Archive for Haziran, 2011

‘ne zaman sadece heyecanlı bir özlem olmakta karar kılacaksın..’ – FERNANDO PESSOA

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

164

eylemsizlik bütün dertlerin tesellisidir.. hareket etmemek bize her şeyi verir.. hayal etmek her şeydir , sonunun eyleme varmaması koşuluyla.. insan sadece düşlerinde dünyanın kralı olabilir.. ve kendini gerçekten tanıyan herkes , dünyanın kralı olmayı arzuladığının farkındadır..

düşünmek , ama varolmamak ; işte bunu yapan kraliyet tahtına oturmuş demektir.. istek duymaksızın arzu duymayı başarmak , taç giymek gibidir.. sırt çevirdiğimiz her şeye sahip oluruz böyle ; çünkü varolmayan gün ışığında ya da varolması mümkün olmayan ay ışığında onları sonsuza dek düşleyerek hep aynı kalmalarını sağlayabiliriz.. 

239

insan her şeyden bıkar , anlamak hariç.. bu cümlenin anlamını kavramak bazen zor oluyor.. bir sonuca varmak için düşünmek insanı yorar , çünkü ne kadar düşünür , tahlil eder , görürsek , sonuca o kadar zor varırız..

o zaman insan öyle bir eylemsizliğe düşer ki , o haldeyken göz önünde olanı iyice anlamak olur tek derdimiz , bir estet tavrıdır bu , çünkü aslında ilgilenmediğimiz halde anlamak isteriz , anladığımız şeyin doğru olup olmadığını umursamayız ; sadece anladıklarımızın içinde her şeyin tam olarak nasıl sunulduğuna ve bu sunuluş biçiminin nasıl bir güzellik statüsü kazandığına bakarız..

insan düşünmekten , kendine özgü görüşlere sahip olmaktan , eylemek için düşünmeyi istemekten yorulur.. ama geçici olarak da olsa , başkalarının görüşlerini benimsemekten yorulmayız.. içimizde uyandırdıkları eğilimlere itaat etmez , sırf üzerimizdeki etkilerini görmek amacıyla yaparız bunu..

270

sanat , varolmak denen iğrenç şeyden kurtulmamızı sağlayan bir yanılsamadır.. danimarka prensi hamlet’in çektiği çileleri , azabı hissettiğimiz sürece kendi başımıza gelenleri hissetmez oluyoruz – bize ait oldukları için aşağılık şeylerdir bunlar , zaten aşağılık olmak doğalarında vardır..

aşk , güneş , uyuşturucu ve sakinleştiriciler sanatın belli başlı dallarıdır ya da daha doğrusu , kendi yarattıkları etkileri üretmenin temel yolları.. ne var ki , ister aşk , ister güneş , ister uyuşturucular olsun , hepsi kendilerine has hayal kırıklıklarıyla gelir.. aşk bıkkınlık verir , umudumuzu kırar.. güneşin ardında uyanırız ve uyuduğumuz sürece yaşamamışızdır.. uyuşturucuların bedeli , organizmayı uyarırken çökertmeleridir.. ama sanatta hayal kırıklığı yoktur , çünkü her şeyin bir aldatmacadan ibaret olduğu daha baştan kabul edilmiştir.. sanatta uyumak yoktur , çünkü sanat insanı uyutmaz – rüya görüyor olsak bile.. sanattan zevk almanın ne bir bedeli vardır ne de vergisi..

sanatın verdiği zevk aslında bize ait değildir ; dolayısıyla acılarla ya da pişmanlıklarla bedelini ödemek zorunda kalmayız..

sanat denince , zevk veren , ama bize ait olmayan her şey  bunun içine girer : gelip geçen birinin bıraktığı iz , bir gülümseyiş , batan güneş , şiir , nesnel evren..

sahip olan , kaybeder.. bir şeye sahip olmaksızın hissedeceğini hisseden ise o şeyi korumuş olur , çünkü o şeyin içinden özünü çekip almasını bilmiştir..

403

çiçek dürbünü..

konuşma.. fazlasıyla olaysın.. karşımda durmana üzülüyorum.. ne zaman sadece heyecanlı bir özlem olmakta karar kılacaksın.. o zamana dek kaç kadın olacaksın kim bilir.. ve seni görebileceğimi düşlemeye mecbur olmak , kimsenin geçmez olduğu eski bir köprü.. hayat bu işte.. ötekiler kürekleri bıraktı.. birlikler emir tanımaz oldu.. süvariler şafak ve mızrak şakırtıları arasında gitti.. şatoların tekrar ıssız kalmayı bekledi.. rüzgarlardan yüksek ağaç taburlarını terk eden olmadı.. gereksiz sundurmalar , emin ellere bırakılmış değerli kaplar , kehanetlerin belirtileri – bütün bunlar tapınakların derinliklerinde secdeye varan alacakaranlıklara aittir , bizim şimdiki buluşmamıza değil , çünkü parmaklarının ve geciken kıpırdanışlarının dışında , gölgelerini yayan ıhlamur ağaçlarının varolması için hiçbir neden yok..

uzak topraklar için sayısız nedenler.. kral vitraylarından mamul anlaşmalar.. dini tablolardaki o zambak.. kafile kimi bekliyor.. kayıp kartalı tekrar nereye dikmişler..’

‘HUZURSUZLUĞUN KİTABI..’ , FERNANDO PESSOA , Çeviri : SAADET ÖZEN , CAN Yayınları , Ekim 2006 , 536 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yasmin Levy…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘içsiz kanamalı bir iç çekişin sesi yasmin levy..çığlıklarında savrulduğum zamansızlık anlarım o kadar çok ki.. kırılıp yatıyorum yerde gölge boyu yalnızlık misali.. ne zaman kulaklarıma sesi dolsa bu kadının küçücük ama yüreğinde büyücek bir kadın taşıyan bir hiç oluyorum. anlatamadıklarım gözlerimden süzülüp bir okyanustan uzağa atılmış bir deniz yıldızına dönüşüyor.

ahhh yasmin.. ahhh… kıyılarına tutundum da tutunuşlarımın şahlanışını duyumsuyor musun ,
biriktirdiklerimi soluğuna işte böyle bırakıyorum. bak soluksuzum soluğunda yalpalanırken..
ahh yasmin ahh… bak ve duy beni kadın neler biriktirdim avuçlarımda sana.

yara hep açıktır ve kimsesiz bir koridorda sesi kendine çarpan yalnızlık kadar ağır aksak bir kanayıştır.
hayat denen bu sahtekarı hep kendi gibi sanmakta direnen bu küçük muzip kadın , yara kadar eski ve yara kadar bir yanılsama.. sokaklar, sokaklar hala karanlık sevdası kör lamba olan kadın.
koca dünyaya sığdım da bir kendime mi sığmak bu kadar güç ve bu kadar sığ ….
içi boşaltılmış bir beden yığınıyım şimdi arta kalanlardan. duvarlarındaki sese çarptıkça daha
bölünüyor ve ufalanıyorum eteklerinden bu kadının…

ağlamak diyorum… tıkanıyorum soluğuna yasmin’nin. soluğuyla soluksuz bırakan kadınlar tapınağından kaçmış bir yıldız olmalı diyorum. yoksa onca göğe asılmış yıldızların içinde nasıl göz kırpardı ki bize..
içimde salyalar içinde kalmış aç köpeklerin uğultusunu duyumsuyorum onla savrulurken.
bilmem kaçıncı kez tarumar oldu bu kevgir yürekli yaşam ben de anlamlandıramadım. bilmem kaçıncı kez oldu göğü yarıp yeryüzüne saldım bu cinnet karası yalnızlıkları da kurtulamadım..’

‘Mavi Çığlık’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Mabel Matiz..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘uzun zamandır müzik veya şarkılar üzerine bir şey yazmıyordum.. anıların arasında dolaşmak için bir ‘louise attaque’ yazısı yazıyordum ama önceliği ‘mabel matiz’e verdim..

yıllardır sağda solda dinlediğimiz ‘mabel matiz’in albümü geçen ay sessiz sedasız yer aldı raflarda.. sessiz sedasız bu girişten sonra benim sessiz sedasız günlerime eşlik etmeye başladı.. hepsi birbirinden güzel 12 şarkı var albümde ve çoğunun söz ve bestesi mabel matiz’e ait.. ben en çok ‘zaman’ ve ‘hercai menekşe’ şarkılarına tutuldum.. diğerleri de sıkılmadan sonsuza kadar dinlenilecek çok güzel şarkılar.. 

‘mabel matiz’i hala dinlemeyen var mı bilmiyorum ama dinlemeyenler çaktırmadan hemen gitsin en yakın müzik marketten albümünü alsın ve dinlemeye başlasın.. hemen hemen koşun.. aman duymasınlar kınarlar sizi çok kötü.. ‘aa sen dinlemedin mi matiz’i..’ falan filan gibi cümlelerle muhatap olmayın..

merak etmeyin pişman olmayacaksınız ve hem kendinize daha önce niye dinlemedim diye kızacaksınız hem de ‘matiz’ daha önce niye albüm yapmamış diye ‘matiz’e kızacaksınız..

‘mabel matiz’in sesi kadar şarkılarının müzikleri ve sözleri de ayrı ayrı güzel.. nitelikli müzikal alt yapısı kadar özgün ve çeşitli duyguların yumağı olan şarkı sözleri de takdiri hak ediyor.. hele hele mabel matiz efendi sen tut git ‘birhan keskin’in ‘zaman’ şiirini bestele ve mükemmel bir şarkı haline getir.. e biz daha ne diyelim , ne yazalım be ‘mabel matiz’ senin hakkında.. en hassas yerimizden yakalayıp kendine bağlıyorsun birhan’ın ‘zaman’ıyla..

sevgili ‘mabel matiz’ yüreğine , sesine sağlık diyelim ve önünde saygıyla eğilip yere uzanıp gökyüzüne yüzümüzü dönerek senin şarkılarını dinleyelim..

unutup gidelim her şeyi senin o güzel sesinde..

yapımcılığını ‘engin akıncı’nın yaptığı bu güzel albüm ‘zoom’ ve esen music’ tarafından bizlere sunulmuş durumda..

çok da güzel bir albüm kutusu (hadi kartonet diyelim de cahil kalmayalım) ve kapağı olan bu albüm de emeği geçen herkese aylak adamız ailesi olarak yürek dolusu teşekkürler..

iyi ki varsın ‘mabel matiz..’

‘mabel’le , ‘birhan’la ve de gülüşünüzle kalın..’

Crockett..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘şimdi yakanızda bir hercai menekşe olsam

rakınızın beyazında şöyle bir kaybolsam

dökülür mü ciğerinizden o denizin taşları

üzülüp yaşarırken siz , ben sararıp solsam..’

MABEL MATİZ (Hercai Menekşe..)

 

sevgiler…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

sevgiler…

 sevmek ve gitmenin  o buruk, kekremsi tadı…  yine de arkamı dönüp baktığımda  menzilimde olmalı her şey.. gitmek bir bıçağın keskin ucu..  dönersin ama bu  sessiz bir gözyaşıdır.. her şey değişmiştir.. bulamazsın artık bıraktığın çoğu şeyi, duyguyu, kişiyi.. aslında hiç gitmek istememişsindir çünkü.  ama uzaklaşmasan daha çok tükenecektin.. ve bilirsin ki aslında kalandır terkeden..
gün geliyor her şey bitiyor dirhem dirhem azalıyor sevgilerde.. ve bir bakıyorsun bitmişsin be.. sana insan insan bakan gözler yok artık.. bu  kadar mıydı ? sevmek ..  sevmek bir pırıltı gibi gelip geçer mi sadece..  öyle değil işte..  sevmek çok uzun bir kelime. .seversin seversin bitiremezsin… gidersin gidersin bitiremezsin.. üstüne ne eklersen ekle  hep eksik ,  hep hüzünlü , hep buğulu.. 
işte sevmek böyle bir şeydi aslında.. gülüştüğünüz günleri hatırladığınızda gözlerinizin yaşarmasıydı.. cemal süreya’nın ‘zuhal’ine yazdığı mektuptaki gibiydi.. okursun ve susarsın.. çünkü canın sevmekte istemez artık bunun üstüne.. 
 “düşünüyorum da aşk sözcüğünü de biraz eksik buluyorum şu senle ben arasındaki ilişkiye. daha büyük, daha sağlam bu bizimki. aşk onun içinde sadece bir kısım galiba. ötesinde aşkla birlikte, ama yer yer, zaman zaman onu aşan başka duygular, başka esriklikler, başka baş dönmeleri de var bizde. seni seviyorum ve senin için her şeyim. beni seviyorsun ve benim için her şeysin. bir insan için şu kısa hayatta daha önemli ne olabilir ki.”

 ‘TAFLAN’

”SEVMEK NE UZUN KELİME”  – Cemal SÜREYA…

 

  

 

 

 

 

 

 

(fotoğraflar : crockett..)

‘her daim bir gölge gibi yanınızda…’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘keyfim yok gene be üstad!
nuh’a haber salan kuşların yüreğinde hezeyan soluyorum..
tuhaf bir tufan gibiyim. ve
dünlerden kalma hüzünlerin içinde
gözyaşlarımla çoğaltıyorum ar yerinden çatlamış bu tufanı..’
 
‘böyle bir not düşmüşüm bir yerlere gene
belli ki canım acımış çokça.. acıtılmışım…
sizin direnişiniz burada çığlık oluyor.
satırlarınızı okurken gene o tufana tutuldum.
oysa günlerdir ağlıyordum ben.
ben çok mutlu oldum yazımı sayfanızda yayınlayıp
beni de kucakladığınız için.  ara ara gelir dokunurum
renklerinize ben de.

ama her daim bir gölge gibi yanınızda
olduğumu da unutmayın lütfen.

sonsuz teşekkür ederim
en mavi çığlık olan yanlarımla..

maviyle…’

‘Mavi Çığlık’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(fotoğraflar : crockett..

‘bir yerlerde yüreğinde masallar doğuran adamlar var..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘bir hiçliğin alazında yetim sularda dalgalanmış bir çığlık gibiyim bu ara. başımı nereye koysam sarp bir kaya batıyor yüreğime. ve açıkta kalan kaya deliklerinden sesler duyuyorum. biraz daha yalnızlaşıyorum.

biraz daha azalıyorum çoğalırken. yalnızlığında çoğalan kaç insan, kaç kadın var onların çetelesine asılı buluyorum kendimi. yalnızlığımda çoğalan piç düşler doğuruyorum sonra. ve rahmimden satırlara bulanan hep kimsesiz ve bilyeleriyle ay ışığını izleyen piç çocuklar oluyor.

mavi diye haykıran yanlarıma umut tacirleri dadanmış. oysa üstadlardan biri en son kötülük ümit demişti. ben gene de umut ediyorum.daha da çoğalsın diye işkencem. böyle acı da daha güzelleşiyoruz şarap misali..

bir yerlerde yüreğinde masallar doğuran adamlar var.. bir yerlerde bu masallarla büyüyen insanlar var.

sizin varlığınız buna en güzel kanıt oldu. bu satırları yazmamın en büyük sebebi mavide çığlık çığlığa suskularla dolu bir şehrin kucağında olan kadının yankılanan sularında ses olmanız. yaklaşık iki yıldır takip ediyorum sizi. geç de kaldım aslına bakarsanız bu yazı için. sizinle daha da büyüyor daha da insan kokuyorum. ve insan kalmaya direniyorum. sonsuz maviliklerle teşekkür etmeyi borç biliyorum artık.

facebookta bir grup sayfamız var bizimde edebiyat sanat sever dostlarla kalkındırmaya çalıştığımız. insan kalmaya direnenlere ses olmak için. burada yayınladıklarınızı imzalarıyla birlikte yayınlıyorum arada. şarkılarınızı da netten buldukça orda paylaşıyorum. ne de güzel masal tadında renginiz. en yakınımdaki dost sıcaklığınız bitmesin. hep varolun. sizi sevgi ve maviyle kucaklayıp selamlıyorum. maviyle…’

‘Mavi Çığlık’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘.. istesen de istemesen de..’

‘crockett , seni unutmadım ve senin uğramanı bekledim…

çünkü seni arasam da cevap vermiyorsun telefonuna…

yazını okudum , çok beğendim , duygulandım ve de çok onurlandım.

bu yolculuğu unutmam mümkün değil.

ben o gün çok ayrı iki acı çekiyordum… iki insan kaybetmiştim…

acımı anlatamıyordum.

bağırmak istiyordum… bir aç çocuğun dünyaya sesini duyurmak istemesi gibi…

ama sen bana bilmeden yardımcı oluyordun ve ben sana sığınmıştım… arkada ağlıyordum… çok acıydı benim için bu yolculuk…

sana çok teşekkür ederim…

görüşemesek de sen benim o acı günümün kahramanısın dostum istesen de istemesen de…’

‘MARİ’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

adamın birisi…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘adamın birisi…

dost mu desem ,

arkadaş mı desem ,

yoldaş mı desem…

bilmiyorum ama bu adam

adam gibi adam

ve çok iyi bir arkadaşım…

canım kardeşim çok sevdim bu aylak adamı…’

‘NAZMİ’

 

‘insan her şeyi anladığında mutlaka ağır bir sinir krizi geçirir.. bilinçlilik bunu gerektirir..’ – ÉMILE AJAR

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘başlangıç diye bir şey yok.. herkes gibi , sıram gelince ben de doğdum , o zamandan beri de bir aidiyettir gidiyor..

kendimi toplamdan çıkarmak için her yolu denedim , ama bunu kimse başaramamış , hepimiz birer artıyız..

oysa satrançta benim adımla ‘ajar savunması’ diye bilinen , son derece yetkin bir savunma sistemi geliştirmiştim.. önce cahors hastanesi’nde yattım , sonra da birçok kez doktor christianssen’in kopenhag’daki psikiyatri kliniğinde..

beni uzmanlara gösterdiler , incelediler , testlerden geçirdiler , keşfettiler ; savunma sistemim çöktü.. ‘tedavi’ edildim ve yeniden piyasaya sürüldüm..

dosyamdan birkaç rapor çalmayı başardım , belki edebi açıdan işe yarar bir şeyler bulurum , kendimi toparlarım diye..

‘rol yapma alışkanlığının yıllar boyunca böylesine kararlı ve sürekli biçimde benimsenerek bu aşırı noktaya vardırılması ve bir saplantıya dönüşmesi , ciddi kişilik sorunları olduğunu göstermektedir..’

pekala , buna bir diyeceğim yok ; ama herkes zaten birbiriyle yarışırcasına rol yapıyor.. cezayirli bir tanıdığım var , kırk yıldır çöpçü rolü oynuyor ; bir başkası , metroda bilet zımbalama görevlisi , o da günde üç bin kez aynı hareketi yapıyor ; rol yapmazsanız asosyal , uyumsuz ya da sinir hastası damgası yersiniz.. hatta daha da ileri gidip size bütünüyle düzmece bir dünyada , oynayarak yaşadığımızı söyleyebilirim , ama o zaman da olgunlaşmadığımı düşünürsünüz..’ 

‘aidiyetimin klinik belirtilerinin , onların deyimiyle ‘semptomlarım’ın ne zaman başladığını bilmiyorum.. tam olarak hangi kıyım söz konusuydu , hatırlamıyorum ; ama birdenbire bütün parmakların beni işaret ettiğini , olağanüstü bir görülebilme tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğumu hissettim.. işte o , yakalayın.. dünya çapında biri olduğumu , sınırsız sorumluluk taşıdığımı keşfediyordum.. zaten psikiyatrlar da bu yüzden sorumsuz olduğuma karar verdiler.. dünya çapında bir işkenceci olduğunuzu hissettiğiniz anda , ‘işkence kurbanı’ teşhisini yapıştırıverirler size..

kendimden kaçmak için her yolu denedim.. hatta svahili dilini öğrenmeye bile kalktım ; benden fersahlarca uzakta olsa gerekti.. çalıştım , çok uğraştım ; ama boşuna , svahili dilinde bile kendimi anlıyordum , aidiyet yakamı bırakmıyordu.. bunun üzerine macarca – finceyi denedim.. cahors’da macarca – fince bilen birine rastlamayacağımdan , böylece kendi kendimle burun buruna gelemeyeceğimden emindim.. ama kendimi güvende hissetmiyordum ; lot bölgesinde bile macarca – fince bilen insanoğullarının bulunabileceği düşüncesi beni tedirgin ediyordu.. bu dili bilenler bir tek biz olacağımızdan , duygulanıp birbirimizin kollarına atılmamız ve açık yüreklilikle konuşmamız tehlikesi vardı.. karşılıklı suçüstüler açığa vurulacaktı , ondan sonra da gelsin posta arabası saldırısı.. posta arabası saldırısı diyorum , çünkü konumuzla ilgisi yok , bu da kaçırılmaması gereken bir fırsat.. konuyla ilgili olmayı kesinlikle istemiyorum..

bu arada , beni anlamayacak ve benim de anlamayacağım birini aramaya devam ediyorum , korkunç bir kardeşlik ihtiyacı içindeyim..’

‘YALAN ROMAN..’ – ÉMILE AJAR (ROMAIN GARY) , Çeviri : ROZA HAKMEN , AGORA Yayınevi , 2011..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘bir insanın hatırlayamadığı şey.. onun için olmamış demektir..’ – MARK FISHER

 

 

 

 

 

 

 

‘bizzat marx ve engels’in komünist manifesto’da gözlemledikleri gibi :

 ‘sermaye dindar esrikliğin kutsal ürpertilerini de , şövalyece yüksek heyecanları da , dar kafalı burjuva duygusallığını da bencil hesapçılığın buz gibi suyunda boğmuştur.. kişisel değeri değişim değerine indirgemiş , sayısız belgeli ve kazanılmış özgürlüklerin tümünün yerine vicdansız , tek bir özgürlüğü koymuştur : serbest ticaret.. kısacası sermaye , dinsel ve siyasal gözbağlarıyla üstü örtülü sömürünün yerine apaçık , utanmaz , dolaysız , çıplak sömürüyü koymuştur..’

 kapitalizm , inançlar ritüel veya simgesel nicelik düzeyinde çöktüğü zaman geriye kalan şeydir ve kalan tek şey , harabeler ve kutsal emanetler arasında tökezleyerek yürümeye çalışan tüketici-seyircidir..

 gene de , inançtan estetiğe , bizzat yapmaktan izleyiciliğe bu dönüş , kapitalist gerçekçiliğin erdemlerinden biri olarak görülür.. badiou’nun ifade ettiği gibi , ‘geçmişin ideolojileri’nin esinlediği ‘ölümcül soyutlamalar’dan bize ulaştırılmış’ olduğunu iddia ederken , kapitalist gerçekçilik kendisini bize , bizzat inancın yarattığı tehlikelerden bizi koruyan bir kalkan gibi sunar.. post-modern kapitalizme pek münasip ironik mesafe tutumunun , fanatikliğin baştan çıkarmalarına karşı bizi muaf kıldığı varsayılır.. beklentilerimizi düşürmenin terör ve totalitercilikten korunmak için ödenen küçük bir bedel olduğu söylenir bize.. ‘bir çelişkide yaşıyoruz’ diye gözlemlemiştir badiou :

 ‘derin biçimde eşitliksizci – tüm varoluşun tek başına parayla değerlendirildiği – amansız bir gidişat , bize ideal olarak sunuluyor.. tutuculuklarını aklamak için , yerleşik düzenin yandaşları bunu gerçekten ideal veya harika olarak adlandıramıyorlar.. bu yüzden de , bunun yerine geri kalan her şeyin korkunç olduğunu söylemeyi seçtiler.. elbette , diyorlar , kusursuz iyilik durumunda olmayabiliriz.. ama kötülük halinde yaşamayacak kadar da talihliyiz.. demokrasimiz kusursuz değil.. ama kanlı diktatörlüklerden daha iyi.. kapitalizm adil değil.. ama stalincilik kadar da mücrim değil.. milyonlarca afrikalı’yı aids’ten ölmeye terk ediyoruz , evet , ama miloseviç gibi de ırkçı , milliyetçi beyanlarda bunmuyoruz.. ıraklılar’ı uçaklarımızla öldürüyoruz , tamam , ama boğazlarını ruanda’da yaptıkları gibi palalarla kesmiyoruz ya.. vb..’

 burada ‘gerçekçilik’ her türlü olumlu durumun , her türlü  umudun tehlikeli bir yanılsama olduğuna inanan bir depresifin sıkkın perspektifine benziyor..’

 ‘öğrencilere ödev olarak bir-iki cümleyi aşan bir şey okumalarını söyleyin ve birçoğu -üstelik bunlar a’lık  öğrencilerdir- derhal yapamayacaklarını söyleyerek itiraz ederler.. hocaların en sık duyduğu yakınma , bunun sıkıcı olduğudur..  buradaki mesele  , yazılı malzemenin içeriği değildir pek ; okuma ediminin  kendisi ‘sıkıcı’ olarak kabul edilir.. burada karşı karşıya olduğumuz şey , oldum olası varolan öğrenci tembelliği değil , ‘konsantre olamayacak kadar yerinde duramaz’ , post-okuryazar , ‘new flesh’ (hard rock grubu) ile çürüyüp dağılan disiplin sisteminin kısıtlayıcı , yoğunlaşmacı mantığı arasındaki uyumsuzluktur.. sıkılmak düpedüz mesaj atmanın iletişime dayalı duyumsal-uyarıcı matrisinden , youtube’dan ve fastfood’dan uzak kalma anlamına geliyor ; bir anlığına bunlar kısıtlanırsa , kesintisiz yapay haz akışı talebi başlıyor.. bazı öğrenciler , tıpkı bir hamburger ister gibi ‘nietzsche’ istiyorlar ; ‘nietzsche’nin hazmedilemezliğini , güçlüğünü kavramayı başaramıyorlar – üstelik tüketimci sistemin mantığı da bu yanlış anlamayı körüklüyor..

 bir örnek : bir öğrenciye neden sınıfta her zaman kulaklıklarıyla oturduğunu sordum.. bunun hiçbir önemi olmadığını , çünkü aslında müzik çalmadığını söyledi.. başka bir derste , kulağına takmadığı kulaklığından çok alçak sesle müzik dinliyordu.. kapatmasını istediğimde , müziği kendisinin bile duyamadığını söyledi.. insan müzik çalmadan neden kulaklık takar veya kulaklığını takmadan neden müzik açar ki.. çünkü kulaklardaki kulaklığın varlığı veya (kendisi işitemese de) müziğin çaldığı bilgisi , matrisin hala orada , erişim menzilinde olduğunun  teminatıydı.. bunun yanı sıra , interpasifliğin klasik bir örneğinde , müzik hala çalıyorsa ,  o duyamasa bile , hiç değilse müzikçalar bu zevkin tadını çıkarabilirdi.. kulaklık kullanımı burada önemli –pop kamusal alanda etkileri olabilen bir şey olarak değil , mahrem ‘oedlpod’ (oidipus ile i-pod’un bileşimi) tüketici saadetine bir inziva toplumsala karşı bir duvar yükseltme olarak deneyimleniyor..

 eğlence matrisinin kancasına takılmak seğirmeli , tedirgin bir interpasiflik , yoğunlaşma veya odaklanma yetersizliğiyle sonuçlanıyor..’

 ‘gerçekliklerin ve kimliklerin tıpkı yazılımlar gibi güncellendiği koşullarda , bellek bozukluklarının kültürel kaygının odağına dönüşmesi şaşırtıcı değildir – örneğin ‘bourne’ filmleri , ‘akıl defteri’ , ‘sil baştan’a bir bakın.. ‘bourne’ filmlerinde , ‘jason bourne’un kimliğini geri kazanma arayışı , her türlü yerleşik benlik anlayışından sürekli bir kaçışla beraber yürür.. ‘beni anlamaya çalış..’ der ‘bourne’ , filmin dayandığı ‘robert ludlum’un romanında :

 ‘belirli şeyleri bilmek zorundayım.. bir karar vermeme yetecek kadarını.. ama belki her şeyi değil.. bir parçam yürüyüp gidebilmek zorunda , ortadan kaybolabilmeli.. kendi kendime , eskiden olanın artık olmadığını , ve hiç anısına sahip olmadığıma göre asla da olmamış olma olasılığının bulunduğunu söyleyebilmeliyim.. bir insanın hatırlayamadığı şey.. onun için olmamış demektir..’

 ‘KAPİTALİST GERÇEKÇİLİK , Başka Alternatif Yok mu..’ , MARK FISHER , Çeviri : GÜL ÇAĞALI GÜVEN , HABİTUS Yayıncılık , 2010 , 88 Sayfa..