İnsan dediğin pek de mühim bir mewzu değilmiş. Anladım eylemi gibi bir eyramla bitirmek isterdim, ama bu mümkün değil. Bu “bilinen” bir şey, ancak bilinen sözcüğünün ilk çağrıştırdığı, “herkesin haberdar olduğu, genel geçer bilgi” anlamında değil. Yani? Yani, bu bilinen, “Bu bilgi bana bilindi.” cümlesindeki, “bilindi” sözcüğünün karşılığı. Birinci tekil şahıs burada, bağımsız bir özne olarak hareket eden bilginin, kendini görünür kıldığı, kendinde örtüsünü kaldırdığı nesne durumunda. Ya da belki ikisi de değil, sadece ek fiil, sadece kafası karışmış o kadar. Belki de o kadar sıkılmıştır ki, isimden yapılma yüklemleri pekiştirmekten, biraz da nesne veya özne –imiş gibi yapayım demiştir. Bak yine de son derece gerçekçi ve ayakları yere basıyor, en azından müstakil olarak bir eylem bildirmeye kalkmıyor. Haddini biliyor yani. Belki de bu yüzden bu kadar zorlanması, bir kara parçasının üzerinde durmak mewzu bahis olduğunda.
Birinci tekil şahıs, sıklıkla nimetleri acılaştıran ölümü düşünüyor. Ancak kurumsallaşmış bir yola girmiş, bir yolun memur-derwişi gibi değil. Râbıtâ-ül mevt değil yani yaptığı. Önce otur sessiz, sakin ve karanlık. Sonra düşün ölmüşsün ve bedenini yıkıyorlar, sonra da seni toprağa iade ediyorlar. Aman çok ürktüm, çok ibret aldım ve ne yapsam ne etsem diyerek kendimi oradan oraya vurdum. Ahanda hiçlik duygusu, kopkoyu karanlık gece ve tepemizde akbabalar. “So what” makamı, eğer duman olup dolduysa her bir zerrene, her anın ölüm… Ölümle bağlantı kurmak niye? “Ölüm, alo ölüm, orada mısın? Karnım tok, sırtım pek, en son ev için bir finans kurumundan caiz kredi de aldım. Hazırım yani sana, gel ölüm kur rabıta bana!”
Here comes the death…
“Hey sen, oradaki saçmalık, ne sanıyorsun sen kendini yaw?! Sırf senin için kaç zaman, kaç çağ, kaç ihtilal aştım, ama bak gördüğün gibi buradayım. Kaç firavunun, kaç Belkıs’ın, kaç jakobenin, kaç burjuvanın, kaç kasap karısının, kaç müminin, kaç asi rüzgarın vs. canlarını aldım, melekûtun zamanıyla. Hiçlik… Çoğunun gözlerine son anda, o son an-da çöktü. Bilir misin ne zordur, bir insanın kalbinin dolduğunu ve bu dolmuş olmaklıktan ötürü kanadığını görmek? Bu bak işte, en acı hem de en saçma ölüm nedeni. O yüzden durma orada, salınıp durma eşikte, hadi sal, sal, salınım kendini boşluğa. Bak hazır pabuçları da çıkarmaya meyletmişsin… Hadisene!”
İyi mi ölümü de kızdırdık, hay ben benin! Şimdi ne demeye çalışıyorum? Walla bunu ben de bilmiyorum. Ancak şu an burada aklıma, Paul Auster’ın senaryosuydu herhalde. Başrollerinde, Harvey Keitel ve William Hurt vardı… Smoke, evet o filmin bir sahnesi geldi. Şimdi yazar olan Hurt, tütüncü dükkanının sahibi Keitel’a bir hikaye anlatıyor. Adamın biri, Everest mi ne bir dağa tırmanıyor, tepeleme kar ve soğuk. Ammawelakin, donarak ölüyor. Sonra oğlu, yıllar geçiyor ve büyüyor. Babasının sırrı olan her insan teki gibi, aynı yoldan gidiyor, maksat babanın yarım bıraktığını tamamlamak ve bağı korumak, hıfz-ül konneksiyon. Neyse, oğulun tırmanışı da çetin, bir akşam bir noktada konaklıyor, geceyi geçirmek için. Ateş yakıyor ve bir süre sonra ateşin olduğu yerdeki karlar eriyor. Peki ortaya ne çıkıyor? Aynen… Babanın çok iyi koşullarda korunmuş, bozulmamış sureti. Oğlan hayrete düşüyor, sevinse mi üzülse mi, yoksa ne? Bakıyor babasına, kendisinin o gün olduğu yaştan daha genç duruyor karşısında.
Offff offfff, işte bu hikaye hep daraltır, yırtar benim kalbimi… Sonra kapılarımı dünyevileşmiş dünyanın üzerine örtüp, kendimi âleme bırakasım gelir. Nehir-oluş: balıklar yese ya beni; çöl-oluş: akbabalar deşse ya gözlerimi; orman-oluş ayılar parçalasa ya gülüşümü….sonra ben dağılsam dört bir yana da, su-olup, toprak-olup, taş-olup, ağaç-olup yaşasam ya dünyanın ölümüne dek…
İbn-i Zerâbî