Archive for Mayıs, 2011

‘terki dünya mekanından sayıklamalar..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

batmış denize

ve yükselmiş göklere bu yeryüzü..’ – ingeborg bachmann

‘1 mayısın üzerinden kaç gün geçti , bir haftadan fazla sanırım.. bayram yorgunluğu ve bitmek tükenmek bilmeyen yolculuklar , iç ve dış kaynaklı yaşadığım çalkantılı süreçler.. saymakla bitmiyor.. hep bu nedenleri sayıyorum belki.. sıkıcı gelebilir.. ama gerçeklerim-iz bunlar.. elimizde vereceğimiz başka gerçeklik yok.. yalan da söyleyip yazmak işimize gelmiyor.. gülüyorum..

ve işte birden tepedeyim yine..

st. simon manastırının tepesinde..

arabadan iniyorum.. girişindeki tanıtım tabelasına bakıyorum , yine birkaç yaratık silahlarıyla delik deşik etmiş tabelayı.. bela okuyorum.. yürüyorum manastırın içine doğru..

st. simon’nun 40 yıl üzerinden hiç inmeyerek yaşadığı kaya parçasının üstüne çıkıyorum , yağ bağlamış kıçımıza , göbeğimize bakmayarak ve ona inat.. nefes nefese kalıyorum üzerine çıktığımda.. baharın serinliği var havada.. güneşin tekrar hafif hafif ısırıp yakmaya başladığı günlerin henüz başındayız.. terleyen sırtıma arkamdan sabah meltemi vuruyor.. rüzgarı önüme alıyorum yüzümü kel dağının bulunduğu tarafa denize çeviriyorum , akdeniz.. puslu bir havada güneşin ışıklarıyla parlıyor uzaktan..

kaç kere geldim buraya.. kaç kere kimleri getirdim görsünler diye burayı.. bilmiyorum..

ilk defa cesaret edip tek başıma çıkıyorum.. korkmuyorum bu sefer.. kimisi 450 kimisi 550 metre kimisi 800 metre diyor bu tepe için.. yüzlerce yıl önce st. simon bizim arabayla çıktığımız bu yolu günlerce süren bir yolculuktan sonra yayan tırmanarak gelmiş ve bu tepedeki manastıra yerleşmiş.. insanlardan ne kadar uzaklaşabilirse o kadar içsel huzura ulaşıp , dünyevi istek , arzu , ihtiras ve kavgalardan uzak kalacağını düşünen st. simon bir süre sonra onun iyileştirici gücü olduğuna inanan insanların akınına uğrar..

kayasını yükseltir.. daha büyük , daha yüksek bir kaya parçasının üzerine tüner..

ama insanlar yeni yerleştiği kaya parçasına da ulaşmaya başarır.. müritleri kendisine daha yüksek bir kaya parçası getirirler.. onun tepesine çıkar bu sefer.. ama insanlar hırslıdır ve bir çaresini bulup bu kayanın da tepesine varmayı başarırılar..

st. simon kızar ve adamalarına daha yüksek bir kaya bulmalarını söyler.. adamları o tepeye daha da yüksek bir kayayı bulup getirirler bin bir zorlukla.. ve  nihayet insanlar o kayanın üzerine çıkıp yaşamaya başlayan st. simon’a bu sefer ulaşamazlar.. tabi bu anlatılanlar hep efsane ve rivayet.. elli çeşit versiyonunu duyar ya da okuyabilirsiniz.. ben inanmak istediğimi anlatırım hep.. benim inandığım da bu.. sizler başkasını beğenip inanabilirsiniz hikayelerden.. ve siz de inandıklarınızı belki bana bir gün anlatır ya da yazarsınız..

ama işte ben ilk defa ‘tek’ başıma geldiğim st. simon manastırı’ndaki bu kayanın üzerine çıkabildim.. belki de bu kaya o en son yüksek olan kaya değildir kim bilir.. gerçi başka bir rivayete göre zaten o yüksek olan kaya st. simon öldükten sonra talan edilmiş , şifa bulmak ve dertlerine çare bulmak isteyen insanlar o kayayı parçalamışlar.. kim bilir.. hepsi bir rivayet.. belki de işte benim zorlukla çıkabildiğim bu kaya parçası sonradan koyulmuş başka bir kaya parçası.. tırmanmak için ayağınızı elinizi geçirebileceğiniz delikler , çıkıntılar mevcut.. ama bu 94 kiloluk cüsseyi oraya çıkarmak zor işti..

daha önceki gelişlerimde hiç teşebbüs etmemiştim üzerine çıkmaya.. belki de insanların önünde düşüp kafamı kırmaktansa tek başımayken düşüp kafamı kırıp ilginç bir yok oluş yaşamak istiyorum.. kaşıntı yani benimkisi..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

neyse kayanın üzerine çıktığımda ilk hissettiğim baş dönmesi oldu.. o muhteşem manzaranın etkisi ve kayanın yüksekliği.. inebilecek miyim geriye diye bir an korktum bile.. çünkü yıllar önce habibi neccar dağına çıkarken arkadaşlarla , beni sarp ve zorlu bir uçurumun kenarında tek başıma bırakmışlardı.. nasıl korktuğumu şimdi hatırlıyorum ve kendime gülüyorum.. beni tek başıma orada bir saat bıraktılar.. yardım etmediler.. tek başına geçeceksin o etabı dediler.. ve yukarıdan onlar beni gülerek izlerken ben gözlerimde yaşlarla ve kalbim korku dolu şekilde tırmanmaya çalışıyordum.. sonra aralarından birisi dayanamadı debelenmekten paramparça olmuş ellerimden birini tutarak beni yukarıya çekti.. sonrası mı.. ne mi oldu neredeyse hepsini habibi neccarın tepesinden aşağıya atacaktım ki bana tüm biraları vererek rüşvetle bu işten sıyrıldılar.. işte şimdi ise yaklaşık on metrelik bu kaya parçasının üstüne tünemiş st. simon gibi akdeniz’e bakıyorum sabahın serinliğinde..

st. simon bu kaya parçasının üzerinde 40 yıl boyunca neler düşünmüştür diye hayallere dalmışken rüzgarın sesinin , ıslık çalmalarının artık burada duyulmadığını fark ediyorum üzülerek.. rüzgarın sesi artık kaybolmuş durumda bu tepede.. tıpkı antakya’nın diğer tepelerinde ve dağlarında olduğu gibi pıtrak gibi çoğalan çevre dostu olduğu söylenen binlerce rüzgar tirbünü gibi bu tepeye de onlarcası yerleştirilmiş durumda.. korkunç sesler çıkarıyor bu devasa rüzgar tirbünleri.. insanın sersemletiyor baktığınızda kocaman kanatlarına..

bu devasa kanatların altında rüzgar sesinden umudu kesip küçücük kanatlarıyla bir o yana bir bu yana konup neşeyle sesler çıkaran kuşları duymaya çalışıyorum.. onlar da belli ki ürkmüş durumdalar..

ben de telefonumun tekini çıkarıp kayıtlı müzikleri tarıyorum.. bari kulaklığı takıp akdeniz’e ve kel dağı’na karşı güzel müzikler dinleyeyim diyorum bu eşsiz manzarada.. telefonda kayıtlı ama kaydı çok kötü olan ‘abdel halim hafez’in şarkılarından açıyorum dinlemek için.. elimde sayılı şekilde buluna ‘abdel halim hafez’in şarkıları o kadar değerliydi ki benim için kimse bilemez bunu.. ilk defa onun ismiyle bir fransız menşeli toplam albümde karşılaşmıştım yıllar önce..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

sesi gerçekten muhteşem bir ses.. yıllar sonra onun hayat hikayesine ulaşıp okuduğumda ise nasıl hüzünlenip ağladığımı hatırlıyorum onun şarkılarını dinlerken.. mısırlı bir şarkıcı olan ‘abdel halim hafez’ , ‘ümmü gülsüm’ (oum kalthoum) dan sonra arap dünyasının en büyük şarkıcısı olarak gösteriliyor kimi otoritelerce.. ben arap müziğinin özellikle de klasik , eski arap müziğinin hemen hemen her sanatçısını dinlediğimi iddia ediyorum.. geniş bir arşivim var.. çok etkilendiğim sanatçılar oldu.. albümlerini bulabilmek için peşinde koştuğum çok büyük şarkıcılar oldu.. hangi deliklere girip çıktığımı bir gün anlatırım da gülersiniz bu albüm avlanmalarım sırasında.. abdel halim hafez’ın albümlerine ulaşmam mümkün olmadı pek.. elimde on – on beş şarkılık bir karışık şarkı albümü vardı.. (bu arada yıllar sonra elime tüm şarkılarını koyan güzel insan kadim dost ‘reis’e buradan da teşekkür etmeliyim ki az kalır teşekkürlerim.. çocuk gibi sevindim tüm şarkılarına kavuştuğumda..) neyse işte st. simon’un o eşsiz manzarasında abdel halim hafez o yanık sesiyle söylüyordu.. nasıl da etkiledi o sırada beni abdel halim hafez.. hayatında görmediği ortadoğunun tarihi bir tepesinde bir insanın kendisinin ölümünden onlarca yıl sonra şarkılarının dinlediğini bilse ne düşünür ne yapardı acaba.. ne hissederdi.. işte unutulmamak , yok olmamak budur.. st. simon gibi , abdel halim hafez’da yıllara , yüz yıllara meydan okuyacak ve unutulmayacaklar.. biz hep buradayız diyecekler..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(fotoğraf : abdel halim hafez , ümmü gülsüm’ün elini öperken..)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

bu tepeye kimlerle geldiğimi ve her getirdiğim insan grubunun nasıl da etkilendiğini hatırlamaya çalıştım kulağımda abdel halimle.. hiç kimse buradan ayrılmak istemiyordu.. sessizlik.. sadece rüzgarın ıslığı ve kuş sesleri.. insan birkaç hafta bu sessizlikte yaşasa geri dönebilir miydi o keşmekeş şehirlere ve tek düze yaşamlara.. kesinlikle dönemez , dönse bile akıl sağlığını yitirir yaşadığı şoktan dolayı..

sonra aklıma birden acaba tüm antakyalılar buraya gelip görmüş müdür sorusu geldi.. nerdeeeeeeeeeeeee.. buraya gelip ne yapacaklardı ki.. taşlara mı bakacaklardı.. zaten manastırın yanında yöresinde pek ağaç yoktu , piknik de yapılmazdı.. taşların gölgesinde yapılacak piknikten de hayır çıkmazdı ki.. gerçi buraya gerçekten görmeye gelenler dışında yine de epeyi bir ziyaretçi portföyü var : sevgililer , esrarkeşler , ayyaşlar ve hep güldüğüm defineciler.. ben hangi gruba giriyorum bilmiyorum ama turist olmadığım kesin.. aylağız işte.. huzur bulmaya geliyoruz buraya.. bir de tanıtım amaçlı gelişlerim oluyor , dostları getiriyorum.. gecenin ikisinde zifiri karanlıkta çıktığımız bile oldu bu tepeye.. deli olanın bile yapmayacağı bir şey bu.. farların ışığında çıktığımız tepede yine farların ışığıyla saatlerce ufka bakarak güneşin doğmasını bekledik sessizliği dinleyerek..

işte şimdi ben kayanın tepesinde istanbul’dan ve her şeyden uzakta abdel halim hafez’le akdeniz’i izliyorum.. öğlene doğru cehenneme geri dönüş için tekrar yola koyulacağım.. üç gündür uzak kaldığım cehennemime mecburi dönüşlerden birisi yine.. içimden şeytan kemirip fısıldıyor ‘la kapat telefonları , salla her şeyi , kal bir hafta daha memleketinde..’ hemen kovuyorum bu düşünceyi.. çünkü bu tür düşüncelere kanmam çok çabuk oluyor..

belim ağrıyor kayanın üzerine yayılıyorum güzelce.. soğuk bir bira istiyor canım.. en yakın bira alabileceğim yer tepenin ilk çıkış noktasındaki samandağ antakya karayoluna bağlanan şose yolun başlangıcında.. beş altı kilometre arabayla inip geri dönmem gerekiyor.. üşeniyorum.. çıkarken alamamıştım çünkü henüz kapalıydı bakkal..

gözlerimi kapatıp soğuk bir bira bardağını hayal ediyorum.. oysa henüz kahvaltı bile etmemişim.. abdel halim hafez o sırada ‘awwel marra’dan ‘hobak nar’a geçiyor.. şarkıyı geriye alıyorum. ‘awwel marra’ çalsın istiyorum.. ilk defa.. ilk defa.. ilk defa..

uyuyacağımdan korkup kalkıyorum kayanın üzerinden hızlı bir şekilde iniyorum , yarısından sarkıp atlayarak.. etrafta dolaşıyorum bahar çiçeklerinin üzerinde fink atan kuşları korkutarak.. zindan olarak kullanılan çukurların yanlarından geçerken rüyadan uyanıyorum bir an.. hemen kaçıyorum oralardan.. ‘terki dünya tarikatı’nın merkezi olduğu söylenen bu manastırda ne amaçla kullanıldığını bilmediğim bu zindanlar hep korkutmuştur beni.. göğe bu kadar yakınken toprağın içine doğru kazılmış on belki yirmi metre derinliğindeki zindanlar..

manastırın daha da önüne doğru çıkıp düzgün kesilmiş bir duvar taşının üzerine uzanıyorum.. akdeniz’e doğru dalıyorum yine.. istanbul ne kadar uzak buradan.. ve ne kadar yabancı buraya oralar.. istanbul’u insanlar neden ve nasıl sever hiç anlamamışımdır.. ne yaşadığının farkındasındır orada ne nefes aldığının.. geçmişte eminim güzeldi bu şehir ama şimdi sadece bir cesedin arta kalanları gibi görünüyor bana.. kokmuş bir şehir..

kel dağının tepesindeki bulutlar dağılıyor az ötemde.. elimi uzatsam yakalayacakmışım karları gibi bir tablo olarak duruyor karşımda.. ve on kilometreden daha uzun bir doğal kumdan oluşan dünyanın en uzun ikinci kumsalı olduğu söylenen samandağ sahili.. sağıma dönüyorum , musa dağı’nın üzerinden pamuk gibi bulutlar akar gibi geçiyorlar.. ah musa dağı ah.. ne hikayeler , ne yaşanmışlıklar , ne büyük ve çok acıların tarihi var orada.. bir gün orayı da anlatacağım.. orası da ayrı bir cennet..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

neyse dönelim tekrar st. simon’a.. burada yaşasam tek kaybım ‘aylak adamız’ olacak.. çünkü buraya en yakın değil internetli ortam , elektrik olan yer bile on kilometre aşağıda.. birden içimi bir hüzün kaplıyor.. bebeğimiz o bizim : aylak adamız.. büyütüp bu yaşa getirdik şimdi onu terk etmek koyar insanın kalbine.. sonra birden reis’le aylak adamız üzerine yaptığımız muhabbetler geliyor.. tek başıma tepede kahkahayla gülüyorum.. kuşlarda bana gülüyor deliye bak dercesine cıvıldaşıyorlar.. reis’le en son muhabbetimiz yeni yazarlarımızın nefesinin ne zaman tükeneceği ve ne zaman sıkılacakları üzerineydi.. çünkü biliyorduk yazmak kolay şey değil.. hele devamlı yazmak , üretmek , paylaşmak çok zor ve sancılı bir üretim.. bazen insan ben ne yapıyorum dediği oluyor.. sıkılıyor.. bana ne ya dediği oluyor.. hele ilk kez yazmaya teşebbüs eden bir insansanız bu daha da çabuk oluyor.. neyse aylak adamız’a yazmak isteyen herkese sayfamızı açtık sevinerek.. ama şimdi görüyoruz ki herkes sustu.. sustu diyorum çünkü herkes burada konuşarak yazıyor ve paylaşımlarda bulunuyor.. sesimize ses vermişlerdi.. onlar da bir şeyler diyordu kendi kalplerinden kopan.. ama yavaş yavaş seslerin azalacağını kötü kötü düşünmüştük reis’le.. hele bloglara konan yasağın kalkmasından sonra çözülmenin daha hızlı olacağını da tahmin etmiştik.. ama bu bizi ürkütmüyordu çünkü biz zaten yola çıktığımızda üç dört kişiydik.. ve üç senedir de bebe bu üç dört kişiyle büyüyordu.. herkes de bilir kimseye neden yazmıyorsun ya da niye yazın gecikti ya da unuttun bizi demeyiz.. çünkü birisine zorla bir şey yazdırtmak saçma , saçma olduğu kadar da yabancı ve yalancıdır..

dün bir kez daha reis’le birlikteydik.. kahkahalarla gülerek bu durumu değerlendirdik.. ‘yine yalnız gibiyiz’ dedim.. ‘sonsuza kadar aga’ diyerek cevap verdi reis..

ama biz her zaman buradayız işte.. yazmak isteyen yazar.. yazmak istemeyen de canı istediği zaman yazar.. kapımız yok bizim yani kimseye kapanmaz kapımız.. kapılarla , kilitlerle işimiz olmadı , olmaz.. dileyen girer oturur bu sohbet masasına.. dileyen uzaktan izleyip dinler..

işte st. simon’un önünde akdeniz’e doğru bir taşın üzerinde uzanmışken aylak adamız’da burayı anlatmalıyım dedim.. bir gün geniş bir ekipmanla gelip burada sağlam çekimler yapıp burayı hem aylak adamız da hem başka ortamlarda tanıtmalıyız diye düşünüp karar veriyorum.. güzel bir belgeseli ya da filmi çekilmeli ve fonda da mesela abdel halim hafez’dan ciğer delen , kalp titreten ezgiler çalmalı..

geriye dönmek için yola koyulma zamanı gelip geçiyor ve ben hüzünle uzandığım yerden kalkıyorum.. arabaya dönüyorum , camları sonuna kadar açıp virajlı yoldan hızla iniyorum..

işte yine ‘huzurdan kaçıyorum..’

istikamet dünya , istikamet cehennemim..

terki dünya mekanından , dünyaya yol alıyorum arabanın teybinde abdel halim hafez o muhteşem sesiyle ‘nar  habibi , nar habibi nar , habbek nar’ derken gözlerimden yaşlar boşalıyor..’

Crockett..

(fotoğraflar : crockett..)

 

‘susuyoruz bak hep.. söyleyemediklerimizi susuyor , bilmediklerimizi konuşuyoruz..’ – SEVGİ SOYSAL

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

kalabalıklarda..

 

‘çocukluğum yağıyor dışarıda

paslı korkulara , öpmelere sonra

ordular , ordular sıkıntı

güleç savaşlar geliyor

nerde sevmeler , sövmeler orda..’

kalabalıklardaydım çoğu.. doymazlık bir tutkuydu içimde , ilgilere yönelirdi.. öyleydi ya en ilk suçluluğumdu – yatmaklar , el değmemişlik kalırdı yanında.. bilirdi bunu kalabalıklar , öç almayı en iyi bilirdi.. yalnızlığıma el kor – kor da yorgunluğunu katardı bana..

oturmalarda duramazlığım olurdu yorgunluğum – giderdim.. işte böyleyken , böyleyken en çok giderdim , bu hep tepeli kentin bir benim olan doruğuna.. orada , o ben gidince benim olan yerlerde , öyle aşağılarda kalırdı kent , öyle büyürdüm ben yorgunluğumda.. atıverirdim yorgunluğumu aşağılara , o kalabalıkların oralara – tepe gizlerdi ayıp yerlerini.. her atılanı yutardı bu kent , bu yorgunluğumu da kendinin sanırdı , ne çabuk sanırdı..

bir güneş batımı gelirdi sonra.. bir güneş batımı vardı bu kentin , yalnızlığımı kalabalıklardan alır , geri verirdi.. bozkırlığıydı , bozkırlığı kentliğinden önceydi.. en dilediğimiz deniz kentleri , orman kentleri , insan kentleri gün batımında bozkıra yetişemezlerdi ya , böyle bu kent , gün batımında aşardı onları..

bu dorukta , kalabalıkların üstünde  diye bildiğim , yörem sensizlik olurdu.. her şey sensizlikti aslında.. sen dediklerim , en sensizliklerimdi.. bozkır ama , bir bozkır sendi bana.. genişlikti , bitmezlikti , kopmuşluktu , ıraklıktı.. ölü evli , ölük insanlı kentten , güve yeniği yaşamlardan utanmışlıktı.. güneş batımında yalnızlığımı kentten alıp geri verendi..

sonra içinde yemek pişmezmiş gibiliği güzel evime dönerdim..

SEVGİ SOYSAL..

 

ne güzel suçluyuz biz hepimiz..

sana söyleyemediklerimi karıncalara söyleyeceğim , bozkıra senden benden yalnız.

susuyoruz bak hep.. söyleyemediklerimizi susuyor , bilmediklerimizi konuşuyoruz.. bozkır senden benden yalnız , oysa yaratık dolu , yaşam dolu – ya karıncalar..

hep oturup cıgara içiyoruz yetersiz , konyak içiyoruz yetersiz , en asıl yetersiz biziz , yalnızlığımız en yetersiz – ya bozkır..

ben , kadının biriysem sevilmeliyim , sen bilmezsin güzel miyim , bu en büyük güzelliğim senin bilmezliğin ,  duymazlığın – ya en boş dalmalar gözlerimizde..

bak , tozluyuz biz çok tozluyuz – ya bozkır , bozkır yolundan kamyonlar geçerken kalkan toz..

o başka , yapışkan bizimki , yağmurlarla yıkanmaz..

bak , hayal kurarım , en zevksiz acılıklara gözyaşı dökerim de kendimi bilmem.. biz bilmeyiz birbirimizi ; böylesine mutluyuz bazı..

bu evrende her şeyi silecek birileri , yaşamları hepten.. bu önemli değil ; biz çoktan tükenmişiz..

somutlara güvenimiz yok hiç , onlar kalmaz , yok.. herkesler , her şeylerini çok şeylere harcıyorlar , tutsak kılıyor bu şeyler onları , hep onlara çarpıyorlar yaşantılarında..

ama bak , gerçek tutsaklar biziz , soyuttan gelir bizimki , savaşılmaz..

en değerli somutlarımı yoktan satarım da kurtulamam ötekilerden , bilirsin..

bırakıp bırakıp ırak kentlere bile gidemeyiz , bu uğraş ister..

bak , bizi ağaçlandırmak güçtür – ya bozkır..

SEVGİ SOYSAL..

‘TUTKULU PERÇEM , Bütün Eserleri – 8’ , SEVGİ SOYSAL , İletişim Yayınları , 2004 , 62 sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘usanmak her şeye gebedir..’ – SEVGİ SOYSAL

 

günün sözü..

‘içinde her şeyin geçici olduğu bir zamana düştük.. yeni teknolojiler her gün değiştiriyor hayatımızı.. geçmişin gelenekleri geri gelmiyor.. aynı zamanda geleceğin ne getireceği konusunda en ufak fikrimiz yok.. sanki özgürmüş gibi yaşamaya zorlanıyoruz..

 JOHN GRAY

 Çeviri : Sabri Gürses (‘1968’ , Slavoj Zizek , Encore Yayıncılık..)

 

 

 

 

 

 

 

 

(fotoğraf : crockett..)

‘bilmek kendimizi bir ırmak gibi yitirdiğimizi..’ – JORGE LUIS BORGES..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

sahne..

 dehşetin mükemmel olması için sezar , bir heykelin dibinde arkadaşlarının sabırsız hançerlerinin tehdidi altında çelik parıltıları ve yüzler arasında , kayırdığı , hatta oğlu gibi gördüğü ‘marcos junius brutus’u fark eder ve artık kendini korumaya çalışmaz , sadece shakespeare ve quevedo’nun yineledikleri gibi haykırır : ‘sen de mi , oğlum..’

yazgı yinelemelerden , değişik versiyonlardan , simetrilerden hoşlanır ; on dokuz yüzyıl  sonra , buenos aires’in güney bölgesinde , bir goşo başka goşoların saldırısına uğrar , düşerken saldırganlar arasında , vaftiz babası olduğu genci görür .. yüzüne karşı , genci suçlayarak hafif bir şaşkınlıkla şöyle der (aslında bu sözleri okumak değil duymak gerek) : ‘sen ha..’ onu öldürüyorlar ama o , aynı sahnenin yinelenmesi için öldüğünü bilmiyor..’

 JORGE LUIS BORGES..

 

 diyalog üzerine bir diyalog..

 a.- ölümsüzlük üzerine fikir yürütürken hava kararmıştı ama hala ışığı yakmamıştık.. birbirimizin yüzünü göremiyorduk.. macedonio fernandez , coşkudan çok daha inandırıcı bir kayıtsızlık ve sevecenlikle ruhun ölümsüz olduğunu yineliyordu.. beni , bedeninin ölümünün tümden önemsiz olduğuna , ölümün bir kişinin başına gelebilecek en anlamlı şey olması gerektiğine inandırmaya çalışıyordu.. ben macedonio’nun çakısıyla oynuyor , çakıyı açıp kapıyordum.. yakınlarda bir yerdeki akerdeondan durmadan , hani şu eski diye yutturdukları için birçoklarının sevdiği cumparsita’nın ezgileri geliyordu.. ben macedonio’ya rahatsız edilmeden tartışabilmek için intihar etmemizi teklif ettim..

z. (alaycı bir tonla) – ama sanırım sonunda buna karar veremediniz..

a. (artık tam mistik bir havaya girmiş olarak) – içtenlikle söylemek gerekirse o gece intihar edip etmediğimizi anımsamıyorum..

 JORGE LUIS BORGES..

 

 şiir sanatı..

 zaman ve sudan oluşan ırmağa bakmak

ve anımsamak zamanın başka bir ırmak olduğunu ,

bilmek kendimizi bir ırmak gibi yitirdiğimizi

ve yüzlerin sular gibi akıp gittiğini..

 

duyumsamak uyanıklığın başka bir uyku olduğunu

düşlerinde uyumadığını ve ölümü gören

bizim etimizin o ölüm olmadığından korkan

her gece yattığımız o ölüm , adına uyku dediğimiz..

 

günde ve yılda simgesini görmek

insanın günlerinin ve yıllarının ,

yılların yıkımını , aşağılamasını dönüştürmek

bir ezgiye , fısıldanan bir söylentiye , bir simgeye ,

 

ölümde uykuyu görmek , günbatımında

hüzünlü altını , böyledir işte şiir ,

ölümsüz ve yoksuldur.. şiir

döner gelir tan ağarır gibi , gün batar gibi..

 

kimileyin akşamları bir yüz

bakar biz e bir aynanın dibinden ;

sanat işte bu ayna gibi olmalı

bize kendi yüzümüzü açan ayna..

 

odysseus’un , tansıklardan bıktığını anlatırlar ,

ıtaca’sını daha uzaktan seçerken sevdadan ağlamış ,

yemyeşil ve alçakgönüllü yurdunu.. sanat işte bu ıthaka’dır

yeşil sonsuzluktan , tansıklarla yok bir işi..

 

sonsuz ırmak gibidir hem bir yandan da

akıp geçen ve durakalan ve camıdır yansıtan tıpkı

durmadan değişen heraklitos gibi , tıpkı kendisi olan

ve bir başkası , bir sonsuz ırmak benzeri..

 JORGE LUIS BORGES..

 ‘YARATAN..’ , JORGE LUIS BORGES.. Çeviri : PERAL BAYAZ CHARUM , AYŞE NİHAL AKBULUT , İLETİŞİM Yayınları , 2011 ,98 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘6 Mayıs 1972 – 6 Mayıs 2011..’ DENİZ GEZMİŞ.. YUSUF ASLAN.. HÜSEYİN İNAN.. HALİT ÇELENK.. / ‘ZORSA , MEYDAN OKUMAYA DEĞER !’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

KAN REÇETESİ..

 Kara bir gök için çok şey söylenebilir elbet

 

İşte benim bulutum

pas tutmamış sözcüklerden örgülü bir ağıt

alnına halk sıçramış neferlerin çılgar gözleriyle

sana

ey rengi tarihini utandıran elbise

 

Yüzün hiç yabancı değil

sen eski borazanların gedikli çalgıcısı

sesine küflü ambarların kokusu sinmiş

irin salgını, cinayet fotokopisi ve kangren depolanmış

eskimiş tarih satıcısı ambarların kokusu.

 

Burnum duymuyor ama seni

uslanmış ıtır kokusunu da duymuyor

benim burnum

benim burnum

vahşi dağ çiçekleri, bozkır gülleri ve devedikenlerinin

kırları genişleten halk kokusuyla yanıyor

genzim çatlıyor

genzim çatlıyor ve seni de çatlatıyor

el illizyonizmin sırça küresi.

sana kim sus dedi Kalbim.

Dünya bir ateşten top gibi kavruluyorken

toprak güneş sıtmasıyla sarsılıyorken

burda, orda, öte yanlarda

alınterinin öfkeyle fışkıyan şavkı

yeryüzünü yeniden biçimliyorken

ve depremle sarsılan halkların beyni

illizyonizmin büyüsünü bozuyorken

seni kim büyülemek istiyor Kalbim.

Bildim hiç kuşkusuz

su yılanları, yeraltı fareleri ve akbabaların koruyucusu

çarpıcıların, kemirgenlerin, leşçilerin

şaşırtılmış kolcusu.

 

Usul usul da gelsen, harlayarak da gelsen

el illizyonizmin güleryüzlü büyücüsü

masken kandırmıyor çoktandır beni

beni ve benim gibi

dünyaya kanından dürbünle bakanları

soluğu cehennem yakanları.

Çünkü biz hayatı kendi aynasından gördük

biliriz sırça kürenin yaldızındaki puştluğu

Ey tırnaklarımı büyüten tahammülsüzlük

beynimde hora tepen on sivri bıçak

senin kendi damarında denediğin keskinlik

halkının alnındaki tomurcuğu patlatsa da

kan kendini aldatmaz

kan kendini aldatmaz

 

Kalbim!

bu acıya dayan

varsın işkenceler dağlasın seni

duru bir gök için vahşete katlananlar

acıyı bir silah gibi göğsünde saklamalı

 

Kalbim!

bu acıya dayan

bu acıya dayanman için

yaranı iyileştirmek için sana

parçalanmış gül cesetlerinden bir reçete

vereceğim

 

vahşet dağlarından kızgın kemik külleri

işkenceler ovasından kan dölleri

ve yangınlar vadisinden dehşet bir ateş.

Kan kokusu büyüyü bozmak için

Kemik sıcaklığı sırça küreyi eritmek için

Ateş kırmızısı göğü aydınlatmak için

 

Böylece dirilir içindeki gül cesetleri bile

dirilir ve o zaman

çılgın bir şafakla tazelenen gökyüzü

bir taze tomurcuk gibi açar

kanıyan alnında senin.

 

Kalbim!

sen varsın

sen tökezleyen bir şarkı değilsin

ne de uzun, yanık havalı türkü

sen kendinin ezgisisin.

 

Yırt öfkenin sabredilmez dağarcığını

dağılan, saçılan ne varsa hepsi senindir

kara bir gök ancak bunlarla arınır

ve elbette yeter bunlar sırça küreyi dağıtmaya

acı diye ne varsa hepsini onarmaya

 

 

Kalbim!

elimden tut

elimden tut

sensiz birşey yapamam.

 ARKADAŞ ZEKAİ ÖZGER

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ÜÇ DAĞA AĞIT..

 Açlığın

çıplaklığın acısı mı genişliyor

dalları

meyvaya çağıran rüzgâr mı

 

Dalgın bir kuşun ötüşünden

sevdiğinin kalbine düşen âşık mı

yağmuru emen toprak mı derinleşiyor

 

Yas mı tutmalıyım onurlu ölüme

halkın gözlerini dolduran çizgilere

umudu mu çağırmalıyım

 

Ah gidiyor işte gidiyor göz göre göre

sıcak titreyişi varlığını hayata adamışların

gidiyor

öfkenin haykırışları

yasalarıyla gidiyor kahredişin

zulmün ve iğrençliğin buyruklarıyla gidiyor

toprağa düşen bakımsız yapraklar gibi değil

azarlanmış çocukların kederiyle değil

doğuşun ve sevmenin feryadıyla gidiyor

ölümü donatan arkadaşlarım

 

Ah gidiyor işte gidiyor göz göre göre

durutarak gündüzleri geceleri

durutarak adanmışlığı, mertliği, yüceliği

damıtıp sevdalarına

neferi toprağa aşılamaya gidiyor arkadaşlarım

 

Bulutlar da hafif mi kar taneleri kadar

özgürlüğün borcu mu ödeniyor

yaralar mı açılıyor yoksulluğa

ezilmişliğin isyanı mı sesleniyor

 

Ah gidiyor işte gidiyor göz göre göre

birer rüzgâr uğultusu bırakarak yanan ateşe

 NİHAT BEHRAM

  

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

YİNE DE GÜLÜMSEYEREK..

 Ne sağnaklar görmüşüz, yarılan gökyüzünden alnımız

yıldırımlarla ağmış,

ne rüzgarlar çınlamış bağrımızda, coşkusundan kırılmış

kaburgamız,

dişlenip kayaları ne ateşler yakmışız, aşmışız ne zifir

uçurumlar,

yine de ürkütmeden öpmüşüz bir ceylanı gözlerinin

yaşından

incitmeden tutmuşuz ağzımızda yorulan kelebeği;

şimdi asmalardan korukların tadı silinmiş,

sesimizde sendeleyen bir keder,

uykusuzluk serin serin sızıyor acıyan tenimizden;

ziyanı yok, nasıl olsa gönlümüzde aşkın yeri çok derin.

 

Ne azgın canavarlar üstüne yürümüşüz bir demet

çiçek için,

neyimiz var neyimiz yok vermişiz bir narin dilek için,

yıllarını taş duvara örmüşüz ömrümüzün bir hırçın

yürek için;

şimdi çevremizde yosunlaşmış sessizlik,

yabanıyız gittiğimiz her şehrin, çiğdemsiz, kükremesiz,

kimsecikler sezmiyor boynumuzdan didişen örümceğin

zehrini;

ziyanı yok, nasıl olsa nabzımızda durulanır yaşamanın

iksiri.

Ne güzel sevmişiz, ağzımızda mavi bir tat kekremiş,

ne sızılar sarmışız yumuşacık öpüşlerin çığlığını kuşanıp,

şafaklar tutuşkunu şarkılar yuvalanıp ne mintanlar yırtmışız,

şimdi usulcacık ürpersek kara gece uykumuz kaçacak

kadar delik

üstümüz çimensiz tepeler gibi bereketsiz, örtüsüz, serin;

ziyanı yok, nasıl olsa gönlümüzün çayırları ipekten,

bakışımız lekesiz.

 

Ne masalar düzmüşüz kıvrımları gümüş, kakmaları sedeften,

ne milyonlar yanından başeğmeden geçmişiz, huyumuz

değişmemiş,

hayatımız günbegün çarpışarak yaşanılan sırların ürünüdür;

şimdi kar altında avcumuz, avurdumuz ilaçsız,

ıssızlaşmış sabahlar, yoksunluk arsızlaşmış,

kaçışır yolumuzdan gölgesini de alıp o şaklabanlar

inildesek açlıktan;

ziyanı yok, nasıl olsa gönlümüzün dağı taşı altından.

 

Ne devlerle dalaşmış kanımızı göstermeden silmişiz.

ne kudurgan günlerde elimizi dost eline titremeden vermişiz,

bir ömür seğirtmişiz bir nefes beklemeden;

şimdi nice anışların dudağı üşüyen bir çocuk kadar uçuk,

nicesi elsıkışların sahtekar çıkmış.

 

– Bizi eşkiyalar soymamış abi

muhabbet yıkmış!

 NİHAT BEHRAM

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘BAĞIŞLANMIŞ ÖZGÜRLÜK TUTSAKLIKTIR..’ – ALEKOS PANAGOULIS

‘birdy’

sinema festivallerinin ardı ardına sıralandığı şu tarihlerde bir çeltik atıp sağlam bir tiyatro oyunu notlamak istiyorum ;

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

çatışmaların, kan ve vahşet sahnelerinin şiddetine gerek duymadan; savaşın tüm dehşetini iki gencin öyküsü üzerinde anlatan birdy sezonu kapatmak için gün saydığımız şu günlerde görülmeye değer bir devlet tiyatrosu oyunu.

savaştan önce ve savaştan sonra diye ikiye ayrılan, ama sadece savaşın etkileri üzerinden, müthiş bir savaş eleştirisi yapan birdy’in oyun uyarlaması da bir çok beklentiye cevap verecek nitelikte. savaş yıkımını ve öteki olmak konusunu işleyen oyunlar arasında çıtayı yüksek tuttuğunu düşündüğüm birdy, william wharton’un 1978 yılında kaleme aldığı aynı adlı kitabından bir uyarlama. bu romanın sinema versiyonu da alan parker’a 1985 yılında “cannes film festivali”nde “en iyi yönetmen” adaylığı ve “büyük jüri ödülünü” getirdi.

eleştirmenlerin “muazzam bir özgünlük ve hayalgücü” diye nitelendirdikleri çalışma dünyanın bir çok ülkesinde sahneleniyor.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

genç oyuncuların takdire şayan performanslarını tuttuğum hafızamda altını çizdiğim birkaç şeyi yazıma da aktarmak isterim;

“birdy: demek istediğim biz gerçekten deliyiz. çünkü yaşadıklarımızın nedensiz ve anlamsız olduğunu kabul edemiyoruz.”

”düşünebildiğimiz için uygarlık denen bu kafesi inşa ettik. şimdi bu kafesten kurtulmak için düşünmek zorundayız.”

 

 

 

 

 

 

 

oyunla ilgili sarfedecek çok söz var ama tavsiyem şudur; şu an üsküdar tekel sahnesinde görülebilecek oyunu izlemek için hala vaktinizin olduğu…

‘HERDEM’