Archive for Haziran, 2011

Kışın Bana Yaptıkları.. – Birhan Keskin

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

KIŞIN BANA YAPTIKLARI…

 

I 

seni bir boşluğa attım

gövdemi başka gövdeler bilmeyecek artık

boşluk sesi ol..

hoşluk sesi ol..

sonra dönüp üz beni.

 

yüzüm yüzünü terk edeli kıştı.
yeni yeni kıştı. kollarım kendi
bacaklarımı sarmıştı. fotoğrafta görünmeyen
ışıklar vardı. sandalyenin ucuna oturmuştum.
gözlerim bacaklarıma dolanan kollarıma ,
sonra bacaklarıma , sonra daha uzağa , salondan
da uzağa ,
o yok yere bakıyordu.

seni bir boşluğa attım
gitmek üzereydim kalktım
boşluk sesi ol..
hoşluk sesi ol..

gözlerimdeki ay ışığı
gözlerinin körlüğü içindi.

II

hadi benim umarsızım
ben ölmek üzereyim
yorgunluğum da öyle
sabrımın son parçasını da yedim
az önce.

hadi benim suskunum
geçtiğim yılları yaktım ardımda
çocukluğumdan gelirken düştüğüm
o keskin virajdan
sürüklendiğim bu vakte dek
sıkıca tuttuğum
kırık dökük inançlarım bile
ölmek üzere.

hadi benim kırgınım
kışın bana yaptıklarından ,
yazın beni öldüren yıldızlarından sonra
yitirdiğim mevsimler değil ,
vaktim yok ,

baktığım yerleri yaktım
içime ağladığım suları da içtim
az önce.

III

seni şimdi bir yabancı gibi karşıma alıp
sanki senden bahsetmiyormuşum gibi yapıp
sanki benden bahsetmiyormuşum gibi
hatta bir aşktan bahsetmiyormuşum gibi
fırtınayı ve huzuru anlatacağım sana

yılları ve yolları , limanları ve fırtınayı
ve aşkın belki hiç adı geçmeyen kuzeyini
aşkın bu kuzeyden nasıl düşürüldüğünü ,
artık sonsuza dek yitirdiğimizi
büyünün bitişini ,

hiç gerekmeyen yıllarda huzur ,
çok gereken yıllarda da fırtına
nasıl yaşanır onu anlatacağım.

seni bir yabancı gibi karşıma alıp
bunun dayanıklı bir şey olmadığını
sürekli kılınmadığını , çünkü aşkın
yapılan bir şey olmadığını ,
başlangıçta bir melek konduğunu
sonunda bir kelebek öldüğünü ,
yani kısacık sürdüğünü , oysa hayatın
bir korkular ve alışkanlıklar bütünü
olduğunu ,
bütün bunları sana
nasıl anlatacağım ?

IV

kalbim
ölü mevsimler gibisin
bir şeyin görünmeyen iyi yanları gibi
ama bitti mevsim ,
bir başka yolcu yok sana
fark etmez gibisin.

kalbim
demir masanın küfü , örtünün yırtığı
camın kırığı , patlayan freni hayatımın
kalbim , anla , bitti mevsim
bir başka yolcu yok sana.

BİRHAN KESKİN..

‘Kim Bağışlayacak Beni..’ , BİRHAN KESKİN , METİS Yayınevi , Mart 2005 , 176 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

319…

İşe gitmek için 319’a biniyorum. İki haftadan beri elimde can çekişen “aylak adam”ı okumaya çalışıyorum, dikkatim fezada. Olmuyor! Yanıma sürekli güzel bir kız oturuyor ve ben hiçbirinin yüzüne bile bakmıyorum ama görüyorum ki bütün çirkin kızlar bana bakıyor kim bu salaş diye… 319’lar çok tehlikeli ruhumu hırpalıyor şerefsizler dışarıdan otobüs gibi gözükse de, binenlerin topu mutsuz. Ülke gibi sanki 319! İşin kötüsü ruhumdaki hasarın sahibi de o.

 Belki Kadıköy’de bir kitapçıda oturup bu otobüsün insanlarını saatlerce anlatabilirim. O yurttaşların yüzünü nedense hep otobüse binip, akbilimi bastığımda görmeye başlıyorum. Hepsi cam kenarı insanları benim gibi. Hepsinin düşündüğü şeyler var hepimiz gibi, kimse kimseyle konuşmaz, usul adap bilmezler zaman zaman bizim gibi… 319’larda elitizm yol yapmıyor yüce o lafazana ; “sanat sanat için mi toplum için mi?* otobüste kimse kimseyi iplemiyor hatta. Kafamdaki her şeyi silip işine giden adamı yerleştiriyor, ne güzel ! Panik atağımı tetikleyen mukaddeslerden biride bu otobüs. En güzel tarafı da vıcık vıcık insan doluyor oluşu. Hepimizi bok çuvalı gibi o duraklara bırakıp arkasına bile bakmadan basıp gidiyor şerefsiz. Şoför’de muavinde kendi cumhuriyetinin kurucusu , Onlar 319’un gerçek süvarileri gazetelerini açıp okurlar, kendi tespihlerini yapıp çekerler, onların kendilerine ait raconları bile vardır. “İlerleyelim , arkalar boş beyler.”

 Kendi kendime yük olduğumu sandığım ne kadar saçma zaman geçirdiysem, bu düşünce ne vakit aklıma gelse ; gözlerimi açtığımda o otobüsün içinde olduğumu , bir kitap okumaya çalıştığımı , ve bunu yanımdaki adamın baldırı bacağıma deydiği ya da kıllı kollarından biri beni engellediği için yapamadığımı fark ediyorum.

 Kul hakkı yiyorlar ya da Ah Muhsin’in dediği gibi yaşasın cumhuriyet !

 ‘Papyrus’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Neresinde uyanacağını bilmediğin bir rüya gibi geçiyor hayat..

Kavramların gittikçe silikleştiği bir düzlemde hala bir yerlere basabilme ve ayakta kalabilme direncini sınıyor zaman var gücüyle..

Ufacık bir boşluğunu kollayıp ansızın sızan bir rüzgarın gürültüsüyle başlıyor sendelemelerin oysa, korkudan kilitlenen çenen ve bağları çözülmüş dizlerinle gözlerine bakıyorsun etrafına dizilmiş sana bakan yüzlerin , bir medet..

Ah bu perdeler, aramızdaki.. Gözlerimize inmiş göstermez insanın beyazını , kirlisini.. Sakladıklarını bildirdiklerini.. Görmek istemeyenin perdeye ne gereksinmesi olabilirdi ki ayrıca.. Boş laf bende ki..

Bu alnı yazılarla dolu insanlar topluluğu arasında sildim bütün yazılarımı.. Kaderimle yanarken, suya kestim akıttım alnımdan bütün çizgileri..

Yürümek yürümekti, bakmak sadece bakmak oldu sonra görmekten ziyade. Konuşmak, gerektiği yerde ve gerektiği kadarken, gülmek anlık bir nefes almasıydı içimizin.

Gözyaşı ise bir göz temizliği. Hepsi hepsi bu olmalıydı..

Ötesinde ne bir anlam aramalıydı, ne de anlamlar eklemeliydi. Hiç bir anlamın ardına gidilemezdi kilitliydi..

…Ara sıra uyuduğunun farkına varmalı insan. Bazen bir kabusta ölesiye savrulurken bazen bulutlarla beraber yeryüzünü seyre dalmış. Bazen gökkuşağı olmuş renklere boyanmış, renkleri tükettiğinde siyahı kuşanmış, durmuş dinlenmiş, bir gürültüyle kendini yeryüzüne fırlatıp atmış damla damla… Sonra o damladan nehirlere derken denizlere ulaşmış…

…Durup dururken aslında rüyada olduğunu hissetmeli insan. Uyandığında alabildiğine gerinip, anlatacak ne çok öyküsü olduğunu,  ama aslında her şeyin bir kaç saniyeden ibaret olduğu gerçeğini düşünmeli insan..

‘Öteki’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

GÖLGELERİMİZ…

Bir devrimin izlerini taşır yüreğim…
Bir direnişin duvara karşı senaryoları üzerinedir tüm replikler…
Birkaç mum alevi yeter gölgelerimizi aydınlatmaya…
Alev topuna dönüşen kavgalar fırlatılır ardımdan, kanlı taş izleri taşır tenimdeki morluklar…
Ve diz çöküp sendeleyişlerin soluk soluğa bıraktığı anda, göz göze gelebildiysen eğer dudaklarından dökülen birkaç kelime yaşadığımız ana dair bir cümleye dönüşürse şayet tüm şehri yakabilirsin bir ara…
Aleve dokunmak gibiydi ilk an sıcak ve çok yakın olabilecekleri kestirebiliyordum…
Söndürdüğüm mumlar karanlıkta kayboluncaya kadar bekledim…
Dudak dudağaydı tüm sözcükler… Adımların tüm şehri sürükleyebilirdi ardından…
Ya göğsünün sıcaklığı saman alevi gibi, küllerinden doğuyor yine alevler…
Karanlık çoğaltıyor sessizliği…
Ürküyorum karanlığa karışmaktan ve yeniliyoruz tekrar yakılıyor mumlar…
Yeniden başlıyor direniş…
Ellerim, dudaklarım titriyor…
Öyle çok kaçmak istiyorum ki ve öyle çok kalmak o anda…
Sessizce, kan ter içinde kalmış bedenimle direnişin izleri üzerimde, teslimiyetin rengi beyaz çarşaflar gibi leke düşmemeli sahip çıktığım, savunduğum masumiyete…
Ellerinle dokunma!
Ellerin sımsıkı avucumdayken,
Dur!
Durmalısın!
Sinendeki sıcaklığı ve asla teslim olmayacağım kokunu emanet alıyorum…
Durdurmalıyım…
Ve hiç yaşa(n)mamış gibi…
Ben gidebilmeliyim…
Sense hiç hatırlamamalısın beni…

‘Hasibe’

söz sus olsun usta !

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

söz sus olsun mu usta , diyor kadın.

dedim sırları dökülmüş bir ayna..

aynada görünen öteki..

ötekiyse sen sus olacaksın.

dilinin ucundaki kelimeler tımarhanelerin kapısında şizofrenist bir tarumar olsa da sen sus olacaksın.

gözlerinden göğe ‘aylakların’ yüreğine bir yıldız gövereceksin gene sus olacaksın. ve bileceksin ki usta , sus zamanlardan darbe yemiş yürekler birbirini duyar.. birbirini görür ve anlar.

ben kendi dışında herkesin yanında olan varlık ; ne kendimi buldum ne özüme öz olanı.

ben ki sus zamanlarda buldum bir şair ve tutup kendimi şah damarına hapsettim.

ben diyorum ki usta kendimi özledim kendim olmayan yerlerde. ve diyorum ki dilimin ucundaki küfürlere tecavüz edenlere tecavüz edip susuyorum sözcüklere..

‘Mavinin Çığlığı’

(fotoğraf : blackhawk..)

TEHLİKELİ OYUNLAR – OĞUZ ATAY

YALNIZLIĞIN OYUNCAKLARI

” Nihayet insanlık da öldü. Haber aldığımıza göre , uzun zamandır amansız bir hastalıkla pençeleşen insanlık , dün hayata gözlerini yummuştur. Bazı arkadaşlarımız önce bu habere inanmak istememişler ve uzun süre , ‘ Yahu insanlık öldü mü?’ diye mırıldanmaktan kendilerini alamamışlardır. Bu nedenle gazetelerinde , ‘ insanlık öldü mü? ‘ ya da ‘insanlık ölür mü?’ biçiminde büyük başlıklar yayımlamakla yetinmişlerdir. Fakat acı haber kısa zamanda yayılmış ve gazetelere telefonlar telgraflar yağmıştır , herkes , insanlığın son durumunu öğrenmek istemiştir. Bazıları bu haberi bir kelime oyunu sanmışlarsa da , yapılan araştırmalar bu acı gerçeğin doğru olduğunu göstermiştir. Evet , insanlık artık aramızda yok. İnsanlıktan uzun süredir ümidini kesenler , ya da hayatlarında insanlığın hiç farkında olmayanlar bu haberi yadırgamamışlardır. Fakat , insanlık aleminin bu büyük kaybı , bir çok yürekte derin yaralar açmış ve onları ürkütücü bir karanlığa sürüklemiştir ; o kadar ki , bazıları artık insanlık olmadığına göre bir alemden de söz edilemeyeceğini ileri sürmeğe başlamışlardır. Bize göre , böyle geniş yorumlarda bulunmak için vakit henüz erkendir. İnsanlık artık aramızda dolaşmasa bile , hatırası gönüllerde her zaman yaşayacak ve çocuklarımız bizden , bir zamanlar insanlığın olduğunu , bizim gibi nefes alıp ıstırap çektiğini öğreneceklerdir. İnsanlığın güzel ve çekingen yüzünü bende görür gibi oluyorum. Zavallı insanlık kendini belli etmeden sokaklarda dolaşır ve insanlık için bir şeyler yapmağa çalışanları sevgiyle izlerdi. Bugün için insanlık ölmüşse de , onun ilkeleri akıllara durgunluk verecek bir canlılıkla aramızda yaşamağa devam edecektir. İnsanlıktan paylarını alamayanlar için o zaten bir ölüydü ; onun bu kadar uzun zaman yaşamasına şaşılıyordu. Yıllar önce küçük bir kasaba da dünyaya gelen insanlık , dünya savaşlarından birinde , çok rutubetli bir siperde göğsünü üşütmüş ve aylarca hasta yatmıştı. Bu olaydan sonra , hastalığın izlerini bütün ömrünce ciğerlerinde taşıyan insanlık , önce ki gece sabaha karşı nefes alamaz olmuş ve gösterilen bütün çabalara rağmen gün ağarırken doktorlar , insanlıktan ümitlerini kesmek zorunda kalmışlardır. Doğru dürüst bir tahsil görmeyen ve kendi kendini yetiştiren insanlık hiç evlenmemişti. Küçük  yaşta öksüz kalan insanlığa doğru dürüstte bir miras kalmamıştı ; bu yüzden sıkıntılarla geçen hayatı boyunca insanlık , başkalarının yardımıyla geçinmeye çalışmıştı. İnsanlığın ölümüyle ülkemiz , boşluğu doldurulması mümkün olmayan bir değerini kaybetmiştir. Gazetemiz , insanlığın yakınlarına başsağlığı ve sonsuz sabırlar diler. Not : merhumun cenazesi , önce , uzun yıllar yaşamış olduğu Hürriyet caddesinden geçirilecek ve ölümüne kadar içinde barındığı ümit apartmanı bodrum katında yapılacak kısa ve sade bir törenden sonra toprağa verilecektir.

BÜYÜK OYUN

Ülkemiz büyük bir oyun yeridir. Her sabah uyanınca , biraz isteksiz de olsak , hepimiz sahnenin bir yerinde , bizi çevreleyen büyük ve uzak dünyanın sevimli bir benzerini kurmak için toplanırız. Küçük topluluklar olarak , birbirimizden bağımsız davranarak ve birbirimizi seyrederek günlük oyunlarımıza başlarız. Ben hikmet VI , zamanında-yani hikmet I- olduğum sıralarda bu oyunu ciddiye almış ve bütün oyunları heyecanla seyretmiştim. Sonunda , kendi oyunumu , bütün bu oyunların dışında ve gerçek olarak yaşamağa karar verdim. İnsanlarımız , aynı piyesi yıllardır aynı biçimde oynamanın yorgunluğu ve gerçeğe bir türlü benzetememenin bezginliği içindeyken ben , bizlere bu güne kadar hiç yararı dokunmamış olan aklın-daha doğrusu , akıl olduğunu sandığımız akıl taklidinin-zincirlerinden kurtularak , bütün ülkeleri ve onların gerçek kişilerini içine alan büyük oyunun heyecanı içinde bulunuyorum.

Dünyada her insan , başkalarından çıkar sağlamak için , sabahtan akşama kadar asık bir suratla dolaşır. Ben kimseye yaranamayacağımı anladığım için yeni bir dümenin suyuna gitmek üzere yola çıkmış bulunuyorum. Duygusal ve akıllı ve güzel ve hiçbir şekilde karşı çıkılamayacak derinlik ve sezgilerle donatılmış kadınlar , benim gibi dikenli ve garip renkli bir çiçeği yakalarına takarak dolaşmasalar da , beni uzaktan seyrederek gelişeceklerdir. Bu garip çiçek , son dikenlerini bile dökerek çırılçıplak kalırken , onlar bu çiçeğin şimdiye kadar rastlanılmamışlığını da güzelliklerine katacaklardır.

Derinliği ve ruhsal bakımdan kaybedebileceği herhangi bir şeyi olanlar böyle garip çiçeklere benzemekten kendilerini önemle korumalıdırlar. Ben ve benim gibi , kabuslarından başka kaybedecek bir şeyi olmayan ruh proletaryası , bu dünyadaki yerini ancak büyük oyunun içinde bulabilir. Ayrıca ülkemizde , kendi oyunu içinde dünyada hiçbir ülkenin bu çeşit proletaryaya tanımadığı hakları vermiştir bizlere. İnsan ancak bu ülkenin dışında , manevi bakımdan yüksek bir yerde durursa , bizim özümüzü ve biçimimizi görebilir . Akıl ve ruh proletaryasının en büyük akılsızlığı , akıl ve ruh burjuvazisinin nimetlerine kavuşacağını umarak onlara hizmet etmesi ve bu sırada kaçınılmaz istismar kanunları yüzünden zayıf aklını ve ruhunu da parça parça onlara kaptırmasıdır.

İşte bu nedenle derim ki , oyunlarımıza onları almayalım !Ya da gerçek hayatta ezildiğimiz için oyunlarda onları rezil edelim ! Yerin dibine batıralım ! Ey ruh proletaryası ! Bu uğurda gerekirse bütün gerçekleri çiğneyiniz ! Bir oyunda bile gerçekleri dile getirmek gerektiği yalanına inanmayınız. Sizleri  uyarıyorum ! Gerçekler sizden yana değildir ! Bu oyuna gelmeyiniz ! Siz onları kendi oyununuza getiriniz. Onlarla , onların hükmünde olan akıl alanında boy ölçüşmeyiniz. Biraz da kendi sahanızda oynayın canım. Başka alan olmadığını söyleyenlere inanmayınız. Sizleri , sonunda aklınızı kaybetmek tehlikesi ile korkutanlara aldırmayınız. Kaybedecek hiç bir şeyimiz yoktur. Kendi gücümüzün nerede olduğunu görmenin zamanı gelmiştir. Geleceğin yaratıcısı bizleriz ! Size bütün samimiyetimle sesleniyorum ! ”

EN BÜYÜK HAZİNEMİZ AKLIMIZDIR

Sevgili Bilge ;

Bana bir mektup yazmış olsaydın , bende sana cevap vermiş olsaydım. Ya da son buluşmamızda büyük bir fırtına kopmuş olsaydı aramızda ve bir çok söz yarım kalmış kalsaydı , bir çok mesele çözüme bağlanmadan büyük bir öfke ve şiddet içinde ayrılmış olsaydık da yazmak , anlatmak , birbirini seven iki insan olarak konuşmak kaçınılmaz olsaydı. Sana , durup dururken yazmak zorunda kalmasaydım. Bütün meselelerden kaçtığım gibi uzaklaşmasaydım senden de. İnsanları , eski karıma yapmış olduğum gibi , büyük bir boşluk içinde bırakmasaydım. Kendimden de kaçıyorum gibi beylik bir ifadenin içine düşmeseydim. Bu mektubu çok karışık hisler içinde yazıyorum gibi basmakalıp sözlere başvurmak zorunda kalmasaydım. Ne olurdu , bazı sözleri hiç söylememiş olsaydım ; ya da bazı sözleri hiç söylememek için kesin kararlar almamış olsaydım. Sana diyebilseydim ki , durum çok ciddi bilge , aklını başına topla. Ben iyi değilim bilge , seni son gördüğüm günden beri gözüme uyku girmiyor diyebilseydim. Gerçekten de o günden beri gözüme uyku girmeseydi. Hiç olmazsa , arkamda kalan bütün köprüleri yıktım ve şimdi geri dönmek istiyorum , ya da dönüyorum cinsinden bir yenilgiye sığınabilseydim. Kendime , söyleyecek söz bırakmadım. Kuvvetimi büyütmüşüm gözümde. Aslına bakılırsa , bu sözleri kullanmayı ya da böyle bir mektup yazmayı bile , ne sen ne aşk ne de hiçbir şey olmadığı günlerde kendime yasaklamıştım. Sen , aşk ve her şeyin olduğu günlerde böyle kararlar alınamazdı. Yaşamamış birinin ölü yargılarıydı bu kararlar. Şimdi her satırı ,bu satırı da neden yazdım ? diyerek öfkeyle bir öncekine ekliyorum. Aziz varlığımı son dakikasına kadar aynı görünüşle ayakta tutmak gibi bir görevim olduğunu hissediyorum. Çünkü başka türlü bir davranışım , benimle küçük de olsa bir ilişki kurmuş , benimle az da olsa ilgilenmiş insanlarca yadırganacaktır. Oysa , sevgili bilge , aziz varlığımı artık ara sıra kaybettiğim oluyor. Fakat yaralı aklım , henüz gidecek bir ülke bulamadığı için bana dönüyor şimdilik. Biliyorum ki , bu akıl beni bütünüyle terkedinceye kadar gidipgelenazizvarlık masalına kimse inanmayacaktır. Bazı insanlar bazı şeyleri hayatlarıyla değil ölümleri ile ortaya koymak durumundadır. Bu bir çeşit alın yazısıdır. Bu alın yazısı da başkaları tarafından okunamazsa hem ölünür ve hem de dünya bu ölümün anlamını bilmez ; bu da bir alın yazısıdır ve en acıklı olanıdır. Bir alınyazısı da , ölümün anlamını bilerek , ona bu anlamı vermesini beceremeden ölmektir , bazı müelliflere göre bu durum daha da acıklıdır.

Ben ölmek istemiyorum. Yaşamak ve herkesin burnundan getirmek istiyorum. Bu nedenle , Sevgili bilge , mutlak bir yalnızlığa mahkum edildim. (İnsanların kendilerini korumak için sonsuz düzenleri var. durup dururken insanlara saldırdım ve onların korunma içgüdülerini geliştirdim.) Hiçkimseyi görmüyorum. Albay da artık benden çekiniyor. Ona bağırıyorum. (bütün bunları yazarken hissediyorum ki , bu satırları okuyunca bana biraz acıyacaksın. fakat bunlar yazı , sevgili bilge ; kötülüğüm kelimelerim arasında kayboluyor.)

Kendimi iyi hissetmiyorum bilge. Beni bir daha görmek isteyeceğini sanmıyorum. Kendimi suçlu hissediyorum. Doğduğum günden başlayan bir suç dizisi içindeyim. Seni görmek istemiyorum , seni görmek istemiyorum. Aynı olayları bir daha yaşayacak gücüm kalmadı. Beni unut-belki de unuttun-beni unut. Başıma gelecekleri  düşünme. Ne yaptığımı , nasıl yaşadığımı merak etme. Sana anlatması zor. Sevmesini bilmeyenler , kaderlerine razı olmalıdırlar. Oluyorum. Eyvallah. İyi değilim , fakat üzüntülü de değilim bak gülüyorum ; haha..

artık senin için bir yabancı olan H.H.H. (Ha-Ha Hikmet)

‘TEHLİKELİ OYUNLAR’ , OĞUZ ATAY , İLETİŞİM Yayınları , Ocak 1984 , 479 Sayfa…

NOT : ‘tehlikeli oyunlar’ hala ve de özellikle günümüzde bir başucu kitabı , bir pusula olmaya devam ediyor , yukarı da ki kısımlar , bence kitabın en önemli , üç bölümünden alınmış paragraflardır , bu paragrafları balkonda arkadaşım ‘aytaç’la notlaştırırken ısrarla duruma vakıf olmaya çalışan bir sinek kendi isteğiyle ve zannediyorum duyduğu cümlelerden aldığı etkiyle kendisini kitabın ağır kapağı altında intihar etmiştir , ruhuna özgürlük diliyorum sineğin.ha ha ha.

‘DELİRMEK’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Belki de Hayal Gerçek. Hayatım Mecaz..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Eren Kazım Akay, 2000 Yılında Kalan Müzikten çıkardığı bir albüm, Turkuaz Patlıcan. Biraz geç de olsa bir kaç yıl evvelinde işitme fırsatını yakalayıp aylarca hiç bıkmadan dinleyebildiğim parçalara ve sağlam sözlere sahip.  Durup  dururken aklıma geldiğinde de  hala birileri  varsa  duymamış bilmemiş  haberdar   etmek  istedim.   Belli  bir  müzik kategorisine  sığdıramadığım  caz,  rock,  sound,  popa dahi  uzanan çok   kaliteli bir iş  olması  neticesinde  şarkı sözleri  üzerine   uzun düşüncelere sebebiyet verdiği kesin. Albümün kalitesini daha iyi ifade edebilmek için ortak olan isimlerden de sözetmeliyiz sanırım. Serdar Ateşer , Tanju Eren , Sunay Özgür, Turgut Alp Bekoğlu, Sumru Ağıryürüyen, bu isimlerden bazıları..

Edinme şansı bulursanız keyifle dinleyiniz..

Hoşçakalın..

‘Öteki’

Gaip Yol

 Hele beni bırak da geçem
küpü doldurdum verenlerden
haram da ziyan da demem
ben yanarım derdimden
ah yanarım derdimden

 yanarım yanarım bana nasip oldu
bu ne gaip yoldu
bi kaybettim bi buldum
sallandı durdu
ah sallandı durdu

Biz Ah Biz

Biz hep biz biz hep biz ah biz.                             
gidisine göreydik.
hesapsiz kitapsiz yegledik.
varamadik. nideydik?
heceler hecelere gelip
birlesik kelimeler ederdik.
cümleye uymazdik ah!
çekimseldi dizeler.
denli densiz zuhur ederdik.
biz hep biz biz hep biz ah biz.
gidisine göreydik.

1- Hop Hop Hop
2- Amirim
Amirim
3- Gaip yol
4- Mayhoş
5- Mecaz
6- Kalender
7- Turkuaz Patlıcan
8- Biz Ah Biz
9- Keloğlan
10-Başım Boş

Pop, Rock, Caz “Fusion” , Kalan Müzik , 2000

Kalender

 akışkan olan
her şeyim katılaştı
dün düşümde.
gözlerimi açamadan
ağladım. anladım ki
alınyazımı bozduramadım
kaçındığım her şey vaki.
oda oda. göz göz.
içim toz. gezinirim hırpani.
söz fazla lüzum yok.
yalandım safi. bi de baktım.
sağ da solumdu.
sağım solumdu.
alınyazımı gördüm.
kalender oldum

Mecaz

 gören de görü
çok görmek istemez.
hayat sarih nedendir.
sorar. cevap almaz.
hepimiz gidendir.
gelen bulunmaz.
ne versen az artık.
verme. istemez.
bu söz bana özeldir.
her kulak işitmez.
sesim az kırıktır.
bilhassa duyulmaz.

belki de hayal gerçek.
hayatım mecaz.
belki de hayal gerçek.
hayatım mecaz.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

MERDANE

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yüzlerdeki mutlu tebessümlerle salonda oturan ve ‘kevok’ ile ‘sarı’nın gelmesini bekleyen topluluğun içinde 4 aylakın bilgisi dahilinde o muzip an’a kadar poşetinde kalması gerektiğini bilerek sabırla bekledi ve gururla , çünkü bir aylak onun üzerine ‘aylak adam – mutluluklar’ yazmıştı , teslim edileceği eller bir kürt kızının elleriydi , o eller elbette onunla börekler yapacaktı , işte böyle başladı yolculuğu..

Salondan çıkılıp polonezköyden önce mekana demlenmeye gidilirken de bir hamur işçisinin sabrıyla bekledi , arada bir poşetin dışındaki dünyada kendisinden bahsedildiğini duyuyor olmalıydı..

Polonezköye giden araçta en arka koltuğun altında ahalinin muhabbetlerini dinleyip iç geçiriyordu muhtemelen , işte bu muhabbetleri edenlere onunla börek yapılacaktı belki tüm bu telaşelerden sonra..

Yolun güzelliği kendini göstermeden hemen evvel başlamıştı mırıldanmalar ‘uzakmış’ , ‘hangi yol daha uygun’.. ama herkes biliyordu önemsizdi mesafe , çünkü gidilen yer kutsal bir görevle kendini ifade emekteydi.. ‘kevok’la ‘sarı’ evleniyorlardı , bu iyiydi.. birde çok içilecekti , bu da iyiydi..

ve nihayet gidilecek noktaya varıldı , ne muhteşemdi , ağaçlar arasında şirincecik bir ufak mekan ve her masada dost yüzler , dost gülücükler , havada görkemli bir taze anason kokusu.. hemen organize olundu , uzun bir masa gerekiyordu , ümit durumu organize ediverdi , masalar geldi ve takrib-i 20-25 aylak çöreklendik sandalyelerimize , herkes biliyordu çok eğlenceli olacaktı.. içimizden bir kaçının bazı endişeleri vardı , papyrus ‘ umarım çok içip de zeybek oynamam’ kara kara düşüncesiyle masaya ve etrafa bakıyordu , o bakışa ‘tabii ki çok içip zeybek oynayacaksın’ bakışıyla cevap verdim.. bendeki endişe ise’ umarım birinci 70likten sonra o bed sesimle şarkı-türkü söylemem’ endişesiydi.. elbette sarının benimle ilgili planını bilmiyordum , çünkü üç tane türkü söyledim , hem de tüm o kalabalığa , olacak şey değildi , sesim çok kötüydü , bitmedi , bir de roman oynadık..

tüm bunlar olurken ve yaşanacakken , merdane tüm sabrıyla sandalyenin arkasında ortaya çıkacağı anı bekliyordu.. ritüel gerçekleşmeye başlamıştı , ‘kevok’ ve ‘sarı’ masaları dolaşmak için masalarından kalktılar , elbette bizden önce aile masasına uğradılar , o esnada son kontroller yapıldı , yazı silinmişti , ‘papyrus’ garsondan hemen bir asetatlı kalem tedarik ediverdi , yazılama tazelendi.. gelmişlerdi.. rakının o güzelim buğusuyla ayağa kalkıp tebrikler eşliğinde ‘kevok’a uzattık poşeti , ‘sarı’ mutlu , poşetten bir toplu hediye çıkacak , ‘kevok’ heyecanla paketi açmaya çalışıyor ve masadaki aylaklar muzip bir halde bekliyorlar.. ve işte o an merdane gururla ‘kevok’a gülümserken ve ‘sarı’ya doğru sallanırken , sarı masadaki aylaklara ”ulan bunu da mı yaptınız allahsızlar , ben sizin…” dercesine kahkahayı patlattı , çok güldük , çok eğlendik.. merdane de mutluydu , o birbirine çok yakışan mutlu çiftin evinde onlarla yaşayacaktı , herkes mutluydu ve her yer rakı şişesiydi..

‘kevok’ ve ‘sarı’ya buradan tekrar mutluluklar diliyorum..

ve ben tüm bunları yazarken fonda ‘nagat el saghira’ çalıyor , ‘crocktt’e selam olsun deyip kendimi arabi – farsi müzikleriyle kendi karanlığıma çekiyorum..

‘DELİRMEK’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Crockett ve Ağrısına

soyunup inançlarımızdan , 
birbirini çizen iki cerrah gibi 
gözlerimizin içine dalıp , 
en dibe ulaşmaya çalışan , 
hayattan pas’lanmış birer neşterdik. 

sıkı sevişip sabaha varan , 
yanlış yapmaktan korkan çıraklar gibi 
elimizi neremize koyacağımızı bilemeden , 
ustasından azarlı üzgün 
bir kerpeten ağzı ! 

‘Papyrus’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(Fotoğraf : Blackhawk)

Konuşuyorduk.

O gece bir evin bize ayrılan kısmında oturup , bizden önce bize , burası salon burada oturacaksın , televizyonunu şu köşeye koyacaksın , buraya iki vazo bir tane kanepe atarsan iyi görünür diye yapılan mimari bir dayatmanın içinde oturup konuştuk. Gidenlerden konuştuk , yeni doğacaklardan , sabahı çağırmaktı sohbetimizin amacı çünkü o an , güneş bizim oturduğumuz evin çok uzağındaydı. Karanlıktı , ve sessiz… Korktuğumuz için yazıyorduk , yazdığımız için konuşuyorduk , kalemlerimiz bir cümleye takılıyor ve oradan çıkamıyorduk. İsmail BEŞİKÇİ hapiste. Onun da kalemi belli ki bir yerlere takılmıştı ve şimdi kendisi hapse tıkıldı. Takılmamız birazda bundandı. Eğilimimiz vardı , hapse özlem duyduğumuz aptal zamanlar geçirmiştik , ölüm de var bu işin içinde dediğimiz anlar olmuştu – benim vardır birkaç kez direkten dönmüşlüğüm – . Bildiğimiz şeyler vardı. Görüp de söyleyemediğimiz , kör bir insanlığa sesleniyorduk , en göreni , miyoptu ve uzak görüşü yoktu gözlüğünün , – en hit olan yerimiz abide-i hürriyetin köprü altlarıydı , çünkü orada çok yankı yapardı kahrolsun diye bağırırken – akustik bir narayla seslerimizi kısıyorduk.

Sonra aşktan bahsettik , aşkın renginin kırmızı olmasından. Şarabımızın kırmızı olması kana karışmasını kolaylaştırır mıydı ? Yoksa kırmızı şarabı sevmemizin nedeni ideolojik miydi ? Aşka aşıktık. En sevdiğimiz kadın tipiydi , Gorki’nin romanlarındaki kadınlar , ve Nazım’ın Tanya’sı ne kadar cesur bir unutkandı. İsmini unutuyordu , Alman askerlerine söylememek için adını , cesurdu asılmaya giderken köy halkına sesleniyordu boğazındaki ip izin verdiği ölçüde…

Çocuklarımıza Tanya’nın ismini veriyorduk , asılacağını bile bile , dedim ya konuşuyorduk. Kelemimizden başka bir şeyimiz yoktu , dünyayı değiştirmemiz için , parasız pulsuz yazıyorduk. Yazdıklarımızda hep bir akşam üstü vardı , hep yarım kalan hayatlar , acılar , çünkü sevinemiyorduk Tanya asılırken , köy halkı oluyorduk , uzaktan izliyorduk ve çocuğumuz köy halkı olmasın diye ona haksızlık edip , adını Tanya , Deniz , Erdal , Ulaş koyuyorduk. Kaypaklık yapıyorduk , dönüyorduk çok hızla ve dünyanın doğası gereği dönmekti. Döndük bizde , dünya el verdiği ölçüde…

Andık sonra sürekli andıklarımızı , onlardı bize en karanlık zamanlarda bile , bize bir ışık olduğunu söyleyen , ve taşımamız için tabutlarını emanet edenler , yüktü ağır bir yük… Kahraman taşımak , her yoldaşa nasip olmaz diye sıkı sıkı tutuyorduk , düşüp kırılacaklarını düşünüyorduk. Kendi gazetemize sinirli , hüzünlü pozlar veriyorduk , meyilliydik kahraman olmaya…

Sabah olsun diye zamansız konuşuyorduk , şarabımıza katıyorduk gidenleri ve gelecekleri , iş olsun diye yazmıyorduk , işsizliktendi yazmamız , yazdıklarımız para eder bir gün diyip yazıyorduk , ev kirası vardı verilecek ev sahibi de çekilmez bir bunaktı , bir dahaki şarap parasını çıkarıp , evlilik yıl dönümüzü şarapla kutlayalım istiyorduk , istiyorduk ki sabah olsun , şöyle martılar çağırsın sabahı , güneş doğudan yükselsin ve sabaha genç bir günaydın çakalım istiyorduk , cebimizdeki silahı bırakalım gece karanlığında kaleme sarılalım diyorduk. Ve yazıyorduk kan gibi aşk gibi şarap gibi… Sabahı çağırmak istiyorduk ama o hiç gelmedi. (16 Aralık 2007)

‘Papyrus’