Bu yol hakikate çıkar mı bayım?

“Linha de Passe” (Geçiş Çizgisi), 2008 yılı Brezilya yapımı bir film. Filmin başrol oyuncusu Sandra Corveloni, bu filmedeki rolü ile, 2008 Cannes Film Festivali’nde, en iyi kadın oyuncu ödülünü almış. Film, Brezilya’nın Sao Paulo şehrinde geçiyor. Sanayi şehri olan Sao Paulo, nüfusunun çokluğu ile Güney Amerika’nın en büyük kenti. Ancak mesele bu değil, daha fazlası için google’a girilebilir. Asıl mesele, filme konu olan ana-reis ailenin, Sao Paulo’nun kenar mahallelerinden birinde yaşamaları ve basbayağı yoksulluk/yoksunluk içinde olmaları. Anne Cleuza’un farklı yaşlarda ve farklı erkeklerden olma 4 oğlu var. Beşinci çocuğuna hamile olan anne, kentin iyi semtlerinden birinde oturan, üst-orta sınıf bir ailenin hizmetçisi. Her gün, güneş ile beraber şehrin eteklerinde bulunan gece-kondusundan çıkıp, şehrin merkezine doğru yolculuk yapıyor. Cleuza için emeğin yeniden üretimi, kurulu bir saat gibi, mevcut sosyal sınıflar arasında, günlük sert iniş-çıkışlar ve merkezden çevreye geldiğinde, evine girmeden önce, köşedeki barda bir-iki bira içerek, futbol konuşmak demek.

 Film sıradan insanların, sıradan hayatlarını anlatıyor; ancak hayatlarına temas ederken mübalağa veya olduğundan trajik gösterme gibi tekniklere başvurulmamış. Bu nedenle, filmi izlerken, sık sık kendimi antropolog Oscar Lewis’in, “The Culture of Poverty” (Fakirlik Kültürü) mefhumuyla sahaya çıkmış bir sosyal araştırmacı gibi hissettim. Lewis’in, Meksika ve Sao Paulo’nun kenar mahallelerinden ailelerle yaptığı derinlemesine görüşmelerinden ve katılımcı gözlem yoluyla elde ettiği verileri üzerine kurduğu nosyonu, 1960’larda akademik alanda, yoksulluk tartışmalarında oldukça geniş bir yer tutmuştu. Sonrasında ise, yoksulluğun müsebbibi olarak kurbanın suçlanması (Blaming the victim) veya kuşaklararası geçiş özelliği taşıyan maddi yaşam biçiminden, bir kültür olarak bahsedilmesinin mümkün olup olmadığı türünden tartışmalarla, sosyal bilimin arşivlerine kaldırılmıştı. Ancak bugün, bilhassa Avrupa’da hem akademide hem de siyasette popülerleşen, “sosyal dışlanma” kavramı, yeni yoksulluk yaklaşımının temel unsurlarından biri olarak kabul ediliyor. Sosyal dışlanma, kuşaklararası geçiş özelliğine sahip yoksulluğu yoksunluk olarak ele alıyor. Bunu ilk defa bugünün teorisyenleri söylemiyor elbette. Tanım-tespitin babası,  bir antropolog olan Lewis’dir. Sosyo-ekonomik bir olgu olan yoksulluğun, kuşaktan kuşağa aktarıldığını ve bu bağlamda bir kültür olarak da ele alınabileceğini söyleyen ilk defa kendisi olmuştur. Neyse… Bana ilginç gelen nokta ise, filmdeki ailenin yaşantısının, davranış örüntülerinin vs. Lewis’in “fakirlik kültürü”nün içerdiği önermelerle birebir örtüşmesi oldu. Şimdi ben bu iki noktadan hareketle, Sao Paulo’nun kenar mahallelerinde yaşayan çoğunluğun yaşamlarının benzer örüntülere sahip olduğunu iddia edebilir miyim? Yönetmenin, senaristin ve antropologun oraya has “gerçeklik” hususunda sundukları verilerin uyuşması, bana oranın ve mekânsal olarak oraya ait her bir çoğulluğun gerçekliğini yeterince açık etmiş midir? Her şey mümkün…

  

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Filmden kalanlar:

–          Tıpkı sabah duası veya namazı gibi bir ritüel formunda, annenin, her sabah mutfağının tıkalı lavabosunu dolduran pis suyu temizlemek için lavaboyu açmaya çalışması. Sonrasında ise, üst-orta sınıf ailenin, tıkanmayan lavabolu lüks banyosunu temizlemeye gitmesi.

–          Çocuklardan her birinin farklı bir çıkışı, içinde bulundukları çukurdan yırtma yolunu zorlaması. Birincisi, yaşı geçmesine rağmen, iyi bir futbol takımına seçilmeyi zorluyor; ikincisi, kolay yoldan para kazanmayı deniyor (Motosikletle, kırmızı ışıkta bekleyen arabaların yanlarında duruyorlar. Arkadaki arkadaşı, belirledikleri arabanın camını kırıyor ve çantayı alıp kaçıyorlar.); üçüncüsü ise benzincide pompacılık yapıyor; mahalledeki kiliseye devam ediyor ve İsa’ya tutunarak, nesnel koşullarının sert ve soğuk etkisini uyuşturmaya çalışıyor ve son olarak, annenin beraber olduğu bir otobüs şoföründen olan en küçük oğlan, bütün gün otobüslerde vakit geçirerek, kendisi gibi siyah tenli babasını arıyor.

–          Anne, bir gün hizmetçilik yaptığı evde ütü yaparken, evin oğlunun pantolonunun cebinde 20 Peso buluyor. Evin hanımına, parayı bulduğunu söylemeden önce, bir sigara yakıp, bir süreliğine, bir yandan eliyle buruşmuş paraları düzeltirken, diğer yandan paraya yönelmiş uzun bir dalgınlık yapıyor. 20 Peso evin oğlu için, cepte unutulmuş az bir para, ancak bizim oğlanların annesi için, akşam yemeğini zahmetsiz çıkarmak demek.

–          Arabalardan çanta çalarak, derdi maişetini savan oğlanın, bir gün işleri yolunda gitmiyor. Bir dizi aksilik sonrası, bir adama silahını doğrultuyor ve adama cipini o dur deyinceye kadar sürmesini söylüyor. Açık bir arazide duruyorlar, cipin sahibi oğlanın yüzüne bakmadan, ne istiyorsa almasını ve onu öldürmemesini yalvarıyor, tıpkı eliyle tepesine üşüşmüş bir sineği savar gibi. Bizim oğlan, tetiği doğrultuyor ve “bak” diyor, “yüzüme bak.” Göz göze geliyorlar… Bu genel bir tutum herhalde, nedense, farklı sosyo-ekonomik gerçeklikler bir arada bulunmak durumunda kaldıklarında, “üsttekiler” ısrarla “alttakileri” yok sayma, görmezden gelme veya bir masa ya da bir sandalye gibi araçsallaştırma eğiliminde oluyorlar. Sonra, sınıfı yukarı doğru atlayan çoğunluk da, bir zamanlar olduğu şeye karşı aynı kayıtsızlığı gösteriyor. Peki ya, bir gün o üsttekiler, alttakilerin yaşam alanlarında sıkışıp kalırlarsa ne olur, hem de şöyle dört başı mağrur bir gettoda? Dogville bu, ister üst ister alt fark etmez, her kesimden sınırsız ve sayısız müdavimi vardır ve elbette, faşizmle, yalan ve sahte ile beslenir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

–          Son olarak ise, benzincide pompacılık yapan, İsa-sever oğlanın hali. Başta, pompacı oğlan kendisine, olumsuz ve kısıtlayıcı nesnel koşullarına karşı bir dayanak noktası olması umuduyla, merkezin ve egemenin kilisesinin İsa’sına sığınıyor. Yoksulluğunu üzerinden, zenginleşerek çıkarmak gibi açık bir niyet yok ortada. Daha çok, “Din, halkın afyonudur.” önermesi tecelli ediyor. Sonra, ne olursa oluyor, bizim oğlan bakıyor, engelli bir kadın, bir ayin sırasında, “İsa’nın mucizesi” olarak yürümesi telkin edilirken mesela, yürüyemiyor. Rahip, hemen “inanç” diyor, “yeterince inanmamız lazım.” Yok ya, hadi bakalım, kurbanı suçlama mekanizması burada da devreye giriyor. Ya bana inanmayan İsa’nın kendisiyse ya da İsa ile benim aramda, bu şekilde formüle edilen bir ilişki yoksa aslında… Ve siz sayın bayım/rahip, merkezden/egemenden beslenen söyleminizle, bana gerçek yaşam koşullarımla veya gerçeklikle aramdaki ilişkiye dair yanlış/çarpıtılmış bir tasavvuru dayatıyorsanız, hem farkında olmaksızınolarak hem de sürekli olarak “hakikat” sözcüğünüzle ruhumu iğdiş ederek? Neyse… Pompacı oğlan, bu arada parasını çalan kardeşi, parasını kardeşine çaldırdığına inanmayan patronunun onu işten kovması ile kırılma noktasına ulaşıyor ve bunu patronunu döverek deklare ediyor. Günün sonunda “yolu kaybediyor”; ertesi günün sabahında, yolu tekrar kilisenin İsa’sı ile kesişiyor ve topluca iştirak edilen nehirde vaftiz eyleminden sonra cemaatten kopuyor. O bir gecenin sonunda, pompacı oğlan aydınlanıyor, kafası karışık ama olsun. Tek başına ağaçların arasında, patika yolu takip ederken, “Yürü, sadece yürü” diye tekrarlıyor kendi kendine, tıpkı Bab’Aziz gibi, çünkü henüz bilmiyor: “Yürü! Yürüyenler yollarını bulacaktır. Sadece yolda olmak yeterlidir!”

 Bu filmin ardından, Kurosawa’nın “Rashomon”unu ve Sidney Lumet’nin “12 Angry Men”ini (12 Kızgın Adam) izledim. Böylelikle bir kez daha gördüm ki, sevdiklerim bizzat gerçeklik, gerçeklik eleştirisi ve gerçekliğin sorgulanması üzerine olanlar. Her iki filmden de kalan şu ki, gerçek ya da gerçeklik dediğimiz, nereden bakıyorsak oraya göre değişiyor, tıpkı Marx’ın sözü gibi: “Bir köylü kulübesinde bir saraydakinden farklı düşünülür.” Ammawelakin nereden bakarsak bakalım yine de biz onu kuşatamıyoruz, tıpkı “12 Kızgın Adam” filmindeki Henry Fonda’nın oynadığı karakterin ağzından döküldüğü gibi: “Olayı nereye çekerseniz çekin, önyargı gerçeği hep saklar. Gerçek ne sahiden bilmiyorum? Kimsenin gerçekten bilebileceğini de sanmıyorum.” Sonu olmasa da, durum hep bilinemezlikten yana olsa da, yapılabilecek tek şey, gerçekle aramızda her ne var ise, önyargı, çıkar, kabul, acı vs. yıkarak yürümeye devam etmektir belki de. Belki de, Rashomon’daki siyah cüppeli karakterin dediği gibi: “Hayır, ben insanlığa inanıyorum. Dünyanın cehenneme dönmesini istemiyorum.” Son iyi insan da yeryüzünden silininceye dek, insanlığa olan inancı diri tutmaya çalışmaktır. Bilmem, belki de?

 ‘İbn-i Zerâbî’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Comments are closed.