NeHrİn AşAğI kIsMıNdA…

Yaşamın felsefesi eksik… Elbette felsefi sorgulamanın eksik olduğu yerde praksisten de söz açmak nâanlam. Meslek edindirme yüksek kurumlarından her mezun olan, kendi kürsüsünden, kendi kürsüsü dediğim, kendi gerçekliği-hab’itusundan doğrultarak başını şöyle kahraman bir anti-kahraman edasında tiradlar atıyor. Herkes çok biliyor maşallah, herkes hakikate vakıf, herkesin çıkarımı en sahih olan. Biz “türdeş kurtçuklara”, “hayatın anlamı, türdeş bir kurtçuğun sorumlulukları vs.” üzerine atıp tutuyorlar. Daha doğar doğmaz başlıyor yaftalama süreci, aslında öncesinden. Daha sen gelmeden, bir özne olarak belirlenen senin, bir ismin oluyor. İsmin, toplumsala adımını attığında, diğerlerinin seni tanımlamalarını ve sınıflandırmalarını kolaylaştırıyor. Diğerlerinin kafasında oluşan “sen” fikri, senin somut varlığından daha güçlü, daha etkili bir hal. O sebepten adın 10’a çıksa 9’a indirmen neredeyse imkânsız. Hem artık bu kimin umrunda ki? Yüzde yüz Dogville müridi isen, ne kadar kötü yaparsan yap farketmez, cennetin kapıları hiçbir zaman üzerine kapanmaz. Neyse…

Fark ettin değil mi, kimlik denilen o ucube kavram üzerinden kavramsallaştırıyorlar varlığını, o noktada sömürgeleştirildiğin yerden kafanı kaldırıp, yumruğu çakmazsan karşındakine, bu her kim olursa olsun, anan-baban bile… Bil ki işin bitmiştir artık, yıka ve göm kendini. Sen artık bir oluş değilsin, basbayağı bir yapısın işte. Öncesi ve sonrası olan, her şeyi son derece tahmin edilebilir ve kontrol edilebilir, saat gibi kesintisiz işleyen bir makine. Ve sen böyle işlerken ne kolaydır senin üremen/yeniden üremen… Karşılaşarak, çatışarak, bütünleşerek ve sonra ayrışarak çoğalmadığın için, Durkheim’in mekanik dayanışması anlatılırken kullanılan solucan gibi, bölünerek çoğalırsın. Çoğalman bu sebepten, fazladan bir enerji ve kafatası kemiğinin gerilimini içeren bir eylem değil. Şanslısın diyemeyeceğim az hareket eylediğin için, çünkü baksana haline obezsin! Ancak mutlusun değil mi, çünkü keyfin yerinde, ne akarsın ne de kokarsın. Neyse…

Bu arada ideoloji deyiverince, insanların çoğunun aklına, en somut anlamında siyasi ideolojiler geliyor ya, hani sonradan edinilen ve bir seçim olan(?), ben hâlâ alışamadım buna. Hem artık bıraktım da galiba, doğdukları andan hatta öncesinden böyle bir zarla çevrili oldukları gerçeğine dikkatlerini çekmeye çalışmaktan. Evet burada birinci tekil şahıs kendini yüceltmekte, ancak bu da bir mesele ise eğer, tamamen kendisiyle arasında olduğundan, onaylanma ihtiyacı hissetmemekte. Neyse…

Seni tanımlar ve sayısallaştırırlar. Sanki sen tanımlanınca ve numaralandırılınca, anlaşılman mümkünmüş gibi. Ancak seni anlamak, onların problemi değil zaten. Amaçları, senin üzerinden ha babam de babam politikalar, milli gelir, mutlu gezegen endeksi vs. üretmek; savaş, tehcir veya soykırım kararları vermektir. Varlığını reddetmek ve onaylamak için, rahipleri, imamları veya hahamları vardır. Her nerede, hangi devir, coğrafya vs. ortaya çıkarlarsa çıksınlar, mevcut din ve öğretileri, egemenin dini haline getirmek onların en ustalıkla yaptıkları iştir. Allah’ın bir numaralı yargı organı olarak hareket ederler ve kutsalı araçsallaştırarak, Süleyman’ın Tapınağını, Mescid-ül Haram’ı veya Mescid-ül Aksa’yı, yetimlerin kanlarıyla sular, yoksulların etlerinden kendilerine muazzam ziyafet sofraları kurarlar… Sen bakarsın, onlarla aynı dine, millete, etnik topluluğa vs. dâhil edilmişsindir; ancak “fark etmen” çoğu zaman imkânsızdır. Çünkü sudaki balıksındır, gördüklerin apaçık ve olması gereken veya böyle gelmiş böyle giderdir. Kutsal kayaların üzerlerini, görkemli tapınaklarla kapatırlar ve tanrının adını konforla, statükoyla, maddi zenginlikle aynı düzlemde anarlar.  Kullandığın dile dön bak, en başından senin aynı varlığa itaat veya muhalefet etmen için inşa edilmiş… Mülk, hüküm ve din göklere ait değil, bizzat yeryüzünün tanrılarına ait. Onlara muhalefet ederken de itaat etmekten çok da farklı bir şey yapmıyorsun. Emir ve buyruk nereden gelirse gelsin, onu tanımamak ve almamak gibi bir tutumun oldu mu hiç bugüne kadar? Ama biliyorum, Brahim şu an Dogville yolunda elinde baltası ile yaklaşmakta ve o asr vaktinde tek bir put kalmayacak yeryüzünde.

İşte tüm bu sebeplerden dolayı kültür senin yuttuğun/sana yutturulan en büyük zoka. İkinci doğan, sanki en saf ve en temiz halinmiş gibi giydirildi sana doğumundan itibaren. Nereye gidersen git, hiçbir zaman düşünmenin, kafa atmanın, gerilimin esas olduğu öğretilmedi ve sen bunu yapacak alet edevat ile donatılmadın. Zavallı küçük kurtçuk, mesele Mescid-ül Haram’ı Mescid-ül Aksa’ya, Orta Doğu’yu Amerika’ya, Batı’yı Doğu’ya tercih etmende değil. Asıl mesele, dünyanın tamamına, kafanile gözünile kırık ve naif gövdenile bodoslama dalabilmende… Korkusuz, statükosuz, isimsiz bir organsız beden olarak.

Bu yazıya başlarken Walter Benjamin aklımda yoktu; ancak gidişatı sırasında düşüverdi aklıma ve ben tam da Benjamin’in kültür kavramsallaştırmasının etrafında dolandığımı gördüm. Benjamin’e göre, kültür babadan oğula aktarılacak bir zenginlik değil, aksine bir enkazdır. Bu enkazdan kurtarılabilecek tek şey ise oraya buraya savrulmuş parçalardır. O, kültürün sürekliliğini sağlayan unsurların değil, ışığı sönmekte ve kenarda kalmış olan parçaların perwanesidir. Buradan baktığımda, kültürü korumaya çalışanların (ister modern ister geleneksel hiç fark etmez) en büyük muhafazakârlar; hangi aileden veya hangi taraftan –ezen veya ezilen- olurlarsa olsunlar, bir zamanlar içinde oldukları kültürü “o” kültür haline getiren, baskıcı ve zalim iktidarların sadık muhafaza edici varisleri olduklarını düşünüyorum.

Ben bunu düşünüyorum; ancak sen bilmiyorsun: Dogville yüzünü yıkarken, sıcak ve leş gibi kokan bir asr vaktinde Brahim şehre inecek…

‘İbn-i Zerâbî’

Comments are closed.