıl gözden düştü ve bu kültürün mensupları ıstırap ve ölüm kültünde nasıl bir araya gelebildiler? 2005’te bir bombalı saldırıyla öldürülen samir kassir, arap talihsizliği’nde bu soruların cevabını ve krizden çıkmak için bir yol bulmanın imkânını arıyor.’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

hopa kadıköy’den geçer…

 

 

 

 

 

 

 

Hopa karşılamasından sonra biraz daha cesaretli ve kötü hissediyoruz kendimizi. Haliyle Metin Lokumcu ve arkadaşları ülkenin onurunu kurtardılar ve Lazca hoş geldin pankartlarını açtılar.

İnsanlar horon tepiyor, halay çekiyor diye isot gazıyla muhatap oluyor. Giriş şöyle gelişmesine rağmen -inşaata pankart > hes için halay > Metin hocanın “al beni kurtar memleketi demesi > gaz bombası > gaz bombasına karşılık verilmesi > ve başbakanın ‘üstünde durmak istemiyorum. Bir kişi de kalp krizinden ölmüş’ demesi insana oha dedirttiriyor. Ölen insanları ikiye ayıran bir başbakanla konuşmanın ancak sırat köprüsünde karşılaşırsak olabileceğini düşünmemizi sağlayan sözleri ağır ve yaralayıcı.

%40 küsürün başbakanıyla yüzleşecek dört yılımız daha var. On iki yıl başbakanlık yapacak %40 a ve otoriter zihniyetle cumhurbaşkanlığına oynayacağı gün gibi ortada.

Kendime özerklik istemenin tam zamanıdır. Kadıköy de oturmama rağmen bir hafta içinde beş kez polis tarafından arandım ve “ya arkadaş ben seni bir haftada 5 kere arasam bu hoşuna gider mi” dediğimde “biz sizin için buradayız hem sivil polisleri de arıyoruz” cevabıyla geçiştirilen bir yurttaşım. Kadıköy’ün göbeğinde kollarımı kaldırıp aranmaktan sıkıldım, iyi yanı kas yapmam. Laptop çantam ise içinde bomba olabilir ihtimaline karşı beş aramanın birinde açılıp bakıldı.

Köken Sorunu

Türkiye de yaşayan bir Mısırlıyım fakat sürekli Kürt muamelesi yapan Türk polisi rengime aldanıyor. İçimde bir yerde dağları piramitlerden daha fazla sevdiğimi biliyorum. Kökenimde Yunanistan Selanik ve Polonyalılıkta var. Bununla başa çıkabileceklerini pek sanmıyorum.

Polis soruyor ne iş yapıyorsun elektronik diyorum.

—Çantanızı açar mısınız? İçimden “polisle konuşma, polisle konuşma” diyorum.

Fermuar sesi – Al

—İnşallah başınıza bir iş gelmez diyor direksiyon başındaki

Doğubayazıt’taki komutanım aklıma geliyor.

—İnan umarım sivilde karşılaşmayız! Bu bir tehdit mi diyecek oluyorum.

—İkimizden biri ölür diyor. Selam verip asteğmen misafirhanesine gidip kısa dönem subayların teskeremi kutladıkları partiye katılıyorum, biraların bini bir para.

Polise, benle muhabbet etme, diyorum. Polisle konuşulmaz, öyle bir şey var. Evet, öyle bir şey var hala kendimi suçlu hissedebilirim. Ya da bir arkadaşım görürse yanlış anlayabilir!

—Muhabbet etme, işini yap, üstümü ara, bırak gideyim.

Kimliğime bakarken gebete cihazına bile vatandaşlık numaramı yazmıyor, anlıyor ki saldırgan ama zararsızım. Nüfus kağıdımda mahalle köy kısmında Caferağa yazıyor. Bu benim talihsizliğim herkesin köyünde akarsular ağaçlar ormanlar olur benimkinde barlardan gece kulüplerinden geçilmiyor. Ve her Kadıköylü biraz hırçındır.

Rengime bakıp, dağ görenlerin rengine bakıp hiçbir şey göremiyor olmam benim suçum değil !

‘Papyrus’