‘nagat al saghira’yla kendimi ararken..

‘yıllar öncesinden koşarak gelip durduğum o son engeli de aşıp kendimi boşluğa bıraktığımda havada ‘onlar’ tuttular.. havada görünmez iplerle tutturulmuş gibiyim boşluğa.. görünmez ellerin tuttuğu görünmez ipler..

işte bugün yine kurtulmak istiyorum iplerden ve yol alıyorum boşlukta..

sesler uzaklaşıyor..

renkler soluklaşıyor..

kulağımda 1950’lerden bir ses ‘nagat al saghira’.. beni boşlukta sıkıca tutanlardan..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

kulağımdaki ses boğazıma çöküyor..

sıkıyor sıkıyor..

her şey uzaklaşıyor , ses daha da çoğalıyor..

tüm ruhumu , benliğimi işgal ediyor yumuşacık adımlarla yavaş yavaş..

birden nagat’ın yüzü beliriyor karşımda..

yumuşacık kadife gibi sesiyle dokunuyor kalbimin en acıyan yerlerine..

teker teker dokunuyor..

kalbimin en acıyan yerlerine dokundukça nagat , yaşamak ne kadar ağır bir ceza diye haykırıyorum.. ama haykırışım içimde yankılanıyor.. ‘kimse duyamaz benden başka seni’ diyor..

‘neresi en çok acıyor’ diye soruyor nagat..

kalbime bakıyorum..

ağlıyorum..

eliyle gözyaşlarımı silmeye çalışıyor..

ama durduramıyor..

kim seni bu kadar yaraladı diyor ve kalbime dokunuyor..

ah nagat el saghira..

sen biliyorsun..

biliyorsun ki hala ısrarla aynı yaranın üzerine şarkını bastırıyorsun durmaksızın..

acıyor..

bastırdıkça daha da acıyor..

nereye gidiyorum diyorum kendi kendime..

beyaz..

sadece beyaz..

anna kavan’ın yanından geçiyorum..

ya da geçtiğimi sanıyorum..

elimi yakalamak için uzatıyorum tutamıyorum..

sanki ‘gitme , buz geliyor oradan’ diyor..

nagat ‘devam et’ diyor bana..

ve kendisi de devam ediyor şarkısına..

beyaz gözlerimi kör ediyor sanki..

sadece nagat..

sadece nagat’ın sesi..

sadece nagat’ın kalbime yumuşak dokunuşları..

kaç kişi dinledi seni nagat al saghira bu yeryüzünde..

kaç kişi seni bildi..

bilemeyenlerin dinleyemeyenlerin suçu neydi..

dinleyenlerin ayrıcalığı neydi..

seni dinlemek ‘onu’ dinlemek kadar güzeldi..

seni senin dilinde anlayabilmek de ne büyük şanstı benim adıma..

beraber yol alıyoruz sessizliğin içinde , sadece senin sesinle..

beyazlığın sonunda bir yeşillik görünüyor ufukta..

yorulmuyoruz hiç..

etraf yavaş yavaş yeşilleniyor..

cennet burası mı yoksa diye kendi kendime soruyorum ama bir yerlerden de tanıdık geliyor..

musa..

musa dağı..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

burası musa dağı..

diyecek oluyorum parmaklarını dudaklarıma götürüyorsun..

susuyorum..

ama ikimizde çok iyi biliyoruz ki burası musa dağı.. nur dağlarının sonuna doğru yeşillikler içinde bir dağ..

birden serdar karşımda beliriyor arkasından ipek..

bize doğru koşuyorlar..

kalbimdeki tüm yaralardan daha güçlü bir acı duyuyorum..

tüm yaralarım , doğduğumdan beri açılan tüm yaralarımı hep onarmaya çalıştığın halde kabuk bağlayanlarla birlikte hepsi birden kanamaya başlıyor..

serdarın gülüşüne sarılıyorum..

tutamıyorum..

ipeğin saçlarından yakalamak istiyorum elim kayıyor senle birlikte düşüyoruz bir çamın dibine nagat..

ayağa kalkmak istedikçe kanıyor kalbim..

sense kanayan tüm yaralarıma yetişmek istercesine yorulmadan söylemeye devam ediyorsun şarkını..

haykırıyorum ipek’le serdar’a.. ya da haykırdığımı sanıyorum..

çamların arasında kayboluyorlar..

onlar kaybolunca ‘yol bizim , üzülme buluruz onları tekrar’ diyerek elini uzatıp beni kaldırıyorsun..

sırtımı bir ağaca yaslayıp önümde uzayıp giden vadiye bakıyorum..

‘biz onları hiçbir zaman bulamayız , yakalamayız’ diyorum nagat’a..

acı acı gülümsüyor..

hatırla diyor ‘moda’da ipek’le denize bakarak konuştuğunuz günleri..’

senden ne kadar ufaktı ve ne kadar öfkeliydi değil mi..

o küçücük yüreğinde ne kadar büyük bir yürek taşıyormuş değil mi..

şaşıyorsun..

değil mi..

ipek..

yokluğu ne kadar büyük ve acımasız değil mi..

neden dayanamıyorsun onun yokluğuna..

ya serdar..

ne çok gülümserdiniz beraber dayak yerken çetin hocadan..

dayak yedikçe gülümserdiniz..

gülümsedikçe dayak yerdiniz..

ne çok yürürdünüz konuşmadan sadece gülümseyerek değil mi..

gülmeyi , gülümsemeyi ondan öğrendiğini neden itiraf etmiyorsun kendine..

gülmeyi ve gülümsemeyi bilenler kimler..

sahte gülüşlerde sen kendini kaybederken onlar senden çok uzaktaydılar artık..

ve sen onlara şimdi yetişmek istiyorsun..

neden..’

‘neden’ kelimesi kulaklarımda şarkıyla birlikte yankılanıyor..

nagat’ın elini çekip fırlatıyorum kalbimden..

nagat’ın eliyle birlikte kalbim de fırlıyor vadiye doğru..

kalbimi tutan hiçbir şeyim yokmuş..

benim içimde bir ur gibi büyüyüp durmuş..

göğüs kafesinde boşlukta asılı duruyormuş tıpkı benim hayatta boşlukta duruşum gibi.. beni tutan görünmez ipler varken kalbimi tutan görünür ya da görünmez hiçbir ip yokmuş..

donup kalıyorum..

kalbim yuvarlanıyor vadiye doğru..

uzaklaşıyor..

çamların dikenlerine sivri uçlu taşlara çarpa çarpa acıyor belki de..

koşmuyorum kalbimin peşinden..

ayaklarımı uzatıyorum vadinin kenarındaki uçurumdan boşluğa..

zaten hep boşlukta değil miydim..

nagat susuyor birden..

müzik kesiliyor..

ses yavaş yavaş kayboluyor..

nefesim kesiliyor yavaş yavaş..

nagat gitme diyemiyorum bağıramıyorum..

meğer o şarkı..

meğer nagat’ın sesiymiş ayakta tutan beni..

arkasına dönüyor uzaklardan , ‘kalbinin peşinden koşmayan serdarla ipeği gerçekten aramıyor demektir’ diyor yumuşacık sesiyle nagat..

sıçrıyorum yerimden..

sadece bir hamle gerekiyor yetişebilmek için kalbimin arkasından..

kendimi boşluğa bırakıyorum..

ve müzik ve şarkı başlıyor..

nagat tekrar söylüyor..

kalbimi vadinin dibinde bir su kenarında buluyorum..

ve yanında nagat..

nagat’ın yanında bağdaş kurup oturmuş ipekle serdarı görüyorum..

ipek yine kitap okuyor..

serdar’sa nakış işler gibi gülümsüyor bana doğru..

oturuyorum yanlarına..

herkes susuyor..

sonra aboş geliyor..

abooşşşşşşşşşşşşşşşş sen de mi buradasın..

gülümseyip küfür ediyor..

nagat söylemeye devam ediyor..

susuyoruz.. onlara bakıyorum..

sarılmak geçiyor içimden.. ipeğin saçlarına dokunmak , yakalamak ve hiç gitmesin diye bileğime dolamak istiyorum o uzun saçlarından.. tutamıyorum yakalayamıyorum..

serdarın dudağının kenarına uzanmak istiyorum.. uzanıyorum.. gülümsüyor.. düşüyorum..

aboşumun elinden tutmaya çalışıyorum küfrederek beni itiyor tıpkı ortaokuldaki gibi.. hala inatçı..

nagata dönüyorum..

gülümsüyor..

vadinin dibinden yukarıya doğru bakıyorum..

elini uzatıyor nagat..

tutuyorum elinden ve beni çekiyor yukarıya doğru.. hayır diyorum geriye dönüp 20 yıl öncesinde kalan yüzlere bakıyorum..

el sallıyorlar ve arkalarını dönüp vadinin karanlık yerlerine doğru sessizce yürüyüp kayboluyorlar..

gözlerimden yaşlar akarken kalbim kanamaya başlıyor tekrar..

musa dağı’nın tepesindeki yola vardığımızda ellerimi kurtarıp göğüs boşluğumda duran kalbimi tutup vadiye doğru fırlatıyorum..

nagat dönüyor..

bu kez o ağlamaya başlıyor..

şarkıyı söyleyen sesine gözyaşları damlıyor..

onun ağlamasına dayanamıyorum.. kanıyorum.. onu teselli etmeye çalışıyorum , ‘bu kadar anlamsızca yaşanan bir hayatta ne ihtiyacım var bu kalbe’ diyorum..

nagat kayboluyor..

peşinden koşmaya çalışıyorum..

tökezleyip düşüyorum..

düşmemle beraber bir çamın dibinde uyanıyorum..

gözlerimi açıyorum..

adnan abi karşımda yeşil gözleriyle gülümsüyor..

kıyamadım uyandırmaya seni diyor..

kaç saattir uyuduğumu öğrenmek istiyorum..

‘sar hams saa’ diyor gülüyor..

her zaman ki gibi mi diyor evet diyorum..

koşuyor ‘pilot’un yeri’ yazan tabelanın altında kayboluyor..

çam kokusunu içime çekiyorum..

göğsümü yokluyorum..

atan bir şeyler  var..

ve evet kalbim orada..

yine mahkumum kalbime..

gülümsüyorum..

acı çekmeye var mısın diyorum kendime..

arkadan bir ses bence varsın diyor..

dönüp bakıyorum nagat..

gülümsüyor..

ve sana kurban olayım adnan abi..

dünyanın en güzel hummusunu ve buğannüçünü yapan sen o güzel yeşil gözlerinle nasıl da anlıyorsun bu zavallının ilacını : çam ağaçlarına iliştirilmiş hoparlörlerden nagat’ın sesi musa dağından aşağılara doğru yayılıyor..

ve vadinin dibinden nadir başkan’ın sesi çınlıyor : ‘ehlennnnnnnnnnnnnnnnnnn..’

koşarak bana doğru geliyor..

‘bensiz buralara gelip oturmak ha.. haberim olmayacağını mı sanıyordun’ diyor..

özür dileyerek onun gülümseyişinde çaktırmadan serdarı arıyorum..

görür gibi oluyorum..

sarılıyorum nadir’e.. buram buram defne kokuyor.. kokluyorum gar sabunundan gelen defneyi.. içime çekiyorum nadiri..

hala var diyorum karşılıksız sevenler..

hala var umudu yeşertenler..

hala var güzeli arayanlar..

hala var iyiliğe koşanlar..

hala var inadına gülümseyip korkusuzca ağlayanlar..

çam ağacının altındaki her zamanki masamıza çöküyoruz..

yapmacıksız bir insan tüm doğallığıyla karşınızda..

nadir..

ismi gibi nadir..

eskilerden konuşmaya başlıyoruz..

adnan abi yeşil gözlerindeki gülümseyişle geliyor uzaktan..

nadir ona bir küfür savuruyor..

nadir’e ‘ayb ule’ diyorum..

adnan abi gülerek dalga geçiyor benimle tepsiyi masaya koyarken : ‘vay ne zaman öğrendin konuşmayı’ diyor..

hüzünlenerek gülümsemeye çalışıyorum..

kolundan tutup oturtmaya çalışıyorum masaya..

‘habibi buğannüç için patlıcan biber domates attım ateşe yanmasınlar.. yapayım geleyim’ diyor..

hiçbir zaman dolaptan çıkarıp bir şey vermedi bana adnan abim..

1300 kilometreyi sırf onun bu cennetinde oturmak için geldiğimi bilmiyor..

kalkıp ocağa gidiyor..

nadir’le kadehleri dolduruyoruz..

‘neye içelim’ diyor..

‘serdarın gülümseyişine , ipeğin kocaman yüreğine , aboşun çelik bileğine , adnan abinin yeşil gözlerine , acılarıma , acılarına , musa dağına , yaylıcaya , batıayaza , samandağa antakyaya , st simona , kel dağına , denizlere , gökyüzüne , ‘ikizim’e , nagat el saghira’ya ve ve ve güneş’e içelim diyorum..

kadehler havada çarpıp gidiyor dudaklara doğru..

ilk kadehler inmez bitmende masaya..

boş olarak inerken kadehler adnan abi küfrederek geliyor ‘ya şabep , eri……………….’ kahkahaya boğuluyoruz.. onsuz başlayışımıza içleniyor.. susuz bir duble doldurup ‘neye içtiniz hainler’ diyor.. nadir tüm saydıklarımı eksiksiz tekrarlıyor ve ‘halas’ diyince ‘ala ruhek’ diyerek adnan abi çekiyor susuz rakıyı.. dudaklarından damlarken rakının damlaları midesinde beyazlatıyor rakıyı kavrulan boğazından çıkan hoh sesiyle..

gülüyoruz yine..

ve işte alkolün ilk güzelliği..

sessizce müziğe bırakıyoruz kendimizi..

nagat al saghira’nın sesi sarıyor tüm dünyayı..

sadece o..

nagat al saghira..

Crockett..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘ben denize aşığım senin gibi sevgilim,

sevgi dolu ve bazen senin gibi deli dolu göçmen,

misafir bazen,

senin gibi gizemli bazen,

senin gibi üzgün

ve bazen sepsessiz denize aşığım

ben semaya aşığım senin gibi,

bağışlayıcı yıldızlarla ve mutlulukla örülmüş

bir sevgili, bir yabancı

çünkü senin gibi çok uzak

ve bazen senin gibi çok yakın..

şarkı dolu gözlerle semaya aşığım

ben yola aşığım çünkü üstünde tanıştık

mutluluğumuz ve sefaletimiz

dostlarımız ve gençliğimiz

gözyaşlarımızın güldüğü yerde

ve mumlarımızın ağladığı yerde

dostumuzu kaybettiğimiz yola aşığım

ben denize aşığım

ve ben semaya aşığım

ve ben yola aşığım

çünkü bunlar hayat

ve sen sevgilim,

sen hayattaki her şeysin..’

 

Comments are closed.