Archive for Nisan, 2011

Hiç bitmez Pinhani şarkıları.

Yalnız kaldıysan, kalkıp pencerenden bir bak 
Güneş açmış mı, yağmur düşmüş mü 
Dön bak dünyaya…

Sahnede Pinhani. Kulaklarımdan içeri sızıp beynimi ele geçiren şarkısını söylüyor Sinan: Dön Bak Dünyaya. Öylece kalabalığın içinde duruyorum. Bazı şarkılarda aynen böyle kalabalığın içinde öylece durmak gerek diye düşünüyorum. Bir şey yapmadan, içkinden yudum almadan, kimseye sesini duyurmaya çalışmadan, şarkıya bile eşlik etmeden öylece durmak. Kelimelerin, notaların, Sinan’ın sesinin kulaklarından içeri sızıp beynini ele geçirmesine izin vermek. 

Bundan beş yıl önce uzun bir ayrılıktan sonra memlekete döndüğüm zamanlarda tanışmıştım Pinhani’yle. Yılların Türkçe hasretiyle Türkçe yazılmış ne varsa dinlediğim günlerde duyar duymaz alıp kalbimin bir köşesine özenle yerleştirdiğim Pinhani şarkılarıyla o gün bugün aynı yolun yolcusuyuz. Arada döner döner dinlerim. Hiç bıkmam. Hiç eskitmem. “Yenisi ne zaman” diye meraklanmam. Çünkü Pinhani şarkılarını bir kere dinlemek yetmez bana. Şarkı tam biter, hemen başa dönerim. Bazen her seferinde başka bir şarkı dinliyormuş gibi başka başka kafalar yaşarım. Bazen ilk dinlediğimde hissettiğim şey her dinlediğimde katmerlenir, artar. Yükselip öyle bir noktaya varır ki beni ancak aynı şarkıyı bir kere daha dinlemek kendime getirir. Pinhani şarkılarını fonda çaldıkları anı dondurmak ve daha sonra canım istediğinde çözüp tekrar tekrar yaşamak için de kullanırım. Şarkılara binip o an’a giderim. Zamanda yolculuk ederim. Bazı şarkılarınsa başı sonu yok gibidir. Sonsuza kadar kesintisiz dinleyebilirmişim gibi gelir. Bu Pinhani’nin tetiklediği obsesif kompulsif bozukluk gibi bir şeydir. Tedavi olmam gerekmez. Bozukluğumu severim. Bozukluğum bana iyi gelir.

‘lucy in the sky’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

biraz sigara , biraz elma biraz da tütün kolonyası…

jilet gibi ütülü olurdu pantolonları… altın yıldız kumaştan yaptırırdı özenle diktirdiği kıyafetlerini…
biraz sigara , biraz elma ama en çok tütün kolonyası kokardı teni… eve geldiğini hem o kokudan , hem de evin içinde işleyen o kusursuz nizamdan anlardım , sessizlik gayrimeşru bir havada , dudaklarının arasında hep bozulmayı beklerdi… ki ya sofra da unutulan tuzla ya da beğenilmeyen yemekle çokta kolay bozuluverirdi o sessizlik…
iyi ki o küçük balkon vardı… kim o bozulan sessizlikle parçalara bölünse siyah demirleri , bir tane nane saksısı , kederinden ve dikişlere tanıklığından solmuş iki tahta sandalyesi olan küçük balkona sığınır , sümüğünü çeke çeke ağlar , o narin gözyaşlarıyla da en hızlısından parçalarına sağlam dikişler atar ve ajansları (haberler) dinlemek üzere tekrar bozulan sessizliğe dönerdi…
ben çok ağlamazdım… taaa  o zamanlardan kulağıma kapaklar yapmıştım ben , gözlerime de uçan halılar… hemen hayallere dalardım…
o küçük balkon ne var ne yok ayaklarımın altına getirirdi… akan zamanla çubuk kraker parmaklarıma hiçte yakışmayan sigarayı da o küçük balkon getirdi… belki bir büyük balkon da alır elimden dedimse de hala anonim içilmekte…
ezandan sonra o solmuş sandalyelerin misafiri o iki serçe olurdu… birinin kanadı kırık… bıkmadan usanmadan konuşurlardı… sanki akşam ki gürültünün kahramanları değillermiş gibi… köydeki kulağı kesik cemil’den başlar , muhtarın kelek oğlu mahmut’a kadar anılır , geçmişin geleceğin itinayla dedikodusu yapılırdı… aklım almazdı hiç bu sırdaşlığı , bu merhameti , bu kabullenişi ve bu sevgiyi… şimdi ki yapay aşkları görüp , bilip , yaşayıp , yaşatıp , atınca öğrendim ki tüm mesele o küçük balkonda yapılan sırdaşlık , iç döküşmüş…
meğer o iki serçeyi ölüm aralarına girene dek ayırmayan konuşabilmekmiş…
orijinal adamdı benim babam…
tıraş parası bulamadığı zamanları , az da olsa şımardığımız anlarda hemen anlatır , haddimizi bilmemizi sağlardı… ne kızardım ona ‘şükredin en azından kira parası vermiyoruz , evimiz var’ dediğinde , ta ki bir ev sahibinin elinde 10 yıldır ziyan olana dek…
hep kızmışım zaten ben ona… bir gün ölürsem herkes okuyup vicdan azabı çeksin diye yazdığım küçük emrah filmlerini aratmayan günlüğümü bulunca gördüm hep kızdığımı… en çok bayram zamanları kızmışım ona… neden sadece bu günlere ait olmuş ki öpüşmek ,
akşamları ya da sabahları  öpülmez miydi baba ?
olsaydı , olabilseydi bayramları bekler miydim hiç… o çatık kaşların aralarına kadar öperdim…
‘ölüm genç  insana yakışmıyor’ dedi sevgili bülent abi…
o sesle çıktım geldim babamın çatık kaşlarından dünyaya…
haklı dedi , doğru dedi , ama eksik dedi…
ölüm asıl ölümsüzlere hiç  yakışmıyor…

 ‘BULUT’

 

kimse görmezken, kimse bakmazken.

hani hiç beklemediğin anlarda yapar ya hayat en şık hareketini. sen gündelik koşuşturmacanın içinde şuursuz adımlarla ilerlerken, her şeyin sonsuza dek nasılsa öyle gideceğini sanarken, yeni bir şeyin olması, hayatın önünde yeni bir kapı açıp seni artık omuzlarından bastıran alışılmışlığının dışına davet etmesi aklına gelen son olasılıkken bir şey olur. artık ne bilinmez. bütün kışı toprağın altında uyuyarak geçiren bir tohumun çıt diye kabuğunu kırması gibi. kimse görmezken, kimse bakmazken, yeşil bir filizin başını topraktan çıkarıvermesi gibi bir şey olur. hayat değişir. ne umduğun ne de beklediğin şekilde. hayat hep bildiğini okur. sen sence olmaması imkansız planlar peşinde koşarken o senin için hazırladığı B planlarıyla köşe başlarında, kapı arkalarında, çıkmaz sokaklarda yolunu kesmek için sabırla bekler. senin en beklemediğin anı hesaplayıp o ana kadar kılını kıpırdatmamak onun uzmanlık alanıdır. hayat kendince anlamlı çıkışlarını yapmak için beklemeyi sever. bekletmeyi daha çok. ta ki sana gerçekten bir şeyi beklediğini unutturana kadar.  senin rastlantı sandıklarını ince eler sık dokur. sen mesela bir gün öylece yolda yürüyüp bir yandan ele avuca gelmeyecek düşünceler arasında uçuşurken bir şey olur. bir rastlantı. sana rastlantı diye yutturulmuş, ince elenmiş sık dokunmuş. sen kendi kurguladığın senaryodan başkasını tahayyül bile edemezken, sen bakmazken, sen görmezken, önünde bir kapı açılır. o kapıyı kim açar, nasıl açar bilinmez. tek bildiğin artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığıdır. bir şey olmuştur. hayat değişmiştir.

teşekkürler hayat. bir kalbim olduğunu hatırlattığın için.

‘lucy in the sky’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İÇİNDEN İSTANBUL GEÇEN FİLMLER 1 (Zamanda Sürgün)

Tüm sanat dallarını içinde barındıran bir tutku(m) olan sinemayla en son yüzleşmem içinden Kadıköy geçen filmi (Kaybedenler Kulübü) Ümraniye de izlemek oldu. Sonra içinden şehr-i harabe İstanbul geçen filmleri düşündüm. Uzaklarda olupta özleyenlere, içinde olupta  uzağında duranlara hatırla(t)makta fayda var;

Bir Millet Uyanıyor/ 1932
Filmin bazı sahneleri Erenköy Ethem Efendi caddesindeki bir Mehmet Ali Bengü’nün köşkünde çekilmiştir.

 

 

 

 

 

 

 

İstanbul / 1957
Film, Sultanahmet ve Haliç’in havadan çekilmiş görüntüleriyle start alır. Galata Köprüsü’nün görüntüsü olağanüstüdür.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Üç Arkadaş / 1958
Sevgi, arkadaşlık ve birlikte yaşama kültürünün en has örneklerinden biri olan yapım, 1950’li yılların İstanbul’una ve özellikle Ortaköy’e dair bir çok detayı yakalayabilmek mümkün.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Şoför Nebahat / 1960
Filmin ilk sahnesinde günümüzle kıyaslandığında sadeliğiyle dikkat çeken Taksim Meydanı’nı görürüz. Sonrasında ise Eminönü günümüzün tanıdık kalabalığı ile karşılar bizi.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Acı Hayat / 1962
Metin Erksan’ın gözüyle izlediğimiz filmde Okmeydanındaki İETT blokları henüz inşaat halindedir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Turist Ömer / 1964
Beşiktaş Taksim arasındaki trafiğin bir kaç belediye otobüsünden ibaret olduğunu düşünebiliyor musun? Henüz ciddi bir yapılaşma içinde olmayan İstanbul’u görmek için en sağlam alternatiftir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Karanlıkta Uyananlar / 1964
Okumaktan asla usanmayacağım çok değerli yazarım Vedat Türkali’nin senaryosunu yazdığı 1964 tarihli film fabrika ve gecekondu mahalleleri ile karşılaşırız sıklıkla. Maçka, Demokrasi Parkı ve Boğaz kıyıları dış mekan çekimlerinin mekanlarıdır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Levent Yüksel’in yorumladığı İstanbul şarkısı fon olarak kullanılmıştır. *

Saçlarını dağıtır rüzgar
Yeditepe üzerinden
Hatıralar tarihin küllerini savurur
Kadın gibi, kısrak gibi
sarılayım gel ince beline
Yarim İstanbul gel öpeyim gerdanından
Tüketilmiş yaşanmamış
Hediyelik hayatlar, ah bu evler,
Pencereler bu kapılar, sokaklar
Hüzün gibi, sevinç gibi,
Eskitilmiş zamanlar
Yarim İstanbul gel öpeyim gerdanından
Minareler uzanmış gökyüzüne bağırır
Kara sevdan nerelerden
Yüreğimi çağırır?
Dua gibi, büyü gibi ezberledim hasretini
Yarim İstanbul gel öpeyim gerdanından…

‘HERDEM’

NeHrİn AşAğI kIsMıNdA…

Yaşamın felsefesi eksik… Elbette felsefi sorgulamanın eksik olduğu yerde praksisten de söz açmak nâanlam. Meslek edindirme yüksek kurumlarından her mezun olan, kendi kürsüsünden, kendi kürsüsü dediğim, kendi gerçekliği-hab’itusundan doğrultarak başını şöyle kahraman bir anti-kahraman edasında tiradlar atıyor. Herkes çok biliyor maşallah, herkes hakikate vakıf, herkesin çıkarımı en sahih olan. Biz “türdeş kurtçuklara”, “hayatın anlamı, türdeş bir kurtçuğun sorumlulukları vs.” üzerine atıp tutuyorlar. Daha doğar doğmaz başlıyor yaftalama süreci, aslında öncesinden. Daha sen gelmeden, bir özne olarak belirlenen senin, bir ismin oluyor. İsmin, toplumsala adımını attığında, diğerlerinin seni tanımlamalarını ve sınıflandırmalarını kolaylaştırıyor. Diğerlerinin kafasında oluşan “sen” fikri, senin somut varlığından daha güçlü, daha etkili bir hal. O sebepten adın 10’a çıksa 9’a indirmen neredeyse imkânsız. Hem artık bu kimin umrunda ki? Yüzde yüz Dogville müridi isen, ne kadar kötü yaparsan yap farketmez, cennetin kapıları hiçbir zaman üzerine kapanmaz. Neyse…

Fark ettin değil mi, kimlik denilen o ucube kavram üzerinden kavramsallaştırıyorlar varlığını, o noktada sömürgeleştirildiğin yerden kafanı kaldırıp, yumruğu çakmazsan karşındakine, bu her kim olursa olsun, anan-baban bile… Bil ki işin bitmiştir artık, yıka ve göm kendini. Sen artık bir oluş değilsin, basbayağı bir yapısın işte. Öncesi ve sonrası olan, her şeyi son derece tahmin edilebilir ve kontrol edilebilir, saat gibi kesintisiz işleyen bir makine. Ve sen böyle işlerken ne kolaydır senin üremen/yeniden üremen… Karşılaşarak, çatışarak, bütünleşerek ve sonra ayrışarak çoğalmadığın için, Durkheim’in mekanik dayanışması anlatılırken kullanılan solucan gibi, bölünerek çoğalırsın. Çoğalman bu sebepten, fazladan bir enerji ve kafatası kemiğinin gerilimini içeren bir eylem değil. Şanslısın diyemeyeceğim az hareket eylediğin için, çünkü baksana haline obezsin! Ancak mutlusun değil mi, çünkü keyfin yerinde, ne akarsın ne de kokarsın. Neyse…

Bu arada ideoloji deyiverince, insanların çoğunun aklına, en somut anlamında siyasi ideolojiler geliyor ya, hani sonradan edinilen ve bir seçim olan(?), ben hâlâ alışamadım buna. Hem artık bıraktım da galiba, doğdukları andan hatta öncesinden böyle bir zarla çevrili oldukları gerçeğine dikkatlerini çekmeye çalışmaktan. Evet burada birinci tekil şahıs kendini yüceltmekte, ancak bu da bir mesele ise eğer, tamamen kendisiyle arasında olduğundan, onaylanma ihtiyacı hissetmemekte. Neyse…

Seni tanımlar ve sayısallaştırırlar. Sanki sen tanımlanınca ve numaralandırılınca, anlaşılman mümkünmüş gibi. Ancak seni anlamak, onların problemi değil zaten. Amaçları, senin üzerinden ha babam de babam politikalar, milli gelir, mutlu gezegen endeksi vs. üretmek; savaş, tehcir veya soykırım kararları vermektir. Varlığını reddetmek ve onaylamak için, rahipleri, imamları veya hahamları vardır. Her nerede, hangi devir, coğrafya vs. ortaya çıkarlarsa çıksınlar, mevcut din ve öğretileri, egemenin dini haline getirmek onların en ustalıkla yaptıkları iştir. Allah’ın bir numaralı yargı organı olarak hareket ederler ve kutsalı araçsallaştırarak, Süleyman’ın Tapınağını, Mescid-ül Haram’ı veya Mescid-ül Aksa’yı, yetimlerin kanlarıyla sular, yoksulların etlerinden kendilerine muazzam ziyafet sofraları kurarlar… Sen bakarsın, onlarla aynı dine, millete, etnik topluluğa vs. dâhil edilmişsindir; ancak “fark etmen” çoğu zaman imkânsızdır. Çünkü sudaki balıksındır, gördüklerin apaçık ve olması gereken veya böyle gelmiş böyle giderdir. Kutsal kayaların üzerlerini, görkemli tapınaklarla kapatırlar ve tanrının adını konforla, statükoyla, maddi zenginlikle aynı düzlemde anarlar.  Kullandığın dile dön bak, en başından senin aynı varlığa itaat veya muhalefet etmen için inşa edilmiş… Mülk, hüküm ve din göklere ait değil, bizzat yeryüzünün tanrılarına ait. Onlara muhalefet ederken de itaat etmekten çok da farklı bir şey yapmıyorsun. Emir ve buyruk nereden gelirse gelsin, onu tanımamak ve almamak gibi bir tutumun oldu mu hiç bugüne kadar? Ama biliyorum, Brahim şu an Dogville yolunda elinde baltası ile yaklaşmakta ve o asr vaktinde tek bir put kalmayacak yeryüzünde.

İşte tüm bu sebeplerden dolayı kültür senin yuttuğun/sana yutturulan en büyük zoka. İkinci doğan, sanki en saf ve en temiz halinmiş gibi giydirildi sana doğumundan itibaren. Nereye gidersen git, hiçbir zaman düşünmenin, kafa atmanın, gerilimin esas olduğu öğretilmedi ve sen bunu yapacak alet edevat ile donatılmadın. Zavallı küçük kurtçuk, mesele Mescid-ül Haram’ı Mescid-ül Aksa’ya, Orta Doğu’yu Amerika’ya, Batı’yı Doğu’ya tercih etmende değil. Asıl mesele, dünyanın tamamına, kafanile gözünile kırık ve naif gövdenile bodoslama dalabilmende… Korkusuz, statükosuz, isimsiz bir organsız beden olarak.

Bu yazıya başlarken Walter Benjamin aklımda yoktu; ancak gidişatı sırasında düşüverdi aklıma ve ben tam da Benjamin’in kültür kavramsallaştırmasının etrafında dolandığımı gördüm. Benjamin’e göre, kültür babadan oğula aktarılacak bir zenginlik değil, aksine bir enkazdır. Bu enkazdan kurtarılabilecek tek şey ise oraya buraya savrulmuş parçalardır. O, kültürün sürekliliğini sağlayan unsurların değil, ışığı sönmekte ve kenarda kalmış olan parçaların perwanesidir. Buradan baktığımda, kültürü korumaya çalışanların (ister modern ister geleneksel hiç fark etmez) en büyük muhafazakârlar; hangi aileden veya hangi taraftan –ezen veya ezilen- olurlarsa olsunlar, bir zamanlar içinde oldukları kültürü “o” kültür haline getiren, baskıcı ve zalim iktidarların sadık muhafaza edici varisleri olduklarını düşünüyorum.

Ben bunu düşünüyorum; ancak sen bilmiyorsun: Dogville yüzünü yıkarken, sıcak ve leş gibi kokan bir asr vaktinde Brahim şehre inecek…

‘İbn-i Zerâbî’

Günün repliği : ‘Mary and Max..’

‘dr. bernard hazelhof ayrıca herkesin yaşamı uzun bir kaldırım gibidir dedi.. bazılarının taşları iyi döşenmiştir..

benim gibi diğerlerininkiler çatlaklar , muz kabukları ve izmaritlerle doludur.. senin kaldırımında benimki gibi ama muhtemelen benimki kadar çatlaklı değil..

umarım bir gün kaldırımlarımız kesişir.. ve bir kutu koyulaştırılmış sütü paylaşabiliriz..

sen benim en iyi arkadaşımsın , sen benim tek arkadaşımsın.. / you are my best friend.. you are my only friend..’

 ‘Mektup Arkadaşın Max..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘Sahaf’ın Söylediği..’ – MURATHAN MUNGAN

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

sahaf’ın söylediği..

insanların okudukları kitapların sayfalarına karışıp kayboldukları günler çok geride kaldı.. kitaplarına uğrayıp kahraman olarak dönenlerin zamanı çoktan geçti.. yazmakta olduğu kitabın içinde karşısına çıkan bir diğer kitabın içine girdikten sonra ve bir daha kendisinden haber alınamayan hayalkârlar da yok artık.. kelimeler âlemi kalmadı artık.. sayfadaki sihir söndü.. hayat ağır , acımasız bir hakikatle boşalmış ruhların uğultusunda ne şiiri ne sözcüğü ne yazıyı ne kitabı duyuyor.. yalnızca uğultu.. tohumu , ağacı yaradılış zamanlarına kadar giden en eski orman aynı vahşetle uğulduyor dünyada sanki..

dükkânı kapatıyoruz bu uğultuda.. birkaç yıla kalmaz hiçbirimizin dükkânı kalmaz hayatta.. hayatta kalma pahasına kaptırdıklarınızın hesabını siz yapın , siz düşünün..

yarın dükkânın mülk sahibine teslim edeceğimiz yalnızca anahtar değil , bir dünyadır efendiler.. kiminizin içinde yaşayıp hiç uğramadığı dünya..

MURATHAN MUNGAN..

‘KİBRİT ÇÖPLERİ’ , MURATHAN MUNGAN , METİS Yayınları , Şubat 2011 , 97 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

KIRK ŞAİR OLSAM YAZAMAM BİR HAYDAR’I*

Sevgi Tezahürü’dür yazılan.

* (Şairin Kırk Şiir ve Bir / Orhon Murat Arıburnu şiir ödüllü)  ‘Kırk şair birden olsam yazamam bir hevesi.’ dizesinden esin…

Bazı kitapları okuruz, bazı da insanları. Değerli şairim Haydar Ergülen’i okuyarak tanıma vaktidir kendi nisan havası eylül mevsiminde, buyurun;

Şair adımlı yolcudur kendisi. Varolan sözlüğü dünyaya bakışını da barındırır bir anlamda. Ona göre;

“Deniz: Şiir yazarken sırtın dönüldüğü yerdir. Ev: İçimizdeki sokak. Eylül: Günaydın hüzün. Haziran: Aylardan Haziran’sa, vakitlerden de şiir demektir. Kar: Eski mektup. Hüznü bile mutluluğa benzer. Sakal: Çok istediği ‘doçent ceketi’ni, uğruna feda edebilecek kadar sakalına tutkundur. Sırat: Her yerde. Şiir: Şiiri; mülk, elbise, para, ev, arkadaş olarak görmez. Yani, şiirle ‘dünya malı’ bir ilişki kurmaz. Şiiri, bir ‘hatıralar dükkânı’, bir ‘mazi şehri’ olarak görür. Turna: Gökyüzü treni. Vazgeçilmezleri: Kızı Nar, eşi İdil, kedileri, kardeşleri, arkadaşları… Bunların hepsi şiirden de önce gelir. Yağmur: Sokağın kalbi. Yalnızlık: Dünyanın en uzun kelimesi.”

olarak nitelendirilir.

KIRK ŞİİR VE BİR’E SESLENİŞ
“Bütün bahçeler sen de toplanmış, gül müsün nesin? / Hafız”

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

40 yaşının bizdeki karşılığı olgunluktur. Farsçadaki karşılığı ise çile’dir. Dervişlerin çile doldurmak için ıssız bir yerde yaptıkları 40 günlük ibadetten gelir bu anlam. Şairde şiir yolunda 40 yıllık bir çilenin, olgunlaşmanın gereğidir diye düşünür ve kaleme alır şiirlerini.

Çocukluğumda edindiğim beyaz bir kapak üzerine kurulmuş balkonda mikrofonla şiir okuyan çocuktur  haydar ergülen benim için. En çok elden geçmiş ve elden düşmeyen başlık yaptığım kitabını okuyalım birlikte; (yağmura nazire )

AVLU
sevgilim, güzel yazım, ince randevu
verirsen bana: adam evdir, kadın avlu
yaz! ben sana açılayım sense sokağa
yaz beni de bir ince vakte ayarla,
bir adam adası varsa oraya bırak,
ister ıssız bırak, uğurla, dilersen uğra,
su gibi yaz: kadın deniz, adam ada,
hem bütün adalar kadınla ıssız hem
adam kadının ortasında tenha, bir kuğu
bile bir kez olsun kendi etrafında
kirlenmeden dönemiyorsa bu dünyada
neyi yazacaksın sevgilim, yaz! ucu
kırılmaya doğru açılmaktaysa kalemin,
yükselmekteyse de şiirin adasındaki sular da!
işte ıssız adalar bir bir kadınlarda boğuldu,
en iyisi denizin yuttuğu bir adam oldu…
dünya avlumuz olsaydı da evler gibi
yüzyüze bakabilseydik orada, yaz ve açıl
sevgilim, güneş bir avlu daha kazansın senden,
deniz de benden bir adam daha…

güzel avlumsun benden sokağa açılsan da!

NAR’IN BABASI

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Nar imgesinin Haydar Ergülen şiirindeki yeri malumunuzdur. Bu kelime, adeta onunla anılır olmuştur. Nar’ı hem kitabına hem de çocuğuna isim olarak veren bir şair, elbette merakı hak ediyor demektir.
kış büyük geliyor nara gidelim.
soğudu günlerin yüzü nara gidelim
narın bir diyeceği olur da bize
açılır yazdan binbir sıcak söz
dilimiz kurudu burdan nara gidelim
narın bir evi var pek kalabalık
keşke biz de otursaydık orada
ev büyük geliyor şimdi her oda
bir ayrılık, çocuklar kapalı kutu,
bahçeler dağınık: bir salkım üzümü
paylaşırken nasıl da bağ bahçe arkadaştık,
meğer yapraklarından soymaya başlamış
bahçeyi hırsız, bağ çıplak kalmış!
Narın bahçesine bir hoyrat girse
tenden önce dile yoksulluk düşer
dil üşümeden daha üzülmeden ten
açılıp saçılsın bize nara gidelim;
ev ki nar gibi içiçe bahçe
kadın aşka bahçe, deli sarmaşık
tutunup aşkına hemen nara gidelim.

Nârın elinden kopardık şu aşkı diyelim!

Dergilerde kalan şiirlerini topladığı KARTON VALİZ kitabı da bu yazıdaki yerini alsın;
Rüzgar aynı cümlede iki kez eser
ve kağıttan şiiri kovardı ikincisinde

karton valizi gemiye alma, kiraza açıl
uzak çocuk! Şehre git ve hepimizi söyle!

KEDER GİBİ ÖDÜNÇ’te bize ne has şeyler mırıldanır;
“Hiçbir şeye sonuna kadar vakıf olamayacağımızı düşünüyorum. Bir duyguya bir bilgiye insan sonuna kadar vakıf olamaz. Bu gözyaşı olsun, kahkaha olsun ve tabii şairlere en çok yakıştırılan keder olsun. Artık kederli olmak şairliğin şanındandır. Bilge olmak da tasavvufun şanındandır ya… Ben de bize verilen her şeyin ödünç olduğunu; kendimizin ödünç olduğunu, kelimelerin ödünç olduğunu, şiirin ödünç olduğunu ve işte o anda da şairin de en can alıcı noktası da olan kederin ödünç olduğunu düşünüyorum. Keder dağıtıcısı, keder tüccarıdır şair.”

Galiba insanın yakışıklı bir kalbi olmalı önce 
sık sık tozu alınmalı, parlatılmalı aynalı sözlerle 
benimse kalp hususunda cilalı bir cümlem bile yok 
mırıldandığım sözlerin çoğu ondan gelse de…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Kendi seçtiklerini öne çıkardığı YAĞMUR CEMİ kitabına çevirelim yönümüzü;

Gözyaşı da yağmura dahildir der şair. Cenk Gündoğdu’nun önerisi olan kitab adını çok sevmiş Ergülen. Yağmuru severim, cem olmak da geleneğimde var diyerek bu tercihinde haklı olduğunu da dillendiriyor şair.

şimdi anımsanması gereken bir şeyler vardır
bir çığlık kadar sessizlik de anımsanır
hoyrat sevinçlerle sularında yüzülen
olağan duygularla yüreği örten
bir aşktan geriye suskunluk kalır

“Hiç bir şiiri bitmiş olarak düşünmem” diyor şair ve ekliyor; “ Hayatta ne var ki tamamlanmış o yüzden şiirde yarımdır. Hepimiz her şeyin yarım kalacağını biliyoruz.”
İşte bu yazıda o kadar yarım kalmıştır zihnimde, kalemimde.

Trenler de Ahşaptır kitabının başlangıçında dediği gibi cümleten iyi yolculuklar dilerim Haydar Ergülen’in kitapları arasındaki vagonlarda size.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

GİRİZGAHI SONDA BULUNAN YAZIDIR BU!
Turgut Uyar, Şairin hayatı şiire dâhildir” der. Aşağıdaki notlama da bunu dikkate almak adına yapılmıştır;

İlk şiiri 1972’de Eskişehir’de Deneme dergisinde Umur Erkan adıyla yayınlanır. 1979’dan itibaren Somut, Felsefe Dergisi, Türk Dili, Yusufçuk, Yarın, Gösteri ve Varlık dergilerinde şiirleri yayımlanır çoğunlukla. Uzun vakitler Radikal gazetesinde Açık Mektup başlığı altında yazıları yayımlanır. Şiirleri dışında Deneme çalışmaları da mevcuttur. 80 kuşağının kıymetli şairlerinden Haydar Ergülen 1956 Eskişehir doğumludur.

‘HERDEM’

 

‘PLAZA DE MAYO ANNELERİ..’ – EMİRHAN OĞUZ

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

PLAZA DE MAYO ANNELERİ..

 

‘en argentina

no pasa nada’

 

künyemde onbeşbin ad okunuyor

hem derin uçurumlardayım hem kör dehlizlerde

her evin temel çukurundayım

mezarım belirsiz

 

yedi yıl yirmiyedi mevsim anne

kurudu kanım tank paletleri altında

törenleriyle sirenleriyle çiğnediler cesedimi

gözlerimi kara çaputlarla bağladılar

çaldılar benden günü geceyi

gördüm kaç genç kızın gelinliğini kirlettiler

kaç bebeğin beşiğini sarstı postalları

gördüm anne

çelik miğferleriyle tuttular sabahın kapısını

sorgulara taşındım

mitralyöz tarakaları yaladı

çiçek tarhlarında çürüyen saçlarımı

dinle anne

bir desparesido’nun kurşun geçirmez sesim

beni bir dağın kıyısında vurmuşlardı

mezarım belirsiz

 

erimiş gözlerinin menevşe vakti

yirmiyedi güz yaşlanmışsın anne

kayısı dallarından süzülen yağmur damlası gibi

akardı ayışığı boynundan omuzlarına rüzgar

ıhlamur kokusu getirirdi dağdan

ocakta közler ışıldardı

kıvılcımlar uçururdu ateşböceklerinin ışığına

ölü demire can veren elleri babamın

çocuk gözlerimizde duyardık anne

göçer kemanların çağrısı gelirdi uzaktan

koşar gelirdi ablamın ezgisi sesine

acı aşk şarkıları kır gecesinin

 

dinle anne

bir desparesido’nun ağıt tutmaz sesiyim

beni bir gecekondu avlusunda vurmuşlardı

mezarım belirsiz

 

dumanrengi bir gökyüzü anne

çökerdi karanlık sokaklarına akşamın

oturup camın kıyısına yolumu gözlerdin

kirpiklerine değerdi pervazdan sızan rüzgar

kulağın kapıda korkuyla ürperirdi yüreğin

dışarıda kar anne karda ayak izleri

neyi anlatırdı geceye bırakılan kağıtlar

onlar hiç anasütü emmemişlerdi

ve anaları hiç oğul emzirmemişti onların

birağızdan söylenmiş türkülerle ışıyacaktı

gün bizim sokaklarımızdan akacaktı kentlere

dinlerdin gözlerin iri iri açılırdı

bugün haftanın dördüncü günü anne

son perşembesi eylülün

mayıs meydanı’nda ilk çiçeklerini açıyor bahar

ve başörtün

ülkemin mavi kelebekleri gibi

dalga dalga uçuyor saçlarında

 

bir öfkenin önce yargılı sesisin anne

sarmışlar çevreni sırmalı kollarıyla

parmakları tetikte dirsekler kenetli

kaçırıyorlar gözlerini gözlerinden

gizlemeye çalışıyorlar yüzlerini

susturmak istiyorlar acı aşk şarkılarını kır gecesinin

silmek yok etmek istiyorlar kardaki ayak izlerini

seni yirmiyedi güz yaşlandıranlar

sana plaza de mayo’nun delisi diyorlar anne

çelik yelekleriyle uykularını basıp gelinlik kızlarına saldıranlar

sana perşembe’nin delisi diyorlar..

 

bugün haftanın dördüncü günü

ilk perşembesi ekim’in

mayıs meydanı’nda yuvalarını kuruyor kırlangıçlar

ve senin yumruklaşan ellerin

tıpkı sonsuz toprakları gibi ülkemin

doğacak günü taşıyor avuçlarında

 

bir acının sevince yazgılı sesisin anne

yolumu bekleyen gözlerin

bir daha göremeyecek karda savrulan atkımı

o emekçi ellerinle saçlarımı saramayacaksın

ama üzülme

gölgemin değdiği duvarlardan

tülden bir esintiyle geçecek mayıs sabahı

gün gelecek

sevinçle savurarak sigara dumanını

şarkılar söyleyecek fabrika kapılarında kardeşim

ve sen her perşembe geleceksin

ve mezarımın toprağını hep gizleyecekler senden

 

bugün dördüncü günü haftanın

acıyı ve özlemi

umudu ve öfkeyi çağırıyor mayıs meydanı’nda toprak

duy çağrımı

ağarmış kızılderili alnınla gel anne

yorgun bilekleriyle ayaklarının

yurdumun uçsuz bucaksız pampaları gibi

üretken öpülesi ellerinle gel

toplumezar çiçeklerinden topla türkümü

türkümü söyleyen melez sesinle gel

listelerde onbeşbin kayıbım anne

onbeşbin ölü

onbeşbin kayıp..

 

 EMİRHAN OĞUZ

(Eylül – Ekim 1983..)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

EMİRHAN OĞUZ , ‘ATEŞ HIRSIZLARI SÖYLENCESİ..’ , KIRMIZI Yayınları , Ekim 2009 , İlk Baskı : Cem Yayınevi 1988..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘YABANIN TUZLU EKMEĞİ..’ – ERICH AUERBACH

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘böylelikle fransa’da gündelik olanın ciddiyetle taklidini mümkün kılan , bunun oluşmasını ve gelişmesini sağlayan değişimin ne tür bir değişim olduğunu görmüş olduk.. gerçekçiliğin eski türünün , 18. yüzyılın günlük hayat tablosunun , geçerliliğini yitirmesine , türler arasındaki ayrımın aşılmasına ve gündelikliğin tarih-içi , sorunsal doğasına yönelik içgüdüsel bir kavrayışın oluşmasını sağlayan , toplumsal katmanların 1789-1848 yılları arasındaki altüst oluşuydu.. gündeliklik , bu temel üzerinde sanatçılar için ciddiyetle taklit edilecek bir nesne ve giderek de bu taklidi mükemmelliğe ulaştıran eleştirel bilgi haline geldi.. flaubert hiç şüphesiz bir doruk noktasıdır.. ondan sonra gelen fransız yazarları toplumsal gerçekliğin taklidi işini aynı saflık , hassaslık ve derinlikle ele almaz oldular ; daha da sonra gerçekçilik , gerçekçi sanatçıların en önde gelenlerinin şekillendirecek olan gerçekliği artık bizim dışımızda verili bir şey olarak görememeleri sonucu yeni bir çehre edindi..

tür ayrımının ortadan kalkışı , gündelikliğin ciddiyetle tarihsel bir yapı olarak görülmesi ve böylece hepimizin , insan olmamız ve insani bir kaderi yaşamamız nedeniyle , ciddiyetle taklit edilmeye değer görünmesi , insanın kendine bakışının tarihinde önemli bir dönüm noktasıdır.. hayatımızın kapsamı ve zenginliği biçimlendirmeye açılır ; yaygın dal ve budaklarıyla art arda ya da yan yana gerçekleşen eylemler olarak değil süreklilik , eşzamanlılık ve çok yönlü birlik olarak önem kazanır.. birliğin gerçekleşmesi için zamansal ve mekansal kısıtlamalara gerek yoktur artık.. yüksek sanat dilinin de kendini sözcük seçiminin inceliğiyle göstermesi gereksizdir , insani durumumuzun ortak ciddiyeti , taklide hizmet ettiğini kanıtlamış her sözcüğe onurunu bahşeder.. ancak fransa’da falubert’e kadarki gelişime bakıldığında tarihsel-toplumsal ilişkiler bağlamında özgürlüğün tehlikeye girdiği ve gerçekliğin taklitçi biçimlendirilişinin ciddiyeti ve nesnelliği ne ölçüde arttıysa insani olanın özgürleşmesinin ve katharsisinin de o ölçüde imkansız görünmeye başladığı fark edilir..

gündelik olanın ciddi taklidi  avrupa’nın diğer ülkelerinde de aynı dönemde başladı.. bu ülkelerde tür ayrımı fransa’daki kadar köklü değildi ve toplumsal tabakaların altüst oluşu da oradaki kadar şiddet içermedi.. bu yüzden taklitçi sanatın örneğin almanya’daki görünümü başlarda tümüyle farklıdır.. burada mizacın ve mizahın gücü  felsefi bir ironi , geleneksel olana dindarca bir kökten bağlılık , verili gerçekliğe , onun biricikliğine ve geçiciliğine duyulan derin sevgi gündelik olanı aydınlatır.. ancak avrupa’nın her köşesinde toplumsal ve ekonomik koşulların birbirlerine benzerliğinin artması , modern hayat tarzının belirginleşmesi ve aynılaşması ölçüsünde gündeliklikle kurulan bu dinsel ilişki de zayıflamaya ve hakikilikten uzaklaşmaya başladı..

bunun gibi gerçekçiliği inceleyen bir yazı dahi gösteriyor ki , 1800’lerde avrupa’nın eski düzenini sarsan altüst oluşun aniden ortaya çıkan gücü , insanları kendi hayatlarını daha derin bir bilinçle kavramaya çağırdıysa da onları hayatlarını bu yeni bilinç doğrultusunda düzenleyebilecekleri bir duruma getirmemişti..’

‘edebiyatta gerçekçiliğin ne olduğunu herkes bilir , fakat zannedersem onu açıklamakta , hatta tarif etmekte herkes zorlanır.. buna şaşırmamalı.. bireycilik , sembolizm , romantizm gibi genel anlamı olup , bir düşünme tarzı veya bir sanata yönelik sözcükler tam ve sınırlı anlamlarını ne kadar çok kimseye kabul ettirmişlerse , genel anlamlarını o oranda yitirirler.. çok kullanılan sözcüklerin anlamı tanınmayacak hale gelir , tıpkı elden ele dolaşmaktan yazıları ve köşeleri aşınan paralar gibi..

gerçi ben gerçekçilik hakkında düşündüklerimi anlatmakla başlamayacağım.. gerçekçilik konusu konferansımın başlangıcından çok hedefidir.. gerçekçiliğin 19. yüzyılda ne olduğunu olabildiğince esaslı biçimde bilmek ve bunu kavramak için , 19. yüzyıl roman türünü çözümleyeceğiz ve ortaya çıkış hallerini somut örneklerle tartışacağız.. ondokuzuncu yüzyılda herkes roman okurdu ve herkes hala roman okuyor , bizim devrimiz babalarımızın ve atalarımızın devri kadar okumaya düşkün olmadığı halde sinema ve radyo , dış dünyadan alacağımız bilgi ve sanat tecrübelerine erişme biçimlerini çok değiştirmiş olsa da , roman daima önemli bir yer taşımaktadır..19. yüzyılda , bir iktisatçının diyeceği gibi en çok tüketiciye ulaşarak üretimi büyük miktarda işgal eden edebi tür romandı.. ve bu romanların çoğunu gerçekçi romanlar oluşturuyordu..

bunun ne demek olduğunu kabaca söyleyelim.. bunlar çağdaş konulardan söz eden romanlardır , okur ile aynı zamanda yaşayan ve onun çevresinden çok uzakta olmayan birisinin  hikayesini anlatırlar.. öreğin bir öğretmen , bir köylü , doktor , fabrikatör , asilzade bir sanatkarın öyküsü.. çok defa romanda kahramanın yaşamı izlenerek toplumun birçok kesiminden söz edilirdi ; konu çağdaş olmak kaydıyla sıradan olabilirdi.. bu ‘çağdaş’ ve ‘sıradan’ terimlerini açıklamak gerekecek..

çağdaş , yalnız maddi olarak hemzamanlık anlamına gelmez.. bir konunun gerçekçi anlamda çağdaş olabilmesi için şimdi söylemiş olduğum gibi güncel olması ve okurun dünyasından çok uzak olmaması lazımdır..

bizim çoktan beri aşmış olduğumuz medeniyet seviyesinde hala yaşayan Afrikalı Habeşler veya avustralyalılar gibi çağdaşlarımız gerçekçi romanın konusu olmazlar , ancak egzotik romanın konusu olabilirlerdi.. aslında bu fark çok belirsizdir ve orantısal bir yönü vardır.. 1835’te yaşayan bir Fransız için merimée tarafından betimlenen İspanyolların ve Korsika adalarında oturanların örf ve adeti kendilerinden o kadar farklıydı ki , kolombo veya karmen onlara gerçekçi olmaktan ziyade egzotik geliyordu.. halbuki bugün Parisli bir doktor san fransisco’lu bir işçinin yaşamını çağdaş bir öykü olarak algılayabilir : perla buck’ın harikulade çin romanlarını haklı olarak gerçekçi roman diye kabul ediyoruz..

insanların yeryüzündeki yaşamı gitgide , benzerlikte değilse bile , bireyi ilgilendiren bir olayın derhal bir başka bireye etki etmesiyle bir ortaklığa işaret eder.. öyle ki bugünün çağdaş romanı , yapısı gereği gerçekçidir.. egzotik olabilecek bir roman yazmak gitgide güçleşmektedir..

demek ki gerçekçi roman çağdaş olmalıdır , öyle ki okur kendi deneyimlerinin , ortak hayatın bir kısmı olduğunu anlasın ; bütün insanların ortak hayatı olmaya başlayan modern hayat , 19. yüzyılda yalnız avrupa’nın , yahut avrupa’nın bir kısmının modern hayatıdır..

gerçekçi romanın konusu çağdaş olması kaydıyla , sıradan olabileceğini söylemiştik.. sıradan kelimesini de açıklamak gerekir , zira burada özel bir anlamda kullanılmıştır.. gerçekçi romandan karakterler sıradan olabilirler değil , olmalıdırlar.. sıradan bir fırıncı , gemici , devlet adamı veya yazar ünlü olmayıp , yazar tarafından yaratılmış olmak şartıyla , gerçekçi romanın birincil karakterlerinden biri olabilir.. zira Atatürk , Roosevelt , Einstein hatta örneğin önemli bir davaya karışmış olması sebebiyle herkes tarafından bilinen bir fırıncı , tarihte rol oynamış bir insan roman kahramanı seçilirse , o eser bir gerçekçi roman sayılamaz.. daha çok romanlaştırılmış bir hayat olarak kabul edilir.. bunlar çağdaş da olsalar gerçekçilikten çok tarihi roman diye kategorize ediyoruz..

sıradan terimin kapsamı daha geniştir ; geçmiş zamanların özellikle Fransız klasisizmi zamanının tragedya eserlerinde sıradan bir konudan söz edilmezdi.. seçkin bir konu seçilmesi gerekirdi ; bir eserin kahramanlarının gündelik ve sıradan hayatın dışında kimseler olması gerekliydi ; krallar , prensler , zamparalar veya aşık çobanlar.. her günkü hayat yüksek şiire giremezdi.. şimdi bir yüzyıldan beri bunun tam tersi hakimdir : modern gerçekçilikte seçkin kesim yoktur , sıradan kesimleri tercih etmek bir zorunluluk haline gelmiştir..’

‘insanın kullandığı ifade araçlarının en önemlisi ve en kapsamlısı sözdür.. diğerleri , örneğin jestler ve hareketler sözün yerini tutmaktan çok ona eşlik eder , onu güçlendirirler.. insan hayat başlarken , etrafındaki dünya zihnine ilk öğrendiği dil aracılığı ile yerleşir.. dünya ile ilişkisini dil sağlar.. öğrendiğimiz her şey anadilinin kalıbına girer.. o kadar ki , sözcükler mi dış dünyadan , yoksa dış dünya mı sözcüklerden doğmuştur diye düşünebiliriz.. sonra etrafımızla ilişki kurmakta büyük kolaylık kazanınca , söz , kişiliğimizin en mahrem duygularını , arzularımızı , hayallerimizi , anı ve fikrilerimizi ifade edebilir.. müzik ve plastik sanatlar , bazen ruhumuza kendini daha iyi ifade etme olanağını verir belki.. fakat bu sanatların genel ve ortak bir dil olarak kullanılmasına olanak yoktur.. sözün kapsama alanı çok daha geniştir.. söz , bireyin günlük hayatında olduğu kadar büyük siyasi fikirlerde , ilimlerde olduğu kadar hislerinin ifadesinde de kullandığı tek araçtır.. bütün hayat sözün , yani her işe yarayan bu kıvrak aletin içinden geçer.. hatta ona bir alet , bir araç demek bile belki doğru olmaz.. bütün manevi varlığımız söze karışmıyor mu.. onun içinde adeta somut bir hale gelmiyor mu..’

‘YABANIN TUZLU EKMEĞİ..’ , ERICH AUERBACH , Hazırlayan ve Sunan : MARTIN VIALON , Çeviri : SEZGİ DURGUN , HALUK BARIŞCAN , CEVDET PERİN , FİKRET ELPE , METİS Yayınları , Ekim 2010..