İnsan, varlığını sürdürebilmek için önce şeylere değer biçti -şeylerin anlamını o yarattı, insanca bir anlam yarattı. Bu yüzden ‘insan’ diyor kendine; değer biçen demektir bu. -Friedrich Nietzsche
kendisi ile ilgili bir hikayeyi anlatmaya başlarken, tarihleri saatleri tam olarak veren insanlara her zaman hayranlık duymuşumdur.. kitaptan okur gibi yaşadıklarını an be an anlatan arkadaşlarım vardı.. benim için ise 3 cümleyle özetlenebilecek birşeydi herşey.. daha fazlasına içim razı olmazdı anlatmaya.. nedense hep kendime saklardım.. ama insanın öyle herşeyi de anlatılmaz ki canım.. örneğin aşkı anlatmaya kalkışsam.. bana göre ; aşk akan bir nehir gibidir her baktığında gördüğün başka bir su’dur.. oysa biz hep aynı suya baktığımızı sanırız.. aşk akan bir nehirde, hep aynı suya bakamamaktır.. nehrin suyu hep akar ve değişir.. her gün yenilenen birşeydir.. o yüzden de hep aynı değildir.. bir an severken, bir an nefret ederken, bir an özlerken, bir an kaçarken, bir an onsuz yaşayamamaktır.. o yüzden de anlatamamaktır..
ama bugün bir enteresan bir gün’dü… geçmişten bir sürü anı karşıma çıktı.. filmleriyle birlikte..
1990’lı yıllardı .. köprü üstü aşıkları filmi.. Yönetmen ve senaryo Leox Carax .. Fransız Devrimi’nin 200. yıl kutlamaları için restore edilmeye başlanan Paris’in en eski köprüsü olan Pont-Neuf, sokağa düşmüş alkolik bir sirk cambazı olan genç Alex ve başarısız bir ilişkinin ardından çektiği üzüntünün giderek körleştirdiği güzel ressam Michèle..
juliette binoche’u ilk defa o filmde izlemedim tabii. ondan öncesi varolmanın dayanılmaz hafifliği’nde benim hayata çok yakıştığım, ve yaşamımın o en anlaşılır dönemlerine yakışan bir güzel filmin ortasında rastladım.. ve benim de hayatımın kadınlarından biri oldu.. evet aslında biz kadınların da, hayatının kadınları vardır.. bir kadın aslında hiç sezdirmeden başka bir kadından feyz alır durmadan.. yolunu çizerken.. seçimlerini yaparken.. birini severken..
köprü üstü aşıkları olağanüstü filmini ise anlatmak yetersiz kalır.. keşke bir kere daha izleyebilsem.. bir ara çok uğraştım ama ulaşamadım hiç bir yerde.. sonra o da hayatımdaki her şey gibi silikleşti.. keza dalgaları aşmak filmi de öyle.. Yönetmen Lars Von Trier.. daha sonra müptelası olacağım yönetmenim.. ve tabii ki Emily Watson bir düş gibiydi..
sinema sanırım bir ritüel benim için.. bir filme başlarken daha yaşadığım heyecan kadar sonrasında yaşadığım o yıkanmak, yenilenmek ve başka dünyalara dahil olmak, ancak tek bir kelimeyle anlatılabilir..huzur.. benim sinemalarım daha sonra da hiç bitmedi.. hep üstüne eklendi..
şu anda ezginin günlüğü ‘rüya’ şarkısını söylüyor.. tatlı bir esinti gibi..
‘Bir kuş uçar gökyüzünde süzülür
Bir çocuk bütün oyunlara yazılır
Bir gül kokar, tüm çiçekler ezilir
Bir tel kopar, ahenk ebediyen kesilir…’
‘TAFLAN’