Archive for Haziran, 2011

‘Acı çekmiş hiç kimse , artık eskisi gibi değildir..’ – Cesare PAVESE

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

a short film about love nedense bazı filmleri orijinal isimleriyle değil de benim aklıma yerleştiği imgeleşmiş  türkçe  ismiyle söylemeyi , seslenmeyi  seviyorum..

 aşk üzerine kısa bir film.. evet benim filmimin adı bu…

krzysztof kieslowski‘nin en çok sevdiğim filmlerinden biri… yine istanbul’un o en çok sevdiğim beyoğlu sinemalarında izlediğim günlerden kalan bir hediye..  aralıklı olarak yıllar içinde toplamda 8-10 kere seyretmişliğim var sanırım.. yine de ilk defa  görüyormuş gibi heyecanlanırım.. müziği içimi yakar.. oradaki aşkın acemiliği , naifliği , masumiyeti içimi yakar.. benim filmlerimden biridir..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

TOMEK .. çocuksu masumiyeti , cesareti , alınganlığı , aşkla çarpan yüreği ve aşkı için yaptıkları.. gülümsüyorum.. ve kendisinden yaş olarak çokça büyük olan bir kadına olan sevgisi , onun yanındaki acemiliği.. ve bizi hiçbir çıkmaza , sorgulamaya , eleştiriye sokmadan , sadece oradaki masum aşkı görmemizi sağlayan  Kieslowski.. çok naif ve bir o kadar da etkili bir filme imza atmış.. aşk üzerine çekilmiş en etkili filmlerden biri..    

ve filmin sonunda yaşanan şey.. aşkın tam kendisiydi.. aşkta roller her an değişebilir.. güçler değişebilir..  evet burada da kadının genç adamın yerini alması.. rollerin değişmesi.. artık genç adamın hayallerinin , kadının hayalleri olması.. yazarken bile yüzümü gülümseten..  aşk üzerine kısa bir film.. her aşk zaten kısa değil midir aslında.. biz çekiştirdikçe çekiştirir , anlamlar yükler , ağlar , zırlar bitmesin diye hep geriye dönüp dönüp baştan almaz mıyız.. ah keşke aşk karşısında biraz gücümüz olsa da onu kaldığı , zorlandığı yerde bırakabilsek.. aşk aşk olarak kalabilse..  biz de biz olarak kalabilsek.. çünkü  acı insanı büyüttüğü , olgunlaştırdığı kadar insanın içinden çok şeyi de alıp götürür.. asla eskisi gibi olamazsınız.. çoğunlukla  ezicidir.. çünkü ateş etrafındaki yakabileceği herşeyi yaktıktan sonra ancak söner..

  

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

sen ne büyüksün Kieslowski.. yönetmenim.. polonyalı deha yönetmen.. bir yorumda rastlamıştım.. bana göre de kaderciliği işler  filmlerinde.. onun filmlerini izlerken kutsal bir resmi geçit vardır gözünüzün önünde.. az ışıklı , soluk renkli , hüzünlü , alaycı tavırlı filmlerini izledikten sonra bir daha aynı olmak imkansız..  küçülür , ufalır ,  sadeleşir , eşit olursunuz…

ve yönetmenin fransız devriminin üç düşüncesi olan özgürlük , eşitlik ve kardeşliğin günümüzdeki anlamlarını sorguladığı , 

üç renk üçlemesinin mavi’ si…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ve yine Juliette Binoche  evet Julie‘nin yaşadığı trajedi , bunalımları , yalnızlık duygusu , çaresizliği , yaşam ile ölüm arasında gidip gelmesi , gidenin ve geri gelmeyecek olanın ardından yaşananlar , Presnier‘in etkileyici müziği..

bugün sabahtan beri aralıklarla  dinlediğim  koma hivron.. ve en sevdiğim şarkılarından :

‘bablisok..’

Hüzünlerimin acısını
Yakınlaştırıyor bana yine
Gönlüm acılar nehri
Hüznüm sen, sevincim sen
Bazen gözlerin
Bazen de rüzgarlar
Öldürüyor beni

Sabah erkenden gönlümün misafiri
Hüzün ..
Gönlümün kıyısında
Umutlar coştu yine
Bazen gözlerin
Bazen de rüzgarlar
Öldürüyor beni..

ve bazen  içimizi kaplayan  iyi duygulara rağmen.. neden bazen bir el uzanır sanki içinizi sıkar ve sıkar ve kurtulamazsınız.. keşke hiç bir şeyi hatırlamasak bazen..

bazen.. daha fazla hatırlamamak için  o anda

hiçbir şey olmak istersiniz..

‘TAFLAN..’

Yazıyorum: Ey , sen , acı. Peki sonra ? ” / “Artık sabahı da kaplıyor acı.”

Cesare PAVESE….

Aylak Adamız iş veren formu…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Promili yükseltecek iş arkadaşları aranıyor. 

1- Tercihen ağzıyla içen…
2- En az 10 yıl deneyimli… 
3- İçince dili dolanmayan , konuştuğu anlaşılan…
4- Vicdani redci…
 
‘Papyrus’

Crockett’a…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘ah be güzel abim’ diye başlar ya edip  cansever’in  ‘mendilimde kan sesleri’  aynen öyle güzel abim. dünya bizim anamızı borsalarda bellerken hayatın neresinden kâr ederiz diye düşünmüyoruz be abim… ‘nilgün marmara’ da diyor ya “hayatın neresinden dönersen , kârdır.’

boşuna değil be abim… 

o ilk beşin içindesin tabii abim güzel abim…’

‘Papyrus’

‘lan gardaş bu nasıl yara ? kanar her yerimden..’

Bir su başında durmuşuz  .. her deniz kıyısında  oturduğumda bunu hissederim.. su ne güzeldi. deniz olmasa ne doldururdu yerini.. su başında durmuşuz.. ahmet kaya’nın sesi yankılanıyor..  söylüyor..  söylüyor biz hiç bıkmıyoruz.. her dinleyiş başka bir şarkısına türküsüne hasret bırakıyor… 

Yağmurdan mı yoksa aşktan mı ..

 Ağladıkça ağladıkça, dağlarımız yeşerecek..

  

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ağlamaklı oluyorum.. boğazımda bir düğüm.. gerçekten yeşerir mi bozkırlarımız ağlasak ağlasak..  sonra üstüne rakının beyazına karışıyoruz yeniden.. üstüne  bir de bakmışız ahmet kaya olmuşuz hep bir sesten.. başımızda martı kuşları.. denizlerin serseri çocukları.. martılar ki sokak çocuklarıdır denizlerin” der can şairimiz.. biz severiz sokağa ait olan her şeyi.. iyi hissederiz sokakta kendimizi.. dağlar gibi saklar kendine sığınanı.. kavgasını da sevdasını da  savunur.. göstermez kimseye gözyaşını kalp ağrısını yürek yangınını..

sonra.. o güzel sesiyle bir de attila ilhan şiirinden söyler.. insan bir şarkı dinlerken bir de kulağa gelen  o şiir tadı yokmu ..  hep kendinden birşeyler kattığın o dinlemeler durdurulamaz hiç.. bir tane daha gelir aklına..  anılar gelir… anılar gider.. bazen uğurlanır sonsuza kadar bir  çırpıda .. bazen yeniden yüreğe düşer bütün sıcaklığıyla..

Sen benim hiç birşeyimsin..  varlığın yokluğun anlaşılmaz..

hep 1 eksiğiz diye mi? .. insan tarafımızın hüzün beyazı hep aramızda..   yine de bu kadar içlenirken ve 1 eksikken insan nasıl kendini bu kadar iyi hissedebilir ki.. bu kadar kuvvet ve yaşama sevinci gelebilir ki.. gelir ahmet kaya sesiyle.. onun sesi gençliğimizdi.. sevdiğimizdi.. heyecanlarımızdı.. kaybettiğimiz düşlerimiz ve umutlarımızdı.. büyüdüğümüzdü…

sonra..  hüseynikten yola çıkmadan olur mu ? nasıl da severim bu türküyü..

Yazık oldu yazık şu genç ömrüme.. Bilmem şu feleğin bana cevri ne..

Ahmet Kaya sevgisi bitmez.. ölümüne duyulan isyan bitmez.. uğradığı saldırılar , iki dilde de anlaşılmaması bitmez..

Hep hasret kalınır türkülerine..  okuduğu şiirlere.. sesine..

Bir de yaralarımız için söylesin.. o hep kanayan yaralarımız için söylesin.. gayrı gider oldum desin bir de..  bir yara bu kadar mı güzel olur onun dilinde..

lan gardaş bu nasıl yara..

bir şiir bu kadar mı güzel okunur..  enver gökçe’nin kelimelerini  haykırsın..

ümmiydiler, gurbetçiydiler
gülmemişti hiç biri…
ve soğuk asvan pulur hıdıröz
ve huni su payriği zalbar ve pul ve güci
kırani haksini henisik hulmin
karapınar ecüzlü  vahşin venk
ve payamlı ve süderek
haritadan silindiler bir sabah…

lan gardaş bu nasıl yara?
kanar her yerimden..”

suskunluktu..

Korkarım dönmez yüreğim , korkarım güzelim korkarım..’

‘TAFLAN’

‘Ne yapsan gözlerini çıkarıp bir başkasına veremeyeceksin..’

 

 

 

 

 

 

 

Bazı kitaplar vardır , ilk cümlesinden itibaren sizi sarıp sarmalamaya kuşatmaya başlar kelime kelime, sonra bitmesin  diye hecelere bölersiniz tadı kalır ,adı kalır, iz bırakır çok derinlerinize. Başucunuzda kendine bir yer bile bulmuştur çoktan bakarsınız ki aynı yastığa baş koymuşsunuz aynılaşmışsınız çabucak , ısınmış ve koynunda uyumuşsunuzdur çoğu geceler. Hep dilinizin ucuna kadar gelip de bir türlü uygun kelimeleri bulamayışlarınız en güzel cümlelere bürünmüş karşınızdadır işte !.. Açarsınız algılarınızı başlarsınız okumaya , gidersiniz çok uzaklara , sonra dönemez kalırsınız oralarda..

İşte nicedir elimden düşüremediğim bir kitabı paylaşma gayretinde bulunacağım size. Ece Temelkuran’ın 2000 yılında Everest Yayınlarından çıkan kitabının sayfalarına ortak olacağız biraz izninizle..

 ‘’Müjdeliyorum: Yeni çağın kıtası, iç’ tir. Kıpırtısız seyahatlerin vakti gelmiştir. Pek yakında insan,  kendi ‘’iç’’ine gidecektir’’

‘’Öncelikle biz, ‘’iç serüven’’e mecburuz ki insanoğlunun mecbur kalacağı budur, nihayetinde. Sıkılıp bu sonsuza yuvarlanan renk topundan, hakiki bir serüvene çıkmaya niyetlenecektir insan. Yeni çağın yeni kıtasıdır ‘’iç’’

‘’Biz böyle ölürüz. kalbimizden giderek sona ereriz. katılarak boğulacağını bildiği için asla o şarkıya başlamayanlar, kalbini çıkarıp son satıra koyması gerektiğini bildiği için şiirden yana ağzını açmayanlar, kafatasını çatlatacağı için ‘delirmekten’ uzak duranlar, hareket tamamlandığında parçalanıp dağılması gerektiği için asla o dansa başlamayanlar, geri dönmeyi beceremeyecekleri için, bir kez gitseler artık hep gideduracakları için asla çekip gitmeyenler, cümle bittiğinde ölmek zorunda kalacağı için lafa hiç başlamayanlar… onlar bizdendir. biz yapılan dansı, şiiri, cümleyi, delirmeyi, sözü bilmeyiz.
Biz bu dilleri bilmediğimiz için kalbimizi yakarak öleceğiz.”   

“sen küçükken deniz kıyısında iki taş görmüştün. birbirlerinden biraz önce ayrılmış gibiydiler. etin, taşın acısını algıladı. ağlamaklı olmuştun. bu ağlamaklı oluşunun, zaman boyunca, yüz binlerce görüntüde yüz binlerce kat daha büyüyeceğini bilseydin, devam eder miydin?”  

‘’Ne yapsan gözlerini çıkarıp bir başkasına veremeyeceksin. Kitapların, cümlelerin, müziğin ve dansın asla yetmeyeceğini, anlatamayacağını kabul edeceksin. Yetineceksin. Bütün insanlığın neden yetindiğini öğreneceksin. Çünkü o saf dile yaklaştığında.. Orada hayal edilemeyecek kadar korkunç bir acı var. Senin cehennemini anlatamam sana. Uzaktan gördüğünde onu tanıyacaksın. Hep göreceksin, hep duyacaksın, hiç anlatamayacaksın. Bu yollardan geçmiş diğerleri gibi. Yazmak, müzik, dans, oyun, anlatmak.. değil: Sen , içini çıkarıp vermek istiyorsun başkalarına. Başkaları da bilsin, sana baksınlar diye değil. Sen gibi baksınlar dünyaya diye.’’

‘’Benim de bir annem var nihayetinde; sustuğumda ağlayacak olan. Bu yüzden şimdilik teslim oluyorum basit gerçekliğe. Ama biliyorum: Kalp varsa sökülmez. Sanıyorum.’’

‘’Renk yumağına katılmayı denediğim kimi zamanlarda sesim, içimde değil, kafatasımla kafa derimin arasında oluşuyordu. Ağzımın sözcükleriyle konuşuyordum, kalbiminkiler boğularak siniyordu. Bu ses bir yabancının kusmuğuydu; benim değil.’’

‘’Ancak gelmek için yeterince gitmem gerekiyor.’’

‘’Ağrıların uyuyabileceği doğru açıyı bulup, durmak, kilitlenip odalara..’’

‘’Ancak soylu bir ruh parçalanarak acı çeker. Ancak soylu bir ruhun etleri lime lime dağılır kimsenin anlam veremeyeceği ufak tefek kötülüklerle.’’

‘’-Büyük ağlamanın ardından, şimdi serin bir bahçedir yüz. Şevkatle kendine ilişir vücut. Artık vurmaz kendine iç. Ve vücut hala buradaysa, bunca düğümle boğulamamış ve ayaktaysa, yeni bir yöntem bulmalı.. sürmek için. Bir meyveyle ilk tanışma gibi, sevinçle, şaşarak… bulmalı. Madem süreceksek mecburen; bu , kahramanca olmalı. En taze, en yeni, en tatlı, en toy bir oluş.. olmalı.’’

..Daha yazılacak okadar çok altı çizili, sesli okunması gereken satır  var ki aslında. Bu koyu hüzne rağmen anlatımı yüreğinizde hiçbir ağırlık bırakmayacak cinsten. Bazı tespit ve benzetmelerde çokça acıyan içimizi saymazsak tabii. Kitap önce altı düğüm  atıyor ve bir bir çözmeye başlıyor sonrasında.                                                                                                  

Ümit ederim herkesin kabuklarından yorulduğu bir günün sonunda sığınacağı bir ‘’iç kitabı’’ mutlaka olur.

Hoşçakalın..

‘ÖTEKİ’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Ece Temelkuran / İç Kitabı  2000-Everest Yayınları 119 Sayfa…

Fidel’in Yüzünden…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘Fidel’in Yüzünden’ hatırımda kalsın bir yandan da köşemde yer etsin düşüncesiyle iliştirdim buraya da. hakkında söyleyecek sözüm çok; tez elden buyuralım;

80’li yılları çocukluk dönemi içinde olanların daha fazla empati kurmalarına imkan veren bir film. O dönemlerin çocukları, gençleri içinde bulunduğu koşuldaki sancılı süreçi anlamlandırmaya çabaladı çoğunlukla. Ülkelerinin daha yaşanabilir olma umuduyla mücadele eden ebeveynleri, arkadaşları olan insanlarla yaşadılar, hatırında kaldı bir çok ayrıntı çoğumuzun, tanığı olduk. hala da anlatılır,

Türk sinemasının o döneme ait çocuk üzerindeki travma, kimlik karmaşası üzerine epey durduğu bir çok yapımla yüzleştik perdede. Fidel’in Yüzünden bu zihniyette çekilen Julie Gavras imzalı takdire şayan bir ilk yapım. Fransa’da yaşayan çocukların hikayesi…

İspanyol bir avukat baba ile Marie Claire dergisine çalışan Fransız annenin kızı olan dokuz yaşındaki Anna Kübalı dadısı Pilomena ve ailesiyle birlikte oldukça rahat bir hayat yaşamaktayken halasının, eşinin öldürülmesi üzerine onların evine sığınması ile başlar aslında. Baba başta olmak kaydıyla herkes bu değişim rüzgarından nasibini alır. Anna’nın hoşlanmadığı ve eski hayatına duyduğu özlemin etkisiyle öfkeyle karşıladığı bu değişimin nedeni sakallı komünistlerdir. Sık sık bakıcıları değişmeye ve Anna’nın kafası daha da karışmaya başlar.

Dünya sinemasında mühim bir yer işgal ettiğini düşündüğüm Costa Gavras’ın kızının ustalıklı bu ilk filmi görülesidir.

‘HERDEM’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Fidel’in Yüzünden – La Faute à Fidel! 
Yönetmen ve Senaryo: Julie Gavras 
Oyuncular: Nina Kervel-Bey, Julie Depardieu, Stefano Accorsi 
Yapım Yılı: 2006 , Fransa

‘masallardaki kadınlar hep yalnız kalır…’

‘diyorum ki sana adam ; ”bu yaşanılmayasıca kaos dolu yaşamda ölmek için birçok neden var,
yaşamak içinse tek bir neden dahi bulmak zor.. bulduysan sımsıkı sarıl ona. ” ben yaşamak için seni buldum şimdi ve sarılıyorum sana sımsıkı..

yanına neden geldiğimi bilmiyorum. nedenlerle yaşamı gerekçelendirmekten de hep nefret ettim ben. bu şehirden o masal şehrine gelirken hiç nedenler tezgahına uğramadan yol alıp gelip yamacına kuruldum. gözlerine bakarken şöyle dedim gene ; ” ben neden burdayım bilmiyorum ; ama burda olmam gerektiğini bildiğim için burdayım ,” demiştim..

sense gene çok uzaklara baktın.. ben dışında bir boşluğun en yakın halkasına çarpar gibiydin.
ah diyorum adam.. iç çekişlerim artıyor gene be adam yokluğunda. şarkı çalıyor bir yandan
diyor ki ; sadece susarak özlüyorum seni. bense sadece yazarak susuyorum yokluğuna…
uzaklığını düşünüyorum ve aklıma düşüşünü düşlüyorum düşerken. sonra hep kendi kendime
tekrarladığım o cümleyi fısıldıyorum : ”bir yerlerde uzaklarda yüreğinde masallar doğuran adamlar var , ve bu masallarla büyüyen kadınlar..”

bugün öğrendim ki masallardaki kadınlar hep yalnız kalır adam. sonra mektuplar hep eksikken eksik okunur.
sana yazdığım mektupları da yollamaktan vazgeçtim , kendimden vazgeçtiğim için. bu o mavi kadına ihanet  olurdu be adam. o nedenle yollayamadım. mektuplar da kimsesiz kaldı bak. onlar da kimsesiz ve köprü altındaki piç çocuklar gibi şimdi.. onu da öğrendim yokluğunda.

ben hüzünlerime gözlerinin rengini vermiştim ki , yaşam sen renginde gülistan olup da gülümsesin diye bana.
ahh adam.. bu satırları yazarken dahi gözlerimden yaşlar damlıyor çorağıma.. ve ben daha da çoraklaşıyorum.
hüzünler ne de güzeldi gözlerinde.. kayalıklarda oturduğumuz o kızıl akşamüstünü düşünüyorum şimdi. martıların çığlığıyla öpüyordum seni o şehrin göğsünde. geleceğim gene o şehre.. biraz daha azalmış , biraz daha yoksunlaşmış olarak.. ama daha çok maviye sevdalı olan yanımla geleceğim. gelip denize karşı oturduğumuz o kayalıklara oturacağım.
sonra ben birkaç bira şişesinden sonra çakır keyif olacağım.. sonra belki bize bira getiren Ali Abi gelir yanıma. seni sorar belki bana adam.. ben dudak büker yokluğuna birkaç damla da orda akıtırım.

sonra Cem Baba diye hitap ettiğimiz o Baba da gelir yanıma.. ben bir şarkı isterim sonra ondan. seni alıp yamaçlarıma bıraksın diye. ”

‘Çok yorgunum
Beni bekleme kaptan
Seyir defterini başkası yazsın
Çınarlı kubbeli mavi bir liman
Beni o limana çıkaramazsın..’

o bu sözleri mırıldanırken ben gözlerini düşleyeceğim gene. bunları düşlerken bütün yolların yolsuzluğunda  kalmış mavi bir kadın olduğuma takılacağım ben. bana yolsuz olmaktan söz etme adam. bana gülümser adını takmaktan da vazgeç… sana sarılırken yeryüzünden soyutlandığımı anımsayacağım sonra. şu an yeryüzündeyim ve yokluğun bunu hatırlatıp duruyor bana. oysa ben yeryüzünde olduğumu hatırlamaktan nefret ediyorum..’

‘Mavinin Çığlığı’

‘çocuk , çiçek , müzik , bir de aşk bir de dostluk ve kavga olsun sözlerin….’

‘of çekme ,
sözcüklere sığmayan fırtınalar dinsin diye içinde
of dedikçe başını taştan taşa çalan gençliğimi kanatıyorsun sesinde
bırak çektiğin oflar yerine ,
ölümsüzleştirdiğin fesleğenler konuşsun
güneşe selam selam büyüttüğün , leylak gülüşlü umutlar konuşsun
of değil artık ne olur
çocuk , çiçek , müzik , bir de aşk bir de dostluk ve kavga olsun sözlerin….’

‘Adnan Yücel’

 

‘sekiz saat emeğin  en kıymetli zamanıdır yemek saati…
ağustos ayındaki gölge esinti nasılsa aynı öyledir tadı…
yenen yemekten ziyade , hergün biraz daha gözlerinin ferinin solduğuna tanık olduğum , insan kardeşlerimle sohbettir karnımı doyuran…
bazen ilgisiz eşlerinden konuşurlar , bazen çılgın çocuklarından bahsederler.
bazen bir gün önce akşamlarına misafir olan tv dizisinden bahsederler , az çok kendi hayatlarının izlerini sürdükleri o dizilerde , dizi sonundaki yorumlarla alırlar kendi hayatlarına olan hınçlarını…
mevzu ne olursa olsun illaki güzel bir manevrayla değişir ve bir türlü bir araya getirilemeyen yakada son bulur…
bazen nostalji yapılır , bizim zamanımızda diye başlanır söze , küçüklük hayallerinden bahsedilir , solmuş gözlerdeki fer, birden kımıldar… şahsi mitolojiden bir sayfa daha dile gelir ve soluk almadan , 30 dakikaya bir anı daha  sığdırılmaya çalışılır…
– şimdi ki çocuklar çok şanslı be kardeşim , ben sadece bir ‘e.. cin için en az 4 gün beklerdim , babası bakkal olan bir arkadaşımla sırf arada dükkanlarına girip o kadar şeker ve çikolatanın içinde nefes alabilmek için iyi geçinirdim , oysa içten içe nasıl kıskanırdım… tek hayalim doğum günü hediyesi bir koli ‘e.. cin’di o zamanlar…
– sahi ben seni hep cin yerken görürdüm , hatta yaşına da bu zevkini hiç yakıştıramazdım demek bundan sebepmiş…
– ben de ilkokul öğretmenlerinin çocuklarından nefret ederdim usta ya… nasılda kasılırlardı sınıfta , en önde oturur… sınıfın en zengin , en yakışıklı , en eninden bile daha gözde olurlardı… hep hayalim öğretmen çocuğu olmaktı o zamanlar…
– ben de şirinleri arardım dostum , gülme abi ya , gidilen her piknikte bakmadığım kuytu köşe kalmazdı… hep bu hayalimden kırk yılda bir yakılan mangaldan uzak düşer , çoğu zaman zeytin ekmekle doyururdum karnımı…
– ne yapacaktın ki şirinleri ?
– evlendirip aile kuracaktım onlardan… hem arkadaşım yoktu ki benim , onlar arkadaşım olurdu , bide sınavlarda saklanır bana yardım ederler diye düşünmüştüm…
bazense çok artistlik yapıp iktidardan söz açılır , atılır tutulur…
– yaw kardeşim ne bu ya , hayretler içindeyim , ne olcak bizim bu ülkenin hali , insan hiç celladına aşık olur mu yaw? denilir , denilir ama yine sessiz sedasız iktidarın 3. sezonu izlenmeye ve yaşanmaya başlanır…
bense platon’nun bir aforizmasını hatırlatırım…
– siyasete katılmayı reddetmenin cezalarından biri , sizden geri insanların yönetimi altında yaşamaktır… derim , derim ama  havada asılı kalır , çok doğru demiş der yine eğilmeye , diz çökmeye biata devam edilir…
bir arap ata sözü vardır ‘sarhoşun günahının bedelini hep ayık öder’ diye ,
sahi daha ne kadar ödenecek bu bedel…?
daha ilkokuldayken , emsallerim cin ali serisi okurken ben hasan hüseyin’in ‘bıyıklar konuşuyor’ kitabını okumuş ve özetini çıkarmış bir bünye olarak bilir inanır ve yaşarım ki bu için için kendimizi yiyen ülke halimizin sebebi ,
ilk ikili ilişkilerde  ete kemiğe bürünen faşizm… sonrasında ise tüm insanlığa yayılan…
eğer üzerimize yapışan bu kötülükten kurtulursak , kimse bizim korku ve umutlarımızı sömürerek bizi yönetemez…
ve oy kullanmak isteyen bir engelli sürüm sürüm süründürülmez… ya da sırf göremediği için oy kullanma hakkını gözlerindeki karanlığa bırakmaz…
demokrasi ; bazen pozitif ayrıcalığı olan azınlıkların , bazense çoğunluğun faşizmi olmaz…
ve mutluluk rüyamız gerçek olur…
gülüşünüzle kalın…

‘BULUT’

‘- mutluluk rüyanız nedir ?
– iyilik etmenin gerekli olmadığı bir toplum…’

‘Brecht’

Oy Pusulasında Balık Olsam Liberal Derler !

Aramızdan kimisi oy verdi , kimisi vermedi destek verdi , kimimiz gitti müşahit oldu. Seçim sonucundan sonra ne oldu peki ? Hepimiz kanser oldu. Ben artık şöyle düşünmeye başladım mesela ; otobüse biniyorum yarısı iktidar partili , pencereden İstanbul manzarasını ikiye ayırıyorum şu kısım diyorum iktidar partili.. Kitap okuyorum aklıma geliyor iki çevirmenden biri iktidar partili..

Dün kendimi rahatlatmanın bir yolunu aradım. Bu seçim sonuçlarını nasıl açıklarım diye durdum düşündüm. Yaklaşık 40 saat falan susup düşündükten sonra aklıma “Aristo” geldi düz mantık. İki seçmenden biri iktidar partiliyse hortumcuların oy kullandığını düşünelim -kullanıyor demiyorum- bu ikisinden biri anladınız işte. Düz mantıkla açıklanabilecek bir durum bu. Diğeri akıl fikir hezeyanına , Bakırköy ruh ve sinire çıkıyor.

Edebiyat çevresine bakıyorum ne çok şiirin içine girmişler ağızlarından tek kelime seçim sonucu çıkmıyor sosyal medyada belki kameralara ihtiyaç duyuyorlardır. Başbakanın metinlerini yazan adamı da , ana muhalefet liderinin metinlerini yazan adamı da tanıyorum ikisi de tiyatrocu ikisinin de ismini vermiyorum. Başbakanınkini duysanız zaten dudağınız uçuklar. Sonucu bunlar üzerinden verelim başbakanınki hibrid jeeplerle gezerken ana muhalefetinki standart bir hayat sürüyor. Bakırköy demiştim ya arada oraya girip çıkıyor. Çünkü hayat , ona çok iyi davranmıyor. Diğeri ise ekranlardan inmiyor , iktidarın nimetlerinden faydalanmak böyle bir şey işte.

Politik kıskacın ardından bizler hayatımıza olduğumuz gibi devam edeceğiz. Bir abluka varsa inanın onu dağıtmak için çabalayacağız. Böyle hissettiğimiz için değil , birey olmayı tercih ettiğimiz için kendimize iyi bakacağız , şekersiz biraları mideye indireceğiz yine o güzel sohbetlerimizi yapacağız ve inanın yoldaşlarım , aylak adamlar %5o’nin içinde olmaktansa aylak olmak iyidir !

Ben aslında böyle olacağını biliyordum !

Geçen kış aylarında çıkmak üzere olan kitabımı , evde çıkan yangından sonra çıkartamadım. Ya kira dedim ya ev tamiratı. Gerekeni yaptıktan sonra bir arkadaşın haberi geldi. “Baba sana sponsor buldum. Kitabın tüm masraflarını karşılıyorlar ! ”

“Hasss…” dedim. “Nasıl olur” dedim. “Kimse beni sevmez ki” dedim. “Sen iyi bir piçsin” dedim. Çok uzatmayalım adamlarla oturup konuşmaya başladık. Adamlar şalvarlı , çember sakallı , ellerinde Bond çanta… Böyle göründüklerine bakmayın , nazik ses telleri , benim detone şaşkınlığıma çarparken , “ne yazıyorsunuz?” diyiverdi. “Şiyir” dedim. Arkadaşına bakıp “Hıım.. aa.. iyi..” gibi şeyleri susarak konuştuktan sonra. “İçeriği nedir “papyrus” bey diye sorunca. “Her şey var” dedim. “Mesela” dedi “dinle alakalı bir şeyler var mı?” “Evet var.” “Biraz açabilir misiniz?” diyince patlattım orda. “İlk emir oku değil , o elmayı yemeydi!” Biraz düşündü metafiziğe tünel kazdı “hıım anladım sanırım bize pek uygun değil” gibi şeyler söyledi. Şiyir kitabım güme gitti. Ben bir bukle daha okuyayım derken adamlar kalktı “Bari hesabı…” kalktılar.

Demem o ki, şimdi kitap yasaklayan kitap sponsoru olan adamlarla aynıdır.

‘Papyrus’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Özofagusuma Gülümserken…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Kaç çeşit acı bilirsin? Acı gelince, Hüthüt Kuşu gibi omzunda belirince nereye gömersin kafanı? Sahi, gömer misin yoksa yorganın altına mı gizlersin? Kim demiş, ruhun acıları fiziksel acılardan daha kutsaldır diye? Yok, öyle bir şey… Yani, organsız bir bedende, herhangi bir hiyerarşik örgütlenme ve organizma yok… Organsız beden işte, yoğunluklar, uçuş çizgileri, akışlarla iç içe geçmiş, sarılıp sarmalanmış, kendine kapaklanmış sızmış içinde kalmış ya da kendinden yüzeye doğru boy vermiş, dal vermiş, yanmış, kül olmuş, bu masal da böyle bitmiş… Derken, bittiği anda, ibn-ül vakt belirmiş, masal yeniden başka bir boyutunda çokluğun başlamış.

 Portakalı soyup başucuna koyan çocuk, ilk acıyı yaşadığında, kollarında derman kalmamıştı. Tüm gücü, enerjisi, yaşama devam etme arzusu acısının içinde hapsolmuştu. Sonra devam etti, sonra hayat akıp gitti. Hayat zaten hep akışta, duran sensin, kalakalan sen. Baksana, rüzgâr, ağaçlar, böcekler, bulutlar vs. sonsuz akışın ritmiyle kol kola akıp gitmekte, esip geçmekteler… Her an, arz ile arşın unsurları yenilenerek izdivaç eylemekte, her izdivaçtan yeni tohumlar tevellüt etmekte. Senin ne farkın var ki, çınarın sırrını içinde saklayan tohumdan? Kimliğe gerek var mı veya bir soyadına veya çakı gibi dimdik bir kurumun çatısı altında himaye edilmeye? Doğada diyorum, o muhteşem sanat eserinde, yâ Hû yâ Xwûda, -ah Hollandalı tam da altını çizdiğin gibi, gülmüşlerdi sana, aforoz etmişlerdi seni di mi? – ne kavimler ne ırklar ne milletler var. Sadece sonsuz akışla hemhâl olmuş, bilinçle ya da bilinçsizce, yürüyen çokluklar var. Ya hoşnutlukla ya da perçemlerinden tutularak yürüyenler…

 Yalnız mısın, bir başına ve sahipsiz? En koyu yalnızlık seninki mi? Kimse yok mu etrafında, seni anlayan, seninle çatışan, sesine ses, bakışına bakış? Sahi, bu ümitsizlik mi? Yaşamak zaten, havf ve recâ arasında salınım değil mi?  Ya da belki ikisine de yolu göstermek. Yaşamım, mım, mım, mım… Oh my lord, hisarım ve kayam, yetimlerin olana hiçbir vakit uzatmadım elimi ben! Yaşamım işte, onu kurar ve yıkarım, tıpkı yüzüm gibi, bakışım gibi, “ne olduğum” ya da “ne olmadığım” çözülene kadar, çözer ve başka bir yerde onu yeniden kurarım.

 Yok Musa’yı beklemiyorum, hem şimdi Kızıl Deniz de çok uzakta, ama Fir’avun burada özofagusumda konuşlanmış durmakta boylu boyunca. Derwiş dedi, “Misafir olan kimse, beraberce getiremediği bir şeye kalbini bağlamaz.” Bu sebepten zâil olana diyorum: “Düş yakamdan, ben fenâya gidiyorum!”

‘İbn-i Zerâbî’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(Fotoğraflar : Kızıl Derwish…)