‘kendi başımıza bir odada , bir elimizle diğer elimizi tuttuğumuzda , buna ‘el ele tutuşmak’ adını vermeyiz.. kendi başımıza bir odada , bir aynada kendi elimize doğru uzanıp camın soğukluğuyla karşılaştığımızda , buna dokunma adını vermeyiz .. aksine , bunlardan her ikisi de dokunmanın buruk bir parodisi olup üzüntü duygumuzdan , ihtiyaçlarımıza ve arzularımıza acımasızca kayıtsız kalan bir dünyada var olduğumuz duygusundan doğar ve bu duyguyu besler..
gene de , insanı yeniden dünyaya döndüren ya da dünyayı yeniden insana döndüren bir tek başına dokunma biçimi vardır elbette ve bir kez daha bunu çok büyük bir kavrayış ve incelikle keşfeden kişinin ‘proust’ olması pek şaşırtıcı değildir..
‘marcel’ üzülerek ‘aynı duygular , önceden belirlenmiş bir düzene göre , bütün insanların yüreklerinde eşzamanlı olarak ortaya çıkmıyor’u keşfettikten hemen sonra şunu anlatır : ‘bazen yalnız olmaktan duyduğum coşkuya , bu duygudan açık biçimde ayrılmakta güçlük çektiğim bir başka duygu eklenirdi : kollarım arasında sıkı sıkıya tutabileceğim bir köylü kızının gözlerimin önünde belirmesi arzusunun harekete geçirdiği bir duygu..’ marcel bu anıyı izleyerek farkına varır ki , böyle kollarının arasına almayı arzuladığı kadına bir anlamda her gün dolaştığı korular ve kırlık alanlar varlık kazandırmışsa , bir anlamda da o , bu koruların ve kırlık alanların ete kemiğe bürünmesidir , marcel’in onun aracılığıyla bütün manzaraya sahip olabileceği benzersiz bir varlıktır.. ‘çünkü o zaman’ der marcel ‘kendim olmayan her şey , yeryüzü ve onun üzerindeki mahluklar bana daha değerli , daha önemli , yetişkin insanlara göründüğünden daha gerçek bir varoluşla bezenmiş görünürdü..’ öyleyse , insan bir kadını arzularken , daha sonra ki yaşamında olduğu gibi , o kadının bize vereceği zevki düşünmez ,’ çünkü insan kendini düşünmez , yalnızca kendinden kaçmayı düşünür..’
‘bağımlılığın yalnızlığı gidermenin yollarından biri olduğunu söylemek , yanlış bir izlenim vermek olur.. bağımlılığın giderdiği şey , hücre hapsinin getirdiği duygusal yoksunluktur.. ve hücre hapsi , şu ana kadar belirttiğim gibi , dört duvarı , kilitli bir kapıyı ve bir gardiyanı gerektirmez ; yalnızca dünyayla olan doğal karşılıklılık duygumuzu yitirmemiz ve elimizden geldiğince bu yitimi gidermeyi deneyecek kadar acıyla onun bilincinde olmamız yeterlidir..
‘william burroughs’ niçin eroin bağımlısı olduğunu sorgularken , bağımlılığın can sıkıntısıyla yakından bağlantılı olduğunu kabul etmek zorunda kalır.. burjuva yaşamının ona sunduğu seçeneklerden hiçbirini ilginç bulmamış ve ‘tutunanlar’a , yaşamlarını dünyanın başarılı kabul ettiği şeye dönüştürenlere ilişkin gördükleri tam anlamıyla midesini bulandırmıştır.. bir eroinman haline gelmek , bunlardan kurtulmanın bir yolu olmuştur ve burroughs bunun aslında ne kadar büyük bir çabayı gerektirdiğini ve gerçek anlamıyla bir eroinman haline gelmenin ne kadar uzun sürdüğünü güçlü bir dille anlatır..
ne yazık ki bağımlılık da arzularımızı tamamıyla tatmin edemez ve böylece bizi dante’nin cehennem’inde yaşayanların içinde bulunduğu durumda bırakır ; ‘sürekli , umutsuz bir özlem içinde olma’ yani ‘sanza speme vivemo in disio..’
‘stanley cavell’ , sinema hakkındaki daha önce sözünü ettiğim kitabında sinemayla ilgili olarak aynı görüşe oldukça yaklaşır ; ancak sinema ile bağımlılığı özdeşleştirmekten kaçınır.. ama cavell’in kavrayıcı gözlemleri çoğu sinema kuramının sıradanlıklarını aşıp neyin söz konusu olduğunu anlamamıza yardım eder :
‘dünyanın kendisini gözlemek istediğimizi söylemek , mutlak biçimiyle gözleme durumunu istediğimiz anlamına gelir.. dünyayla bu yolla –onu gözlemek , ona ilişkin görünümler edinmek yoluyla – bağlantı kurarız.. durumumuz , doğal algılama biçimimizin gözlemek , görülmediğimizi hissederek gözlemek haline geldiği bir durum.. dünyaya bakmaktan çok , dışımızdaki dünyaya bakıyoruz , benliğimizi siper ederek.. görülmeyenler ve görülmemesi gerekenler , artık tamamen engellenmiş ve denetimden çıkmış olan hayallerimizdir.. sanki artık onları –tam sokaklara döküldükleri , en az kişisel hale geldikleri anda – bir başkasıyla paylaşabileceğimizi umamıyoruz.. o yüzden , hayallerimizi dünyayla birleştirme olanağımız her zamankinden daha az.. bir filmi izlemek durumu otomatik hale getirir , bu durumun sorumluluğunu ellerimizden alır.. bunun içindir ki , filmler gerçeklikten daha doğal görünür.. hayal dünyasına birer kaçış oldukları için değil , kişisel hayal dünyasından ve onun sorumluklarından , dünyanın zaten hayal gücüyle çizilmiş olduğu gerçeğinden uzaklaşmamızı sağladıkları için.. ayrıca birer rüya oldukları için değil , özlemlerimizi daha da içimize çekmeye son verelim diye ‘benin’ uyanmasına olanak sağladıkları için..’
‘DOKUNMA’ , GABRIEL JOSIPOVICI
Çeviri : KEMAL ATAKAY , AYRINTI Yayınları , Ağustos 1997 , 196 Sayfa..