Archive for Nisan, 2011

Yaşasın 1 Mayıs !

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘YAŞASIN 1 MAYIS !

 

TÜM AYLAKLARIN VE EMEKÇİLERİN 1 MAYIS EMEK VE DAYANIŞMA BAYRAMINI ŞİMDİDEN KUTLUYORUZ..

YARIN AYLAKLAR VE ‘AYLAK ADAMIZ’ TAKSİMDE ALANLARDA OLACAK..

HERKESİ , TÜM AYLAKLARI BEKLİYORUZ..

BU ARADA ‘AYLAK ALKİ’YE HAZIRLADIĞI GÜZEL PANKART İÇİN TEŞEKKÜR EDİYORUZ..

 

YAŞASIN 1 MAYIS !’

 

‘AYLAK ADAMIZ’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

HAVA DÖNDÜ İŞÇİDEN, İŞÇİDEN ESİYOR YEL

6. Uluslararası İşçi Filmleri Festivali “1 Mayıs”ta İstanbul, Ankara ve İzmir’de başlayacak.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Tüm filmlerde olduğu gibi, 2 Mayıs 2011 Pazartesi günü İTÜ Maçka’da gerçekleşecek açılışta  Bandista’nın şarkılarına eşlik ederek katılmakta ücretsiz.

Festivalle ilgili siteye girip kitapçığını indirebilmek ve işçiye dair filmleri festival öncesi tarayabilmek mümkün.

Türkiye Gazeteciler Sendikası, Kazım Koyuncu Kültür Merkezi, Fransız Kültür Merkezi, SES Ankara Şube’si festivali destekleyen bir çok kuruluştan yalnızca bir kaçı…

Gürül gürül akan bu hayatta bilinci açığa çıkarmak ve işçilerle buluşmak için yapılacak en güzel şey 1-8 mayıs tarihleri çerçevesinde bu festivale katılımdır.

İyi seyirler…

‘HERDEM’

Bu yol hakikate çıkar mı bayım?

“Linha de Passe” (Geçiş Çizgisi), 2008 yılı Brezilya yapımı bir film. Filmin başrol oyuncusu Sandra Corveloni, bu filmedeki rolü ile, 2008 Cannes Film Festivali’nde, en iyi kadın oyuncu ödülünü almış. Film, Brezilya’nın Sao Paulo şehrinde geçiyor. Sanayi şehri olan Sao Paulo, nüfusunun çokluğu ile Güney Amerika’nın en büyük kenti. Ancak mesele bu değil, daha fazlası için google’a girilebilir. Asıl mesele, filme konu olan ana-reis ailenin, Sao Paulo’nun kenar mahallelerinden birinde yaşamaları ve basbayağı yoksulluk/yoksunluk içinde olmaları. Anne Cleuza’un farklı yaşlarda ve farklı erkeklerden olma 4 oğlu var. Beşinci çocuğuna hamile olan anne, kentin iyi semtlerinden birinde oturan, üst-orta sınıf bir ailenin hizmetçisi. Her gün, güneş ile beraber şehrin eteklerinde bulunan gece-kondusundan çıkıp, şehrin merkezine doğru yolculuk yapıyor. Cleuza için emeğin yeniden üretimi, kurulu bir saat gibi, mevcut sosyal sınıflar arasında, günlük sert iniş-çıkışlar ve merkezden çevreye geldiğinde, evine girmeden önce, köşedeki barda bir-iki bira içerek, futbol konuşmak demek.

 Film sıradan insanların, sıradan hayatlarını anlatıyor; ancak hayatlarına temas ederken mübalağa veya olduğundan trajik gösterme gibi tekniklere başvurulmamış. Bu nedenle, filmi izlerken, sık sık kendimi antropolog Oscar Lewis’in, “The Culture of Poverty” (Fakirlik Kültürü) mefhumuyla sahaya çıkmış bir sosyal araştırmacı gibi hissettim. Lewis’in, Meksika ve Sao Paulo’nun kenar mahallelerinden ailelerle yaptığı derinlemesine görüşmelerinden ve katılımcı gözlem yoluyla elde ettiği verileri üzerine kurduğu nosyonu, 1960’larda akademik alanda, yoksulluk tartışmalarında oldukça geniş bir yer tutmuştu. Sonrasında ise, yoksulluğun müsebbibi olarak kurbanın suçlanması (Blaming the victim) veya kuşaklararası geçiş özelliği taşıyan maddi yaşam biçiminden, bir kültür olarak bahsedilmesinin mümkün olup olmadığı türünden tartışmalarla, sosyal bilimin arşivlerine kaldırılmıştı. Ancak bugün, bilhassa Avrupa’da hem akademide hem de siyasette popülerleşen, “sosyal dışlanma” kavramı, yeni yoksulluk yaklaşımının temel unsurlarından biri olarak kabul ediliyor. Sosyal dışlanma, kuşaklararası geçiş özelliğine sahip yoksulluğu yoksunluk olarak ele alıyor. Bunu ilk defa bugünün teorisyenleri söylemiyor elbette. Tanım-tespitin babası,  bir antropolog olan Lewis’dir. Sosyo-ekonomik bir olgu olan yoksulluğun, kuşaktan kuşağa aktarıldığını ve bu bağlamda bir kültür olarak da ele alınabileceğini söyleyen ilk defa kendisi olmuştur. Neyse… Bana ilginç gelen nokta ise, filmdeki ailenin yaşantısının, davranış örüntülerinin vs. Lewis’in “fakirlik kültürü”nün içerdiği önermelerle birebir örtüşmesi oldu. Şimdi ben bu iki noktadan hareketle, Sao Paulo’nun kenar mahallelerinde yaşayan çoğunluğun yaşamlarının benzer örüntülere sahip olduğunu iddia edebilir miyim? Yönetmenin, senaristin ve antropologun oraya has “gerçeklik” hususunda sundukları verilerin uyuşması, bana oranın ve mekânsal olarak oraya ait her bir çoğulluğun gerçekliğini yeterince açık etmiş midir? Her şey mümkün…

  

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Filmden kalanlar:

–          Tıpkı sabah duası veya namazı gibi bir ritüel formunda, annenin, her sabah mutfağının tıkalı lavabosunu dolduran pis suyu temizlemek için lavaboyu açmaya çalışması. Sonrasında ise, üst-orta sınıf ailenin, tıkanmayan lavabolu lüks banyosunu temizlemeye gitmesi.

–          Çocuklardan her birinin farklı bir çıkışı, içinde bulundukları çukurdan yırtma yolunu zorlaması. Birincisi, yaşı geçmesine rağmen, iyi bir futbol takımına seçilmeyi zorluyor; ikincisi, kolay yoldan para kazanmayı deniyor (Motosikletle, kırmızı ışıkta bekleyen arabaların yanlarında duruyorlar. Arkadaki arkadaşı, belirledikleri arabanın camını kırıyor ve çantayı alıp kaçıyorlar.); üçüncüsü ise benzincide pompacılık yapıyor; mahalledeki kiliseye devam ediyor ve İsa’ya tutunarak, nesnel koşullarının sert ve soğuk etkisini uyuşturmaya çalışıyor ve son olarak, annenin beraber olduğu bir otobüs şoföründen olan en küçük oğlan, bütün gün otobüslerde vakit geçirerek, kendisi gibi siyah tenli babasını arıyor.

–          Anne, bir gün hizmetçilik yaptığı evde ütü yaparken, evin oğlunun pantolonunun cebinde 20 Peso buluyor. Evin hanımına, parayı bulduğunu söylemeden önce, bir sigara yakıp, bir süreliğine, bir yandan eliyle buruşmuş paraları düzeltirken, diğer yandan paraya yönelmiş uzun bir dalgınlık yapıyor. 20 Peso evin oğlu için, cepte unutulmuş az bir para, ancak bizim oğlanların annesi için, akşam yemeğini zahmetsiz çıkarmak demek.

–          Arabalardan çanta çalarak, derdi maişetini savan oğlanın, bir gün işleri yolunda gitmiyor. Bir dizi aksilik sonrası, bir adama silahını doğrultuyor ve adama cipini o dur deyinceye kadar sürmesini söylüyor. Açık bir arazide duruyorlar, cipin sahibi oğlanın yüzüne bakmadan, ne istiyorsa almasını ve onu öldürmemesini yalvarıyor, tıpkı eliyle tepesine üşüşmüş bir sineği savar gibi. Bizim oğlan, tetiği doğrultuyor ve “bak” diyor, “yüzüme bak.” Göz göze geliyorlar… Bu genel bir tutum herhalde, nedense, farklı sosyo-ekonomik gerçeklikler bir arada bulunmak durumunda kaldıklarında, “üsttekiler” ısrarla “alttakileri” yok sayma, görmezden gelme veya bir masa ya da bir sandalye gibi araçsallaştırma eğiliminde oluyorlar. Sonra, sınıfı yukarı doğru atlayan çoğunluk da, bir zamanlar olduğu şeye karşı aynı kayıtsızlığı gösteriyor. Peki ya, bir gün o üsttekiler, alttakilerin yaşam alanlarında sıkışıp kalırlarsa ne olur, hem de şöyle dört başı mağrur bir gettoda? Dogville bu, ister üst ister alt fark etmez, her kesimden sınırsız ve sayısız müdavimi vardır ve elbette, faşizmle, yalan ve sahte ile beslenir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

–          Son olarak ise, benzincide pompacılık yapan, İsa-sever oğlanın hali. Başta, pompacı oğlan kendisine, olumsuz ve kısıtlayıcı nesnel koşullarına karşı bir dayanak noktası olması umuduyla, merkezin ve egemenin kilisesinin İsa’sına sığınıyor. Yoksulluğunu üzerinden, zenginleşerek çıkarmak gibi açık bir niyet yok ortada. Daha çok, “Din, halkın afyonudur.” önermesi tecelli ediyor. Sonra, ne olursa oluyor, bizim oğlan bakıyor, engelli bir kadın, bir ayin sırasında, “İsa’nın mucizesi” olarak yürümesi telkin edilirken mesela, yürüyemiyor. Rahip, hemen “inanç” diyor, “yeterince inanmamız lazım.” Yok ya, hadi bakalım, kurbanı suçlama mekanizması burada da devreye giriyor. Ya bana inanmayan İsa’nın kendisiyse ya da İsa ile benim aramda, bu şekilde formüle edilen bir ilişki yoksa aslında… Ve siz sayın bayım/rahip, merkezden/egemenden beslenen söyleminizle, bana gerçek yaşam koşullarımla veya gerçeklikle aramdaki ilişkiye dair yanlış/çarpıtılmış bir tasavvuru dayatıyorsanız, hem farkında olmaksızınolarak hem de sürekli olarak “hakikat” sözcüğünüzle ruhumu iğdiş ederek? Neyse… Pompacı oğlan, bu arada parasını çalan kardeşi, parasını kardeşine çaldırdığına inanmayan patronunun onu işten kovması ile kırılma noktasına ulaşıyor ve bunu patronunu döverek deklare ediyor. Günün sonunda “yolu kaybediyor”; ertesi günün sabahında, yolu tekrar kilisenin İsa’sı ile kesişiyor ve topluca iştirak edilen nehirde vaftiz eyleminden sonra cemaatten kopuyor. O bir gecenin sonunda, pompacı oğlan aydınlanıyor, kafası karışık ama olsun. Tek başına ağaçların arasında, patika yolu takip ederken, “Yürü, sadece yürü” diye tekrarlıyor kendi kendine, tıpkı Bab’Aziz gibi, çünkü henüz bilmiyor: “Yürü! Yürüyenler yollarını bulacaktır. Sadece yolda olmak yeterlidir!”

 Bu filmin ardından, Kurosawa’nın “Rashomon”unu ve Sidney Lumet’nin “12 Angry Men”ini (12 Kızgın Adam) izledim. Böylelikle bir kez daha gördüm ki, sevdiklerim bizzat gerçeklik, gerçeklik eleştirisi ve gerçekliğin sorgulanması üzerine olanlar. Her iki filmden de kalan şu ki, gerçek ya da gerçeklik dediğimiz, nereden bakıyorsak oraya göre değişiyor, tıpkı Marx’ın sözü gibi: “Bir köylü kulübesinde bir saraydakinden farklı düşünülür.” Ammawelakin nereden bakarsak bakalım yine de biz onu kuşatamıyoruz, tıpkı “12 Kızgın Adam” filmindeki Henry Fonda’nın oynadığı karakterin ağzından döküldüğü gibi: “Olayı nereye çekerseniz çekin, önyargı gerçeği hep saklar. Gerçek ne sahiden bilmiyorum? Kimsenin gerçekten bilebileceğini de sanmıyorum.” Sonu olmasa da, durum hep bilinemezlikten yana olsa da, yapılabilecek tek şey, gerçekle aramızda her ne var ise, önyargı, çıkar, kabul, acı vs. yıkarak yürümeye devam etmektir belki de. Belki de, Rashomon’daki siyah cüppeli karakterin dediği gibi: “Hayır, ben insanlığa inanıyorum. Dünyanın cehenneme dönmesini istemiyorum.” Son iyi insan da yeryüzünden silininceye dek, insanlığa olan inancı diri tutmaya çalışmaktır. Bilmem, belki de?

 ‘İbn-i Zerâbî’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

aşk gibi aydınlık ,ölüm gibi karanlık…

‘aşk bir kaçıştır , insanın sığındığı bir sığınak ; yüreği yaralı olanların , çaresizlerin kurduğu bir hayaldir.’

yalnızlığı sempatik görme ve gösterme etkinliklerimde, tanıştım ‘aşk gibi aydınlık , ölüm gibi karanlık’ kitabıyla…
sevgili ecel’imin aşkımızı aydınlık gördüğü tek yer bu kitabın kapağı olsa gerek …


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ne kadar tahammülsüz de olsa bu aşkın bıraktığı kronik hüzün , sanırım bu kitabı okumama vesile olduğu için bile yaşanmaya değermiş diyebilirim.
hani bazı kitaplar , filmler şarkılar başka dokunur kalbimize , öyle bir şey  hissettirir ki bir zaman sonra o hissettirdiğini hissetmek için tekrar ziyaret ederiz , işte bu kitapta tekrar tekrar ziyaret edilesi…
belki de o dönemki ruh halimden olsa gerek kitabı okurken ebruli şişman kalemimle , bolca altını çizdiğim not ettiğim satırlar oldu…
kitabı okurken bir uçan halı emrinize amade oluyor… gözünüzde canlanmasını beklemeden o halıya binip anlatılan her yeri bizzat , pusulasız , tarifsiz bulup yaşıyorsunuz… öyle ki benim satır aralarından çıkıp , dağlardaki keskin soğuk havayı ciğerlerime can simidi yaptığımda oldu , bodrumda esen meltemle ecelim’in evinin  perdesini havalandıran rüzgar olduğumda…

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

yazarımız mehmed uzun… kürt edebiyatının bildiğim en iyi yazarı… öykümüz ise baz ve kevok…

yani şahin ve güvercinin aşkın tanımına fazlasıyla uyan kederli hikayesi… kitap bitiminde , rakı şalgam ikilisinin tahta bir masa eşliğinde , deniz gören ama kalabalık görmeyen kuytu bir yerde ruhunu demlemesini istiyorsun… ve illaki kitabı okuyan başka bir insan arıyorsun yanında…
yüreğin irtifa kaybederken elinden tutsun diye…
aklına gelen yarım kalan aşkı düşünürken ‘renas’ olup rehberlik etsin diye…
dostluk , çaresizlik , şefkat , yurtsuzluk , tesadüfler , ırkçılık , korku , aşk ve ölüme yolculuk…hepsi iç içe…
vakit kaybetmeden okuyun derim…
aşkla ve gülüşünüzle kalın…

‘BULUT’

İntihar

Kimse duymadan ölmeliyim

Ağzımın kenarında bir parça kan bulunmalı.

Beni tanımayanlar

”Mutlak birini seviyordu” demeliler.

Tanıyanlarsa, ”Zavallı, demeli,

Çok sefalet çekti…”

Fakat hakikî sebep bunlardan hiçbiri olmamalı.

 

Orhan Veli KANIK

Aylakadamiz.com 3 Yaşında !!!

Bugün yola çıkışımızın 3.yılındayız . Tarifi imkansız duygular içerisindeyim yine . Ne söylenir ne yazılır bilemiyorum ama çok mutlu olduğum kesin .

 

Sitenin bel kemiği olan , hayatı ve yüreği paylaştığımız sevgili kadim dostum Crockett ‘ a , hiç bitmeyen alkollü gecelere , Islak sokaklara ,  sokak kedilerine , taksicilere ,  her ne kadar çok içtiğim için bana kızan annem’e , babam’a , güzel insan Sarı’ya , kardeşim Yüco’ ya , çok sevidiğim Ümo ‘ ya , Alki’ye ,  Gürsel ‘ e , Cevo’ ya , Fran(sı)z ‘a ,  Ciğerim’e , Halo dayıya , abidin abiye , ve siz değerli takipçilerimize . İyi ki varsınız …

  

Her zaman söylediğim gibi yazı yazmayı pek beceremem ama içimden gelen güzel şeyleri kaleme dökmeye çalışıyorum elimden geldiğince . Bugün bir doğum günü organizasyonu yapacaktık lakin kadim dost yollarda o olmadan olmaz büyük ihtimalle pazar gününe kalacak kutlamamız tüm dostlarım davetlidir .

  

Biz yaşadığımız sürece aylakadamiz.com hiç bitmeyecek  . Anılarımızı , isyanlarımızı , adaletsizlikleri , yenilikleri , sevgiyi , gülmeyi , ağlamayı , sevinçleri , hüzünleri ,  paylaşmaya devam edeceğiz .

 

İyi ki doğdun bebe , iyi ki varsın . Nice güzel yıllara , dostlarla birlikte …

BLACKHAWK

HERKES BİR TEZER ÖZLÜ OKUMALI

Onun konukluğu bir kelebek gibiydi.

 

 

 

 

 

 

 

Gri benim rengimdir, onunla özdeşlesen değerli bir yazarım daha var ; tüm çocukluğum boyunca izini sürdüğüm Tezer Özlü.

Yaşamın Ucuna Yolculuk (ADA Yayınları, 1984) kitabından bir alıntı yapmanın sırasıdır. Yazının başlığına takılanların merakını gidermek için;

“Sordukları zaman, bana ne iş yaptığımı, evli olup olmadığımı, kocamın ne iş yaptığını, ana babamın ne olduklarını sordukları zaman, ne gibi koşullarda yaşadığımı, yanıtlarımı nasıl memnunlukla onayladıklarını yüzlerinde okuyorum. Ve hepsine haykırmak istiyorum. Onayladığınız yanıtlar yalnızca bir yüzey. Ne düzenli bir iş, ne iyi bir konut, ne sizin medeni durum dediğiniz durumsuzluk, ne de başarılı bir birey olmak ya da sayılmak benim gerçeğim değil. Bu kolay olgulara, siz bu düzeni böylesine saptadığınız için ben de eriştim. Hem de hiç bir çaba harcamadan. Belki de hiç istediğim gibi çalışmadan. İstediğiniz düzeye erişmek o denli kolay ki… Ama insanın gerçek yeteneğini, tüm yaşamını, kanını, aklını, varoluşunu verdiği iç dünyasının olgularının sizler için hiç bir değeri yok ki. Bırakıyorsun insan onları kendisiyle birlikte gömsün. Ama hayır, hiç değilse susarak hepsini yüzünüze haykırmak istiyorum. Sizin düzeninizle, akıl anlayışınızla, namus anlayışınızla, başarı anlayışınızla bağdaşan hiç yönüm yok. Aranızda dolaşmak için giyiniyorum, hem de iyi giyiniyorum. İyi giyinene iyi değer verdiğiniz için. İçgüdülerimi hiç bir işte uygulamama izin vermediğiniz için. Hiç bir çaba harcamadan bunları yapabiliyorum, bir şey yapıldı sanıyorsunuz.”

 

 

 

 

 

 

 

 

 

yalnızlık evimizdir diyor sanki, biraz konaklayım satıraralarında;

“her sevginin başlangıcı ve süreci, o sevginin bitişinin getireceği boşluk ve yalnızlık ile dolu. belirsizlikler arasında belirlemeye çalıştığımız yaşam gibi. sevgi isteği, kendi kendine yaşamı kanıtlama dileği kadar büyük. belki kendilerine yaşamı kanıtlamaya gerek duymayan insanlar, sevgileri de derinliğine duymadan, acıya dönüştürmeden yaşayıp gidiyorlar. ya da sevgiyi sevgi, beraberliği beraberlik, ayrılığı ayrılık, yaşamı yaşam, ölümü ölüm olarak yaşıyorlar. oysa yaşam ölümle, ölüm yaşamla tanımlı.ama sen. senin için her beraberlik ayrılış, her ayrılış beraberlik, sevgi sevgilisizlik, duyum duyumsuzluğun başladığı an. birisinin teniyle yanyana olmak mı kendi var oluşumu unutmak mı. ya da daha derin algılamak mı. kendi var oluşum. her varoluş kendisiyle birlikte ölümü getirmiyor mu.

yaşamın, daha doğrusu yaşamın ortasında, tüm özlemlerimin doyumsuz kaldığını nasıl da algılıyorum. ama artık yorulmaksızın aramak yok. aranılan yaşantılar arandı. yaşandı. bir kısmı gömüldü. yeniden toprak oldu. canlılıklarını duyduğum, canlılıklarını birlikte bölüştüğüm birtakım insanlar gitti. onlar adına onları da özlemek, onlar için özlemek, onlar için de sevmek. insan yaşamının mutlak en önemli olgusu sevilen bir insanı özlemek, istemek. onun yanındayken de özlemek, istemek. oysa yaşan genellikle insanın bir başına kalması. uykuda. uykuyu ararken. derin uykuların ötesinde bile zaman zaman düşünde sezinlemiyor mu insan bir başınalığın çaresizliğini. yollarda. okurken. pencereden caddelere bakarken. giyinirken. soyunurken……aynı anda özlem ve yalnızlıkları düşünürken, gidenleri, gelenleri, bölünenleri, ölenleri, doğanları, büyüyenleri, yaşamak isteyenleri, yaşamak istemeyenleri özlerken, severken, sevilirken, sevişirken, hep yalnız değil miyiz.”

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yazılarında ağırlıklı olarak intihar konuları üzerinde durduğundan, genellikle intihar ettiği düşünülür. Kanserden dolayı yaşamını yitirmiştir. Hayatının ayrıntılarını öğrenmek, onu  ve kendimizi anlayabilmek için bir kitabını aralamanız kafidir. Devamı gelecektir…

‘HERDEM’

İÇ(E) DÖKÜLME

arkasında yağmur var

yere uzanan perdenin ,

içerdeyse gözyaşları

içimdeki korkunç dillenmiş ,

yoksun bırakılırsa ağlar

gem vurulamaz ki

diline dil ister

perde kapanır.

‘HERDEM’

LUNAPARK

Artık saygı duymuyorum size…

Çünkü ; sayıca çok fazla yalan biriktirdiniz içimde…

Kara tahtaya konuşulanların yazılması gibiydi yalanlarınız… Ceviz kabuğunu doldurmayacak kavgalardınız çoğu zaman…

Akıl almayan oyunlar oynadınız…

Kırk yıl düşünsem kırk tilki dolaştırsam düşüncemde lunaparka çeviremezdim yalanları…

Salla başı al maaşı süregelen kurulu düzenin efendileriydiniz…

Beyaz gömlekli, siyah ceketli, ellerinde eldivenleri, yüzlerinde soğuk kanlı bir ifadenin yer aldığı azılı katillerdiniz…

Yüzünüzde yara izi yoktu çünkü ; yüzsüzdünüz… Yüzdünüz yüzdünüz kuyruğuna kadar geldiğinizde anladınız bir yalanın kurbanı olduğunuzu… Yakındınız ve yandınız…

Şimdi bir bardak soğuk su içme zamanı… Bir bardak suda boğulmalı geçmişiniz…

Yanıldınız koca bir yalandınız…

‘HASİBE’

‘hepimiz çocuğuz.. / bugün 23 nisan neşeyle ölüyor insan..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘hepimiz çocuğuz..  / bugün 23 nisan neşeyle ölüyor insan..’

doğarsın..

dünyadan haberin yoktur..

doğduğunda sınırlar her yerde çizilidir..

topraklarda sınırlar çizilidir..

ekonomik şartların çizilidir..

yaşayacağın hayat üç aşağı beş yukarı çizilidir..

haklarının sınırları çizilidir..

doğduğun andan itibaren borçların çizilidir..

sonra sana bir isim verirler.. hayatın boyunca boynunda taşırsın o ismi..

doğar doğmaz bir dinin olur daha ‘a’ demeyi bile bilmezken.. ilerde değiştirecek ya da inanmayı reddedecek olursun hemen seni kafir ilan ederler ya da aforoz ederler.. bir hıristiyan asla müslüman olamaz , bir müslüman asla hıristiyan olamaz.. yahudiysen zaten ezeli ve ebedi tüm günahların sorumlususundur , herkes seni hor görür , suçlar , aşağılar.. budist isen puta tapıyor ya da devleti yıkmaya çalışıyorsun diye gözlerini kırpmadan öldürürler.. hiçbir dine inanmıyorsan da şeytansındır , kafirsindir , her türlü kötülüğün sebebisindir..

oysa doğduğunuzda size sorulmamıştır.. tırnak içinde ‘demokratik’ ülkedeyseniz örneğin 18 yaşına gelince bazı yerlerde de 20 yaşında bazı haklara kavuşursunuz.. mesela seçme hakkı.. bu yaşa kadar bulunduğunuz sınırlardaki toprak parçasını yönetecek insanları seçemezsiniz , fikir beyan edemezsiniz.. fakat daha 1 günlükken sizin bir dininiz olur.. ve siz o inançla büyürsünüz.. içinde büyüdüğünüz inancı asla sorgulayamazsınız..

sonra doğduğunuzda sizin bir milliyetiniz vardır.. türksünüzdür , arapsınızdır , kürtsünüzdür , almansınızdır , hindusunuzdur , romansınızdır vs. vs.. ve belki bir renginiz vardır.. o renge göre de sizin geleceğiniz doğuştan bellidir.. renginize göre ikinci sınıf insan olabilir hatta bazılarınca insan bile sayılmayabilirsiniz..

oysa doğduğunuzda siz etrafınızda ışıyan milyonlarca ışık kümesine gözlerinizi alıştırmaya çalışıyorken , yavaş yavaş görmeyi öğreniyorken ve çevrenizde o ana kadar duymadığınız yükseklikteki seslerin sağır edici gürültüsü altında bir milliyetiniz de olur.. oysa şairin dediği gibi ‘bebeklerin ulusu yoktur..’

ama işte siz daha doğmadan önce asla sorgulayamayacağınız bir sürü ‘kıyafet’ , ‘rol’ kesilip biçilip hazırlanmıştır..

sonra ne mi olur.. yavaş yavaş büyürsünüz..

size çizilen çemberin içinde debelenir durur , siz doğmadan önce zaten üç aşağı beş yukarı çizili olan ve topraklarımızda ‘kader’ başka yerlerde başka isimler verilen doğrultuda yaşarsınız..

mucizeler beklersiniz olmaz..

hayallere dalarsınız ama sizlere izin verildiği ölçüde..

hayallerinizin bile sınırları koyulmuştur..

tıpkı umutlarınız gibi..

hayal ve umutlarınızda o sınırlar dışına çıkarsanız ‘tu kaka’ , ‘günah’ , ‘kötü’ , ‘ayıp’ , ‘hain’ vs sıfatlarla hemen çevrilirsiniz..

sorgulayamazsınız hiçbir şeyi.. izin verilmez..

‘özgürlük’ diye bir şeyden bahsedilir hep etrafınızda..

göremezsiniz bahsedilen özgürlüğü , duyamazsınız ve tutamazsınız da.. garip bir şeydir.. ama sonraları öğrenirsiniz ki devamlı bahsedilen o ‘özgürlüğün’ kullanma kılavuzları vardır.. kimisine ‘yasa’ kimisine ‘anayasa’ denir..

o kullanma kılavuzlarında hep ‘ama’lar , ‘fakat’lar doludur.. ‘özgürlük’ denen şey o ‘ama ve fakat’larla kelepçelenmiştir.. ama sesinizi çıkaramazsınız. yoksa sizi de kelepçelerler..

büyürken sizler an gelir torna tezgahlarından beter okullara başlarsınız.. okumayı yazmayı söker sökmez de bir yarışın içinde bulursunuz kendinizi.. tabi eğer biraz ekonomik koşullarınız yerindeyse..

ailenizin ekonomik koşulları yerinde değilse zaten ‘zorunlu eğitim’ dedikleri yılların ardından ya sanayiye ya bir berber dükkanına ya bir oto yıkamacıya ya tarlaya , bağa , bahçeye ya da inşaat veya maden alanlarına vs doğru marş marş yürürsünüz..

şanslı mısınız.. okula devam mı ediyorsunuz.. o zaman sizleri ülkemizde ‘kader’ dedikleri başka başka değişik senaryolar bekler..

örneğin küçücük bıcır bıcır bir çocuksunuzdur ve zorunlu eğitimin başındaki anaokulu öğrencisinizdir.. çişiniz gelir tuvalete gidersiniz.. size öğretilen gibi tuvalet çıkışında elleriniz yıkamak istersiniz.. fakat lavabo sizden çok yüksektedir.. yanınızda anneniz babanız yoktur ki sizleri koltuk altlarınızdan kaldırıp ellerinizi kolaylıkla yıkamak için yükseltsin..

ama yanınızda kimse yoktur , tek çareniz elleriniz yetişsin diye ayak parmak uçlarında yükselip lavaboya yaslanıp musluğa ulaşmaktır.. böyle debelenirken siz birden lavabo yarım yamalak tutturulduğu duvardan kopar ve tüm ağırlıyla kafanızın üzerine düşer parçalanır ve siz orada kimsenin haberi olmadan kan kaybından ölür gidersiniz.. bu ‘münferit’ bir olaydır.. özürler dilenir , sorumlular cezalandırılacak denir.. fakat sorumlular cezalandırılsa ne olur.. o bıcır bıcır güleç çocuk çoktan sonsuzluğa uğurlanmıştır..

sonra küçücük mini minnacık bir kız çocuğusunuzdur.. bir gecekondu semtinde yaşıyorsunuzdur.. siz arkadaşlarınızla sokakta ya da izin verildiği zaman mahallenin kırık dökük okulunun bahçesinde arkadaşlarınızla oynarsınız.. izin verildiği zaman diyorum çünkü artık okulların bahçeleri artık gelirinin bir kısmı işletenlere , bir kısmı okul yararına kullanıldığı söylenen otopark uygulamaları nedeniyle işgal altındadır.. siz o okul bahçelerinde oynayamazsınız fakat egzozlarından zehirli gazları savura savura onlarca araba o okul bahçelerine girer , çıkar ve oyun alanlarınızı işgal ederler..

işte yine böyle bir gecekondu semtinde yaşayan bir kız çocuğusunuzdur.. adınız mesela ‘sevcan’dır.. arkadaşlarınızla oynarken topunuz okulun bahçesine kaçar , saçlarınız uçuşa uçuşa topun peşinde bahçeye koşarsınız ama siz koşarken okulun bahçesinde sotelenen tonlarca ağırlığındaki panzer sizin semtte anlamadığınız , anlayamayacağınız olaylara müdahale etmek için ya da herhangi bir manevra yapmak için hareket eder.. ve topun peşindeki siz o tonlarca ağırlığındaki o panzerin altında kaybolur gidersiniz..

yoksunuzdur artık..

sonra arkanızdan ağıtlar yakılır , şiirler yazılır , şarkılar , türküler bestelenir.. ve o türkülerin birinde denildiği gibi olur sonunuz : ‘panzer yürümüş çocuk yedi yaşında kalmış’..

‘yağ satarım bal satarım’ diye oynarken arkadaşlarınızla , sizin de kaderiniz buymuş denilerek ‘yedi yaşında’ bırakılırsınız..

sonra ne mi olur.. açıklamalar yapılır.. soruşturma açıldı denir.. sorumlular cezalandırılacak denir.. davalar açılır.. ‘taksirle ölüme sebebiyet’ diye bir maddeden sorumlular hakkında cezalar verilir , o cezalar zaten ya para cezasıdır ya da para cezasına çevrilir.. o da fazla bulunursa ertelenir ceza beş seneliğine.. eğer beş sene içinde bir daha suç işlemezse siz öldüğünüzle kalacaksınızdır.. zaten o cezalar verilirken de akla zarar bilirkişi raporlarında sizin de bir miktar ‘kusurunuz’ olduğu da ‘uzmanlarca’ tespit edilir.. oradan da biraz ceza indirimi yapılır..

aslında siz suçlusunuzdur kardeşim , okulun bahçesine girerken önce sağa sonra sola sonra öne sonra arkaya bakıp öyle gireceksiniz , sonuçta orası okuldur fakat sizin değil de panzerlerin okuludur.. sağa sola öne arkaya bakmadan topa bakarak koşarsanız kalırsınız işte öyle ‘yedi yaşında’..

sonra aileniz uğradığı maddi manevi zararları tazmin için dava açar sorumlulara ve sorumları çalıştıran kurumlara.. orada da akla zarar bilirkişi raporları girer devreye.. denir ki o raporlarda ‘zaten ‘sevcan’ fakir bir ailenin çocuğudur.. okusa okusa ancak zorunlu eğitimi bitirir sonra ya bir merdiven altı  tekstil atölyesine işçi olarak girer ya da bir fabrikaya girer.. orada da asgari ücret maaş alır ya da daha altında bir ücretle sigortasız kayıt dışı çalıştırılır..’

en iyimser tahminle budur ‘uzman bilirkişilerce’ tespit edilen sizin geleceğiniz.. bundan başka bir geleceğiniz olmaz – olamaz demektedirler..

örneğin eğer yaşasaydınız , babanız anneniz çalışıp çabalayıp sizleri her yıl milyarlarca para dökerek dershanelerde yarış atı gibi koşturup güzel güzel özel ya da devlet üniversitelerine yollayamaz.. ha mucize oldu siz kazandınız mı.. o da milyonda bir ihtimaldir bilirkişilere göre.. o yüzden bilirkişiler bir kazanç tablosu çıkarır ve size ortalama genelde 60 yıl yaşama süresi biçerler.. o tabloya göre ailenizin mahrum olacağı zarar bembeyaz kağıtlara dökülerek ailenize üç kuruş tazminatlar bin dereden su getirilerek ödenir..

o süreçte de aileniz hakkında abuk sabuk haberler çıkar ‘rıza üretim araçları’ olan gazete ve televizyonlarda..  aileniz sizin ölünüzün üzerinden para kazanmaya çalışmakla suçlanır.. sizler sonsuzluk denilen uzak diyarlardan görerek yaşananları belki dayanamayıp ağlarsınız ama gözyaşlarınızı kimse fark edemez..

ya da doğuda köyde yaşayan bir ailenin çocuğusunuzdur.. anneniz size iki baş koyunu al da biraz otlat getir der.. neşeyle elinizde küçük bir çalıyla o koyunları ağıldan çıkarırken annenize seslenirsiniz ‘anne bugün makarna yapsana.. canım makarna istedi’ dersiniz.. sonra neşeyle koyunları bir sağa sola güderek ilerlerken kırlarda , birden kafanızın üstünden ıslık çalarak bir cisim yaklaşır.. daha kafanızı kaldırıp bakamadan o sese , aklınızdaki  makarna tenceresinin imgesi son düşlediğiniz şey olarak kalır.. önünüzde uzanan yeşil kırlar ve koyunların beyazlığı son görüntü olarak kalır.. ve siz artık sonsuzluğa koşan güzel gözlü ‘ceylan’lardan birisi olarak tarih olursunuz..

ve yine aynı nakaratlı açıklamalar yapılır.. ve en çok da siz suçlanırsınız.. orası askeri bölgedir.. ya da yüksek güvenlikli yasak bölgedir.. ne işiniz vardır o bölgede..

oysa düşünemezler ki ya da düşünmek istemezler ki  küçücük bir çocuk olduğunuzu.. ne bilirsiniz askeri veya yüksek güvenlikli bölgeyi.. ne anlarsınız.. evinizin dibindeki bir yerdir orası.. ne zaman yüksek güvenlikli bölge olmuştur ki orası bilemezsiniz.. belki de havan mermisi kafanıza indiği anda orası yasak bölge olmuştur birden..

hem kafanızın ne işi var havan mermisinin altında.. ne dolaşıyorsun orada kızım..

ya da örneğin dünyadaki herhangi bir diktatörün zulmü altında bir ülkede yaşayan bir çocuksunuzdur.. ve o ülkenin sevilmeyen halklarından birisi olarak dünyaya gelmişsinizdir.. yani doğuştan suçlusunuzdur..

henüz ülkenizin ‘demokratikleştirilmesi’ için zaman vardır.. çünkü dünya petrol rezervleri henüz azalmamıştır.. beş on sene sonra ortam ve şartlar hazırlandığında ülkeniz zaten ileri ‘demokratik koalisyon güçleri’ tarafından ‘özgürleştirilecek’ ve ‘demokratikleştirilecektir..’ ne var bunda canım sıkın dişinizi biraz..

diktatörün binlerce ölüm kuşundan attırdığı kimyasal bombalar ne yapar ki size.. ölmeyin.. niye ölüyorsunuz ki utanmadan beş bin , on bin kişi..

ağzınızı kapatın , nefes almayın o zaman bir şey yapmaz kimyasallar sizlere..

ama çığlıklarınızı kimse duymaz.. diktatör ölüm kuşlarını yollar ve gökyüzünden atılan kimyasal bombalarla binlerce çoluk çocuk sokaklarda , evlerinde , kundaklarında ölür gider.. sonra ‘demokratik koalisyon güçleri’ sanki olacakları bilmiyormuşçasına çok üzülürler ve yavaş yavaş planlarını uygulamaya başlarlar..

ha bence siz ölümlerden güzelini seçmişsinizdir.. bu   ‘demokratik koalisyon güçleri’ bir beş on yıl sonra kendi ölüm kuşlarıyla , ölüm gemileriyle , ölüm arabalarıyla sizleri kurtarmaya gelirken sizin yaşlarınızdaki çocuklar bu sefer daha etkili , daha güçlü misket bombalarıyla , tonlarca ağırlıktaki bilmem kaç nükleer başlığa eşit güçteki bombalarla toprağa gömülmektedir..

yine ölenler en fazla çocuklardır..

ha bir de ‘dost ateşi’ diye bir terim kazandırıldı insanlığın diline bu ‘insani’ operasyonlar sırasında.. adamlar sizin için gelmişlerdir , dostturlar ama sizleri yanlışlıkla bazen vururlar , öldürürler.. bunun da adı yanlışlıkla açılan ‘dost ateşidir..’

siz de dayansaydınız işte kimyasallara karşı belki şansınıza ‘milyonda bir yanılır’ denen son teknoloji harikası elektronik silahların yanlışlıkla açılan ‘dost ateşi’ sonucu yok olurdunuz.. ama dayanamadınız işte..

ya da ‘ileri demokrasi’ye sahip bir ülkede dört yaşında bir çocuksunuzdur.. koştura koştura arkadaşlarınızla evinizin yanındaki okulun bahçesine girerken raylı demir okul kapısı üzerinize düşer ve siz orada komaya girerdiniz.. açıklamalar yine aynı olurdu arkanızdan.. sorumlu biraz büyük amcalar ,  teyzelerdir fakat en çok da sizsinizdir.. ne işiniz vardır canım dört yaşındayken okulun bahçesinde.. anneniz , babanız sorumludur yaşanan ‘kazadan’ , sizi neden sokaklara salmıştır bir başınıza ebeveynleriniz.. hep onlar sebep olmuştur bu kazaya..

ve de ah siz yok musunuz siz küçük haşarı yaramaz veletler..

ne işin var çocuğum demir kapının altında.. kaçsana görmedin mi kocaman kapıyı düşerken..

ya da biraz daha büyük ortaokul öğrencisisinizdir.. trafikten dolayı geç kaldığınız okulunuza koştura koştura girmektesinizdir.. ama o ne.. sizin okul biraz daha kalitelidir.. okulun dış kapısı elektronik raylı kapıdır.. birden kapının devresi bozulur ya da insani bir hata soncu siz tam  geçerken kapı aniden kapanır ve kafanız iki demir kapı parçasının arasında sıkışıp kalır ve oracıkta ‘yanlışlıkla’ ölürsünüz.. ne kadar dikkatsizsiniz kardeşim.. kör müsün kapıyı görmüyor musun.. ve de ne çabuk ölürsünüz hep kardeşim biraz dayansanıza ambulans gelecektir bir iki saat içinde.. kanamasın yaranız , sahip çıkın biraz kanayan yaralarınıza.. ve sonra yine açıklamalar yapılır ve yine aynı nakaratlar..

belki bir anadolu kentinde üç arkadaşsınızdır.. bayramdır.. el ele tutuşup sizlere anlatılan ve öğretilen şekilde ev ev dolaşıp büyüklerin ellerini öpüp sizlere verilecek şekerleri , mendilleri , harçlıkları toplamak için neşeyle koşturup durmaktasınızdır.. cepleriniz şeker ve hediyelerle dolmakta , gitgide neşeniz artmakta , kahkahalarınız sokaklarda yankılanmaktadır..

ama birazdan bir kapı açılır ve siz içeri girdikten sonra arkanızdan bir daha açılmamak üzere o kapı hayatın üzerine kapanır.. o kapının arkasında yaşananları kimse bilemez , bilmek istemez.. psikopatın , bir ruh hastasının kurbanı olursunuz.. senelerce sizden haber alınamaz.. umutla beklenir.. her kapı vuruluşu , telefon çalışı kalpleri titretir.. bir umutla , bir heyecan , bir korkuyla kapılar , telefonlar açılır.. ama hep ama acılar gelir o kapılardan , telefonlardan..

mesela okula giden bir öğrencisinizdir.. ailenizin gücü yoktur size servis tutmaya.. kilometrelerce ötedeki okulunuza gitmek için beş saatte bir geçen tıklım tıkış belediye otobüsleri yerine fizik kanunlara aykırı denilen ama nedense ülkemizde hala kullanılan minibüslerin tekine atlarsınız.. ayakta sarsıla sarsıla , bir o yana bir bu yana çarpa çarpa giderken birden belki eğitimsiz kör cahil , belki de ehliyeti bile olmayan bir minibüs şoförünün dikkatsizliği sonucu ya da bile bile kırmızı ışıkta geçmesiyle karşıdan gelen kamyonla minibüsünüzün çarpışması sonucu yanınızdaki on yedi kişiyle birlikte ölürsünüz.. ağıtlar yakılır arkanızdan.. ama neye yarar ağıtlar..

kameralar , objektifler parçalanan çantanızdan fırlayan yaprakları uçuşan defter ve kitaplarınıza zum yaparak fonda da hüzünlü bir müzik verilir.. altına da ‘bir daha olmasın’ gibi inanılmayacak bir temenni belirten cümle yazılarak haberleştirilirsiniz gazete sayfalarında ya da televizyon kanallarında..

oysa yaşananlar hep yaşanacaktır.. aynı kavşakta yüzlerce kaza daha olacaktır..

siz sadece haber öğesi olarak vesikalık fotoğraflarınız ve cansız bedeninizle sadece konu mankeni olarak birkaç gün kullanılacaksınız..

bu kadar..

başka bir şey beklemeyin sakın..

sonra belki yine doğuda bir yerde yaşayan üç sevimli çocuksunuzdur.. belki evinizde televizyon filan yoktur bu yüzden daha birkaç sene önceki ‘ceylan’ın akıbetinden haberiniz de yoktur muhtemelen.. ve kimse sizi uyarmamıştır..

almışsınızdır ailenize ait birkaç baş hayvanı , her zaman yaptığınız gibi önünüze katıp onları otlatmaya götürüyorsunuzdur üç arkadaş..

ilerlerken garip garip metal cisimler görürsünüz yürüdüğünüz yolda..

hiç oyuncağınız olmamıştır..

belki oynayabilirsiniz bu parlak cisimlerle diye eğilerek cisimlere doğru üç arkadaş düşünürsünüz..

belki aklınızdan oyun bile geçmemektedir..

o metal yığınlarını taşıyıp bir eskiciye , hırdavatçıya satıp belki bir bebek , belki oyuncak bir araba ya da bir çikolata ya da bir dondurma alabileceğiniz hayaliyle , ‘kimin tarafından oraya bırakıldığı her zaman ki gibi bilinmeyen’ o metal cisimleri incelerken birden patlar o cisimlerden birisi..

siz üç arkadaş savrulursunuz etrafa çiçek yaprakları gibi.. aranızdan şanslı olanlar ağır yaralanır bazılarınız ise sonsuzluğa uçarsınız..

ve yine siz suçlusunuzdur..

eşek kadarsınızdır..

ne elliyorsunuz o metal cisimleri.. vazife midir size.. sorumluluğun büyüğü sizde ve sizi eğitmeyen ailenizdedir..

belki özgürlük nedir bilmeyen insanların yaşadığı adı bile olmayan bir ortadoğu ülkesindesindir..

babanızın elini tutmuş tedirgin adımlarla çarşıya doğru yürürken birden hiçbir uyarı duymadığınız , görmediğiniz halde etrafınızda kurşunlar vızıldamaya başlar..

babanız kendisini siper yapar size.. bir kaldırım kenarındaki beton parçasının arkasına sığınırsınız.. dakikalar ilerlemekte ama kurşun vızıltıları azalacağına çoğalmaktadır.. babanız bir beyaz mendil parçası çıkarıp sallamaya çalışırken vurulur.. önünüze yığılır kalır.. sanki öldüğünden emin olmaya çalışılırcasına babanızın taşın arkasından görünen kısmına kurşunlar yağmaya devam eder..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

siz ölümün gözlerinin içine bakarken gözlerinizden akan yaşlarla babanızın cansız bedenine sarılıp ‘ne olur ölmesin’ diye dualar ederken bu sefer ölüm kusan şerefsiz namluların hedefi siz olursunuz.. sizi vurmak için yarışmaya başlarlar.. ama sizin bedeniniz küçük olduğundan vurmak güçtür sizi.. fakat yılmazlar , cephaneleri sonsuzdur..

ve sizin için de gelir o kaçınılmaz an..

ve vurulursunuz..

ve hayattaki tek suçunuz filistinli bir çocuk olmanızdır..

ve tüm bu yaşananlar kameraların önünde gerçekleşmiştir..

dünyanın çoğu yerindeki insanlar ya aynı gün ya aynı gece ya da canlı şekilde dakikalarca arka arkaya gösterilen bu infaz görüntülerinde sizin katledilişinizi cips yiyip kola içerek izlerler.. hemen hüküm verirler suçlu sizsinizdir..

suçunuz filistinli ve müslüman olmaktır..

doğuştan adınızdan önce ‘terörist’ ibaresi konulmuştur zaten..

kafa kağıdınız bile yokken sıfatınız vardır ‘pis terörist arap..’

oysa küçücük yüreğe sahip bir çocuksunuzdur , çocuk..

tek suçunuz bu topraklarda doğmuş olmaktır..

oysa israilli yahudi yaşıtlarınla el ele neşeyle gülüp oynamak ve sadece onlarla aynı eşit şartlarda yaşamak isterdin..

bebeklerin ve çocukların ulusu , dini yoktur ki.. kardeştirler.. ama büyük kocaman kocaman amcalar teyzeler onun geleceğini o doğmadan on yıllarca önce kararı vermişlerdir ‘kaderi’ ve sonu için..

oysa bilseydi tüm bunları doğar mıydı ki..

ya da mesela annenizin sımsıcak ellerinden tutup hafta sonu yapılacak okuldaki okuma yarışmasının balosu için kıyafet almaya tel aviv çarşısına doğru gitmek isteyen şirin bir yahudi israilli kızsınızdır..

yaşınız saçlarınızın örgü sayısının iki katı kadar belki dört belki biraz daha fazladır.. yanaşan otobüsün merdivenlerinden neşeyle oyun oynayarak çıkarsınız.. anneniz sizi kucağına oturtur yanınıza yaşlı bir nene oturabilsin diye..

bir sonra ki durakta yaşça sizden büyük abi ya da abla diyebileceğiniz sizin gibi esmer sizin gibi kıvırcık saçlı birisi tedirgin , korku dolu bakışlarla biner otobüse..

ona gülümsersiniz yanınızdan geçerken.. fakat size gülümseyerek cevap vermez o.. üzülürsünüz.. arkanızdaki boş koltuğa oturur.. ‘belki arkaya dönüp ona bir daha gülümsersem bana gülümser’ diye düşünürken siz , kulaklarınızı sağır edecek bir patlama olur otobüsün içinde tam da sizin arka koltuğunuzda..

sizin , annenizin ve o gülümsemeyen kişiyle birlikte onlarca kişinin kanıyla yıkanır otobüsün içi.. bir duman yükselir boğuk çığlıklarla birlikte.. o dumanla birlikte sizde sonsuzluğa gidersiniz.. dünyadan bihaber küçücük bir çocukken tek suçunuz yahudi bir ailenin çocuğu olmaktır..

savaşlardan , yaşananlardan , filistinlilere yapılan katliamlardan , zulümden haberiniz bile yoktur ki..

ama kanı kanla yıkayarak çözüme ulaşılacağını sanan beyinsizler tarafından sizin de ‘kaderiniz’ çizilmiştir.. okul balosu , tel aviv meydanı çok uzaklarda kalmıştır artık..

ya da ülkemizin topraklarında güzel bir güne uyanmışsınızdır.. evin içinde akşam yapılacak düğünden bahsedilmektedir.. annenize yalvarmaya başlarsınız.. ‘anneciğim ne olur beni de götürün düğüne’ diye.. anneniz ve babanız ‘olmaz kızım , yaşın daha çok küçük hemen yorulur uyursun sen orada , sen ninenlerde kalırsın’ derler.. ama ağlamaya başlayıp ısrarlarınıza devam edince siz , kıyamazlar size tamam derler hadi hazırlan akşama.. anneniz size en güzel kıyafetlerinizi giydirip belki saçlarınıza güzel bir şekil verip pembe tokalarınızdan birini takar..

babanızla annenizin ortasında ellerinden tutarak düğün salonuna girersiniz.. orada olan onlarca çocukla koşturup oynamaya başlarsınız kulaklarınızı sağır edecek yükseklikteki müzikte..

ama birden salonun içinde müzik sesi kesilir , çığlıklar yankılanır ve içeriyi bir duman bulutu sarar..

annenizi , babanızı ararken korkuyla gözleriniz , biran gelinle damat geliyor zannedersiniz.. tam kapıya doğru onlar mı geliyor diye bakmaya çalışırken birden kafanızın arkasında patlayan bir sesle müthiş bir acıyla yere yuvarlanırsınız..

efendim düğün salonun dışında bir grup genç olay çıkarıp polise taş atmıştır ve salona kaçmışlardır.. o suçluları yakalamak için tek çare sanki sorgusuz sualsiz düğün salonuna gaz bombası atmaktır..

onlarca gaz bombası son hızla namlulardan fırlatılıp atılır salonun içine..

ve birisi sizin ense kökünüzde patlar.. kafatasınız paramparça olmuştur..

anneniz nerdedir.. keşke sizin elinizden tutup çıkarsa sizi bu keşmekeşten ve keşke ninenizin yanına götürüp bıraksa sizi.. ne güzel ninenizin pamuk elleri saçlarınızı okşarken mışıl mışıl dizlerinde uyurdunuz ve kafanız böyle acımazdı..

ama işte siz aranmışsınızdır , tutup çocuklar için çok tehlikeli bir düğüne gidip kafanızı gaz bombasının önüne uzatmışsınızdır.. ne işiniz vardı orada.. suçlu kesin , suçlu malum.. suçlu sensin be güzel çocuğum..

bu tür olaylardan yırtıp birazcık büyüyebildiniz mi.. yarış atı gibi öğrenci mi kaldınız.. sınavlar vardır önünüzde.. sırat köprüleri gibidir.. size öyle gösterilirler.. kazanamazsanız hayatınız kararacak , bir geleceğiniz olmayacak denir.. halbuki pembe bir yalandır bu.. okul bitince işi bulup bulmayacağınız meçhuldür.. aldığınız diplomaları manav tezgahına ya da kuaför dükkanına asma olasılığınız çok yüksektir..

ama durun durun hemen de kazandınız da diplomaları astınız duvarlara..

nerde kolay mı hemen kazanmak..

geceler gündüzler size yetmedi çalışırken.. okunmuş pirinçler yiyip , okunmuş sulardan içip türbelere gidip dualar ettiniz , camilere , kiliselere gidip ibadet ettiniz ve o saçma sapan sınava girdiniz..

kazanacağım ümidiyle sevinirken gazetelere , televizyonlara bomba gibi bir haber düşer.. sorular ya çalınmıştır , ya şifrelenmiştir..

bir değil , iki değil üç değil artık memleketin rutini haline gelir bu sınav fiyaskoları..

bazı sınavlar tekrarlanır..

bazıları içinse hemen yukarılardan ‘tatmin olundu’ açıklamaları yapılır..

sizin üzerinizden sağdan soldan ortadan siyasi olaylar tezgahlar , planlar yapılıp kavgalar edilir..

siz sokaklara dökülürsünüz alın terinizin , emeklerinizin hesabını sormak için.. hakkınızı aramak için yürürsünüz.. hemen sizi yaftalarlar sonra bir de küçümserler..

illegal örgütler sizi provoke etmiştir.. ve sayınızda o kadar azdır ki..

binler on binler olur..

il il tepkiler büyür..

sonra o saçma sınavları yapan kurumun başındaki muhterem açıklama yapar , evet bir hata vardır , evet bir şifre vardır ama ‘sehven’ olmuştur..

bakın bu ‘sehven’ kelimesi tıpkı ‘münferit’ kelimesi gibi memleketimizin devlet büyükleri ve yetkilileri tarafından en çok kullanılan kelimelerden birisidir..

e hani ‘tatmin olunmuştu..’

ne olacak şimdi..

ama bir şey olmaz..

çıkarlar derler ki o yürüyen ‘bin’ kişinin karşısına ‘on bin hazır kıta insanı biz de çıkartır yürütürüz.. ne var bunda’ denir.. birisi çıkar ‘ben de bin adamımı çıkartırım , seni kovalarım’ der..

hoop ama beyler neler oluyor..

niye kavga ediyorsunuz..

siyasetle filan alakası yok ki bunun , bir emek hırsızlığı olmuştur ve milyonların emeği çalınmıştır.. tepki verenler ve yürüyenler sınava giren çocuklar ve aileleridir..

siz niye yürüyorsunuz ki.. siz gidin sorumluları bulup yakalarına yapışın..

ama bunu yapmazlar , atışmaya devam ederler ve akıllara zarar bir açıklama daha gelir yukarılardan : ‘bu kadar gürültüye , tepkiye ne gerek var.. var mı bu sınavdan zarara uğradığını iddia eden , var mı başkasının bu sınavdan artı bir kazanç sağladığını ispat edebilen..’ ya düşünün bu cümle söylendi bu memlekette.. inanamadım defalarca dinledim.. evet söylendi bu cümle..

pes doğrusu , ne denebilir.. pes..

kurumun başındaki adam kalkıp kabul ediyor bir şifreleme olduğunu , matematik uzmanları bangır bangır bağırıyor fakat hala inkar eden , çarpıtan açıklamalar yapılıyor..

üstüne üstlük ‘illegal eylemler’ diye de yürüyen , hak arayan öğrenciler hakkında hüküm veriliyor..

hakimde mi oldunuz artık.. karar verip , ceza da mı kesmeye başladınız.. helal olsun size , helal..

çıldırmamak elde değil kardeşim bu memlekette..

bu topraklarda hiçbir zaman bir yetkili , bir sorumlu çıkıp bir skandalın ardından niye istifa etmez kardeşim..

‘soruları çaldırdım ya da şifrelemişler , çok sonra haberimiz oldu , özür dileriz ve bu yüzden kurum olarak istifa ediyoruz’ niye demez kimse.. niye böyle bir medeni davranış bu ülkenin vatandaşlarına çok görülür.. ve sorumlular niye böyle bir cesaret gösteremezler.. neyimiz eksik avrupalıdan , amerikalıdan , japondan.. neden yapmazlar neden..

neyse oldu da soruları çalınmış bir sınava rağmen bir yeri kazandınız mı..

ama ekonomik koşullar mı zorluyor bu sefer sizi..

gider kaydınızı yaptırıp okuldaki ilk senenizi dondurursunuz..

çekip memleketin turistik bölgelerinden birinde akrabalarınızla birlikte bir inşaatta çalışarak okul masraflarınızı ve harçlığınızı biriktirmeye çalışırsınız.. yemezsiniz , içmezsiniz , hep okul hayaliyle yanıp tutuşur çalışırsınız.. günler geçer inşaatta.. bir gün sıva yaptığınız iskelede hareket ederken ya açlıktan başınız döner ya da bir yere takılırsınız.. onlarca metre yüksekten çığlık bile atamadan düşersiniz..

öldünüz işte yine..

okul hayali , güzel bir gelecek hayali yok oldu..

işte bu kadarmış sizin için hayat..

ne zormuş değil mi çocuk olmak..

biz de geçtik bu safhalardan bin bir zorlukla..

biz şanslı olanlardık belki de..

şu ana kadar ‘şansımız’ yaver gitmişti..

ama işte yurdumuzda , dünyada yaşanan olaylardı yukarıdakiler..

ve bugün işte dünyada tek ülkemizde kutlandığı söylenen çocuk bayramıydı..

ne şanslıydık..

dünyada tek bizim ülkemizde çocukların bayramı vardı..

vay vay vay..

sabah uyandığımda baktım binlerce çocuk 23 nisan şarkısı söylüyor.. şarkıyı dinlerken aklımdan tüm bu yaşanmış olaylar geçti..

şarkıda denildiğinin aksine 37 yaşında koca bir çocuk olmama rağmen ‘neşe’ yerine nedense hüzünle doldum ve kimi ‘her şeyi çok ve tek  bilenlerce’ , ‘popülist’ denecek bu uzun yazıyı yazdım..

ama benim ne siyasi kariyerde gözüm var , ne bu yazıyı yazarak bir kazanç sağlıyorum , ne de umurumda değil kendi aralarındaki ‘danışıklı’ siyasi kavgaları..

zaten kapılar kapandığında hepsi unutulur o kavgaların.. ortak çıkarlarda uzlaşırlar..

bu yüzden dileyen dilediği kadar ‘popülist’ diyebilir bu yazıya..

‘oy ve maddi menfaat kaygım’ yok..

ve de bu hayata ve acımasız dünyaya katlanabilmemi sağlayan tek şey olan içkimi , biramı kimse bana vermiyor.. kendim kazanıp kendim içiyorum.. hiçbirisi umurumda değil , vız gelir tırıs giderler..

lütfen çocuklarımıza kıymayalım , onlara sahip çıkalım..

çocuklarınızın gülüşüyle kalın..

Crockett..