‘of çekme ,
sözcüklere sığmayan fırtınalar dinsin diye içinde
of dedikçe başını taştan taşa çalan gençliğimi kanatıyorsun sesinde
bırak çektiğin oflar yerine ,
ölümsüzleştirdiğin fesleğenler konuşsun
güneşe selam selam büyüttüğün , leylak gülüşlü umutlar konuşsun
of değil artık ne olur
çocuk , çiçek , müzik , bir de aşk bir de dostluk ve kavga olsun sözlerin….’
‘Adnan Yücel’
‘sekiz saat emeğin en kıymetli zamanıdır yemek saati…
ağustos ayındaki gölge esinti nasılsa aynı öyledir tadı…
yenen yemekten ziyade , hergün biraz daha gözlerinin ferinin solduğuna tanık olduğum , insan kardeşlerimle sohbettir karnımı doyuran…
bazen ilgisiz eşlerinden konuşurlar , bazen çılgın çocuklarından bahsederler.
bazen bir gün önce akşamlarına misafir olan tv dizisinden bahsederler , az çok kendi hayatlarının izlerini sürdükleri o dizilerde , dizi sonundaki yorumlarla alırlar kendi hayatlarına olan hınçlarını…
mevzu ne olursa olsun illaki güzel bir manevrayla değişir ve bir türlü bir araya getirilemeyen yakada son bulur…
bazen nostalji yapılır , bizim zamanımızda diye başlanır söze , küçüklük hayallerinden bahsedilir , solmuş gözlerdeki fer, birden kımıldar… şahsi mitolojiden bir sayfa daha dile gelir ve soluk almadan , 30 dakikaya bir anı daha sığdırılmaya çalışılır…
– şimdi ki çocuklar çok şanslı be kardeşim , ben sadece bir ‘e.. cin için en az 4 gün beklerdim , babası bakkal olan bir arkadaşımla sırf arada dükkanlarına girip o kadar şeker ve çikolatanın içinde nefes alabilmek için iyi geçinirdim , oysa içten içe nasıl kıskanırdım… tek hayalim doğum günü hediyesi bir koli ‘e.. cin’di o zamanlar…
– sahi ben seni hep cin yerken görürdüm , hatta yaşına da bu zevkini hiç yakıştıramazdım demek bundan sebepmiş…
– ben de ilkokul öğretmenlerinin çocuklarından nefret ederdim usta ya… nasılda kasılırlardı sınıfta , en önde oturur… sınıfın en zengin , en yakışıklı , en eninden bile daha gözde olurlardı… hep hayalim öğretmen çocuğu olmaktı o zamanlar…
– ben de şirinleri arardım dostum , gülme abi ya , gidilen her piknikte bakmadığım kuytu köşe kalmazdı… hep bu hayalimden kırk yılda bir yakılan mangaldan uzak düşer , çoğu zaman zeytin ekmekle doyururdum karnımı…
– ne yapacaktın ki şirinleri ?
– evlendirip aile kuracaktım onlardan… hem arkadaşım yoktu ki benim , onlar arkadaşım olurdu , bide sınavlarda saklanır bana yardım ederler diye düşünmüştüm…
bazense çok artistlik yapıp iktidardan söz açılır , atılır tutulur…
– yaw kardeşim ne bu ya , hayretler içindeyim , ne olcak bizim bu ülkenin hali , insan hiç celladına aşık olur mu yaw? denilir , denilir ama yine sessiz sedasız iktidarın 3. sezonu izlenmeye ve yaşanmaya başlanır…
bense platon’nun bir aforizmasını hatırlatırım…
– siyasete katılmayı reddetmenin cezalarından biri , sizden geri insanların yönetimi altında yaşamaktır… derim , derim ama havada asılı kalır , çok doğru demiş der yine eğilmeye , diz çökmeye biata devam edilir…
bir arap ata sözü vardır ‘sarhoşun günahının bedelini hep ayık öder’ diye ,
sahi daha ne kadar ödenecek bu bedel…?
daha ilkokuldayken , emsallerim cin ali serisi okurken ben hasan hüseyin’in ‘bıyıklar konuşuyor’ kitabını okumuş ve özetini çıkarmış bir bünye olarak bilir inanır ve yaşarım ki bu için için kendimizi yiyen ülke halimizin sebebi ,
ilk ikili ilişkilerde ete kemiğe bürünen faşizm… sonrasında ise tüm insanlığa yayılan…
eğer üzerimize yapışan bu kötülükten kurtulursak , kimse bizim korku ve umutlarımızı sömürerek bizi yönetemez…
ve oy kullanmak isteyen bir engelli sürüm sürüm süründürülmez… ya da sırf göremediği için oy kullanma hakkını gözlerindeki karanlığa bırakmaz…
demokrasi ; bazen pozitif ayrıcalığı olan azınlıkların , bazense çoğunluğun faşizmi olmaz…
ve mutluluk rüyamız gerçek olur…
gülüşünüzle kalın…
‘BULUT’
‘- mutluluk rüyanız nedir ?
– iyilik etmenin gerekli olmadığı bir toplum…’
‘Brecht’