Archive for Mart, 2011

MOR.. – BEDRİ RAHMİ EYÜBOĞLU

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

MOR

yapraktan yosundan yoncadan

bahar inceden inceden

paris baharı bu bulanık

bir kül rengidir tüter nazlı nazlı

bir kül rengi yorgun argın ılık

serde ressamlık var azcık

bütün gün mor üstüne çalışmışım

boğazıma kadar mora gömülmüşüm

uzaktan bir akordeon sesi geliyor mosmor

dilimin acısı kolumun sızısı

kırk yıllık emektar başağrılarım mor

sen nehri bal rengi eiffel kulesi mor

bir yüz morardıkça morarıyor

kanlıca sırtlarında bir yerde akşam oluyor..

 

bütün gün mor üstüne çalışmışım

mor deyip geçme belalı renk musibet

yeryüzünde ne kadar insan varsa bir o kadar mor

menekşenin moru mavzerin moru kasaturanın moru

suya dökülmüş mazotun moru

neftin moru ziftin moru asfaltın moru

telgraf tellerinde petekkıranlar

buğday tarlasında devedikenleri

karadutun moru karamuğun moru kuzgunun moru

sıfırın altında çocuk elleri

ela gözlere konmuş murdar sineklerin moru

gözlerimi yumduğum zaman gördüğüm mor

morun karanlığı karanlığın moru

yok ölünün körü…

 

mor deyip geçme insan misali

yeryüzünde ne kadar insan varsa bir o kadar mor

insanların hesabı kimden sorulur bilmem

ama morların hesabı benden sorulur benden..

BEDRİ RAHMİ EYÜBOĞLU

 

 

 

 

 

 

 

 

‘Dol Karabakır Dol , Bütün Şiirleri , Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları , 2003.. ve yine ‘Nazım Hikmet , Büyük İnsanlık , Kendi Sesinden Şiirler’ Yapı Kredi ve Türkiye İş Bankası Kültür ortak yayını , 2011..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘eğer köpekbalıkları insan olsaydı..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘bertolt ve durito’nun , bilgeliğin neden dünyayı bilmekte değil de , dünyanın daha iyiye gitmesi için geçmesi gereken yolları tahayyül etmekte gizli olduğunu anlatan ortak makalesi :

dalia ve martina isimli çocuklara ve zapatista yanlısı mahkumlara ithaf edilmiştir..

I) bertolt’un , ‘eğer köpekbalıkları insan olsaydı ne olurdu’ , sorusuna cevabını içeren metin :

‘eğer köpekbalıkları insan olsaydı’ diye sordu , patronun küçük kızı bay k’ya , ‘küçük balıklara daha iyi davranırlar mıydı..’

‘elbette davranırlardı’ diye cevap verdi bay k.. ‘eğer köpekbalıkları insan olsalardı , denizin dibinde , içlerinde hem bitkisel hem de hayvansal gıdalardan oluşan her çeşit yiyeceğin bulunduğu dev kafesler inşa ederlerdi.. kutuların içinde her zaman temiz su olmasına dikkat ederler , her türlü sağlık koşulunu yerine getirirlerdi.. eğer mesela küçük bir balık zamanından önce ölürlerde , diğer küçük balıkların üzülmesini önlemek için zaman zaman büyük su festivalleri düzenlerlerdi , çünkü mutlu küçük balıkların tadı , mutsuzlarınkinden daha iyidir.. ayrıca , küçük balıklara köpekbalıklarının dişleri arasından nasıl gireceklerinin öğretildiği okullar olurdu.. küçük balıkların , büyük köpekbalıklarının yan gelip yattıkları bölgelerin yerini daha iyi saptayabilmeleri için biraz coğrafya da öğrenmeleri gerekirdi..

ama elbette en önemlisi , küçük balıkların ahlaki eğitimleri olurdu.. onlara , küçük bir balık için kendini neşe içinde feda etmekten daha büyük bir erdem olmadığı öğretilirdi.. ayrıca köpekbalıklarına güvenmeleri ve inanmaları gerektiği de öğretilirdi.. küçük balıklar , bu güzel geleceğe , ancak itaat etmeyi öğrendiklerinde ulaşabileceklerine inanırlardı.. küçük balıklar , bencil , materyalist ya da marksist eğilimler gibi bayağı arzulara karşı sıkı bir savaş vermelidirler.. eğer herhangi bir küçük balık bu tür eğilimleri gösterirse , arkadaşları bu durumu derhal köpekbalıklarına bildirmelidir..

eğer köpekbalıkları insan olsalardı , elbette yabancı kafesleri ve küçük balıkları fethetmek için birbirleriyle savaşırlardı.. daha da ötesi , her köpekbalığı kendi küçük balıklarını bu savaşlarda dövüşmeye zorlardı.. her köpekbalığı kendi küçük balıklarına , onlar ve diğer köpekbalıklarına ait küçük balıklar arasında çok büyük bir fark olduğunu öğretirdi.. her ne kadar bütün küçük balıklar salak olsalar da , salak olduklarını farklı dillerde söylerler , bu nedenle de birbirlerini asla anlayamazlardı.. başka bir dilde salak olan birkaç düşman balığı öldüren her küçük balığa madalya verilir ve her biri kahramanlık unvanıyla onurlandırılırdı..

eğer köpekbalıkları insan olsalardı , onların da kendilerine ait bir sanatı olurdu.. dişlerini muhteşem renklerle betimleyen ve çenelerini içlerinde keyifle oyunlar oynanacak cennet bahçeleri olarak betimleyen güzel resimler yapılırdı.. derin deniz tiyatrolarında , kahraman küçük balıkların nasıl şevkle köpekbalıklarının ağızlarına girdiklerini anlatan oyunlar sahnelenirdi ve müzik öylesine güzel olurdu ki , küçük balıklar bu müziği duyar duymaz en tatlı hayallere dalarak kendilerinden geçerler , çalan müziği takiben bu ağızların içine dalarlardı..

eğer köpekbalıkları insan olsalardı , kendilerine ait bir dinleri de olurdu.. bu dinler , küçük balıklar için gerçek hayatın köpekbalıklarının karnında başladığını öğretirdi.. daha da ötesi , eğer köpekbalıkları insan olsalardı , küçük balıkların hepsi şimdi olduğu gibi eşit olamazlardı.. bazıları , onları diğerlerinden üstün kılan yüksek mevkilere gelirlerdi.. hatta diğerlerinden boyca biraz büyük olan balıkların , daha küçük olanları mideye indirme hakkı bile olurdu.. köpekbalıkları bu kuraldan oldukça memnun kalırlardı tabii , çünkü bu kural , yiyecekleri lokmaları daha lezzetli kılardı.. önemli mevkileri işgal eden şişman balıklar , diğerleri arasındaki düzeni sağlamakla görevlendirilirlerdi.. öğretmen , memur , kafeslerin inşasında uzmanlaşmış bir mühendis ya da buna benzer bir takım görevlere getirilirlerdi.. uzun lafın kısası , eğer köpekbalıkları insan olsalardı , denizde bir kültür oluşurdu..

1949 yılında yayınlanan ve edebiyat tarihine göre bertolt brecht’in yazdığı metin , burada bitiyor.. bizim durito da  , 1996 yılında metne şu eklemeleri yaptı :

II) durito’nun , doru bir ata sığınak ve yeni bir hayat sunarak bayrakların ne işe yaradığını göstermeye çalıştığı ve diğer harika görüşlerine dair metni :

elbette tüm küçük balıkların arasında , köpekbalıklarının dayattığı sakat ‘ben’ kavramına karşı çıkıp , özgürlük ve gelişim arzusuyla ‘biz’ bayrağını açacak küçük balıklar da olurdu.. böyle sulu bir ortamda bu bayrağı açma eyleminin kendisi bile küçük balıkların daha iyi olmalarına yol açardı.. kendilerini keşfetmekten duyacakları haz büyük olurdu.. daha iyi olup konuşmayı denediklerinde ağızlarından çıkacak ilk kelime ‘özgürlük’ olurdu..

bayrak gönderini köpekbalıklarını devirip küçük balıkları iktidara getirmeyi amaçlayan bir isyana öncülük etmek için kullanmazlardı.. hayır , yapacakları şey , gönderi tüm kafeslerin kilidini kırmaya yarayan bir balyoz olarak kullanmak ve denizi denize boşaltmak olurdu.. denizde ne köpekbalıkları ne de küçük balıklar , sadece böcek soyundan gelen ve ilerlemenin en iyi yolunun geriye doğru gitmek olduğunu bilen yengeçler olurdu.. uzun lafın kısası , denizde yeni bir kültür için ; köpekbalıklarının ve küçük balıkların olmadığı , her şeyin yeniden yapıldığı , tankların ve kafeslerin olmadığı bir kültür için mücadele verilirdi.. insanoğlunu iyiye ve zamanla daha da iyiye gidecek bir tür olarak tahayyül edebilmek için , insanı insandan başka her şey olarak hayal etmek zorunda kalmayan bir kültür.. içinde , kendisinden başka birisi olması ya da rengini değiştirmesi istenmeyen bir dünya arayışıyla hikayeler arasında dört nala koşturan firari doru atlara da yer olan bir kültür..’

‘bertolt brecht ve lacandona’lı don durito’nun demokrasiye geçişte kültür ve medya konulu tartışma platformu için birlikte kaleme aldıkları ortak makalenin sonu.. berlin – san cristobal , 1949 – 1996..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘ZAPATİSTA HİKAYELERİ’ , SUBCOMANDANTE MARCOS , Çeviri : ÇİĞDEM DALAY , AGORA KİTAPLIĞI , Aralık 2003..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Tavşandan dağa sayıklamalar…*

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Rachel Corrie , (10 Nisan 1979 – 16  Mart 2003)

Tavşandan dağa sayıklamalar…*

Bu gece kafayı kadınlaştırılan ve adamlaştırılan çocuklarımıza taktım. Ne güzeldi bizim çocukluğumuz, ne sindy bebekler vardı ne de kumandalı araba ve korkunç silahlar…

Bana göre toplumumuzda yaygınlaşan şiddet ve yalnızlığın artmasının en büyük sebepleri çocukların artık tatminsiz ve şanssız olması…

Evet ciddiyim, neden şanssız ve neden tatminsiz ;

Sindy bebeklerle (ya da şimdilerde adları her neyse) zayıf ve acayip güzel bebeklerle oynayan kız çocukları hem kendinin sadece güzel olursa değerli olacağını düşünüyor hem de çocukluğundan ilk hatırladığı şey bebek olunca büyüdüğünde de ancak bir anne olursa değerli olabileceğine inanıyor. Hikayemiz tam da burada kendi kuyruğunu yiyen yılanın hikayesine dönüyor. Değerliliği şarta bağlanıyor çocuğumuzun farkında olmadan.

Erkek çocuklarına ise araba ve çok ses çıkaran silahlardan veriyoruz şimdilerde hangimiz çocuğumuza ya da başkasının çocuğuna lego (ya da yap boz) aldı en son?

Arabayla oynayan çocuk hız yapmayı dürtüsel bir şekilde öğrenmiş oluyor böylece bir de düşünün elinde sürekli silah olan bir çocuğu…

Sonra ki manzara ise şu birey olarak varlığını ortaya koyamayan insancıklar topluluğu !!

Sadece anne rolüne bürünen kadın, varlığını unutuyor zamanla ve hep evliliği için bir şeyler yapmaya çalışıyor… ah evet iyi bir şey bu !

Erkek açısından da bakıp öyle yorumlayın bence. Şiddeti daha bebekliğinde öğrenmiş bi koca çocuk evdeki egemenliği sadece şiddet uygulayarak elde edeceğini düşünmez mi sizce de?

Sadece fiziksel şiddetten bahsetmiyorum, sözel ve cinsel şiddet de var bunun içinde…

Derdim kimseyi yada bir şeyleri suçlamak değil gece gece ama bir düşünün neden bu kadar çok boşanmalar artıyor ? Boşanamayanlar da artıyor bunu yanında…

Erkek de kadında bireyliğinin farkına vardığında ve isteklerini konuşarak çözmeye çalıştığında tüm sorunlar çözülür diyorsunuz içinizden değil mi bence de ama o koca çocukların konuşabilmesi için önce küçük çocuklarımızın eline cep telefonunu verip yada bilgisayarın karşısına oturtup hayatımızı sessiz bir şekilde geçirmemeliyiz.

Çocuklarınızın içindeki yaratıcılığı en iyi anne babalar çıkartır kreşler falan hikaye…

İşten eve geldiğinizde sessizlik güzel şey ama bırakın çocuklarınız size soru sorsunlar yoksa bitmeyecek bu dünyadaki şiddet ve travmatik yalnızlıklar…

‘güneş’e ve ‘roza’ya daha güzel bir dünya bırakmak ümidiyle …

Eyvallah…

‘TERS’

*tavşan dağa küsmüş dağın haberi olmamışa gönderme…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Carlo Giulliani (14 Mart 1978 – 20 Temmuz 2001)

‘kırmızı ceketini giymiyordu o artık , çünkü şarap kırmızıydı ve kırmızıydı kan da..’ – OSCAR WILDE

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

READING ZİNDANI BALLADI.. 

1

 

kırmızı ceketini giymiyordu o artık ,

çünkü şarap kırmızıydı ve kırmızıydı kan da ,

ellerine de şarap , bir de kan bulaşmıştı

ölünün başucunda onu bulduklarında ,

sevdiği kadıncağız , sevgilisiydi ölen ,

öldürmüştü kadını vurarak yatağında..

 

o da yerini aldı suçlular arasında ,

soluk gri bir tulum sarkıyordu sırtından ;

bir de kasket başında ,

kaygısız , şen gibiydi , adım atışlarından ;

ki hiç görmemiştim ben böyle bakan bir adam ,

bu kadar içtenlikle güne gözleri dalan..

 

 

ben hiç görmedim böyle , böyle bakan bir adam ,

böyle dalmış gözleri

küçük mavi örtüye ,

zindan da tutukluların gökyüzü dedikleri ,

o salına salına süzülen bulutlara

ki gümüş yelkenleri..

 

öbür acılıların arasında yürürken

bir başka bölmedeki ,

ne yapmıştı bu adam diye düşünüyordum ,

acaba yaptığı ne , suçu da ne olacak ,

ki bir ses fısıldadı yavaşçacık arkamdan ,

‘o yeni gelen adam yakında asılacak..’

 

tanrım ! o an zindanın taşları duvarları

sarsılır gibi oldu , titredi birdenbire ,

gökler tepeme indi ,

kızgın çelik bir çember gibi sıktı başımı ;

kendi acım kendime büsbütün yetiyorken

birden hepsi silindi..

 

anladım , onu hangi düşünceydi kemiren

ve iten neydi böyle onun adımlarını ,

onun bu pırıl pırıl parlayan güne neden

bu kadar içtenlikle böylesi daldığını ;

sevdiği bir kadını öldürmüştü bu adam

ve şimdi buna karşılık verecekti canını..

 

 

ama gene de herkes sevdiğini öldürür ,

bu böylece biline ,

kimi bunu kin yüklü bakışlarıyla yapar ,

kimi de okşayıcı bir söz ile öldürür ,

korkak bir öpücükle ,

yüreklisi kılıçla , bir kılıçla öldürür !

 

kimi insan aşkını gençliğinde öldürür ,

kimi sevgilisini yaşlılığına saklar ;

bazıları öldürür arzunun elleriyle ,

altın’ın elleriyle boğar bazı insanlar :

bunların en üstünü bıçak kullanır çünkü

böylelikle ölenler çabuk soğuyup donar..

 

kimi insan az sever, kimisi de çok uzun,

kimileri aşkı satar , kimileri satın alır ;

kimileri de yapar bu işi gözyaşıyla ,

kimilerinde aşka serin kanla kıyılır :

hemen herkes bir türlü öldürür sevdiğini ,

ama bundan ötürü herkes asılmamıştır..

 

kim gider ölümüne utandırılırcasına

kapkara günlerini yaşarken hayatının ,

kimsenin idam ipi dolanmamış boynuna ,

ne maske örtülmüştür üstüne suratının ,

ve ne de hiç kimsenin ayağının altına

boşluğu serilmiştir döşeme kapağının..

 

hiç kimse kalmamıştır suskun bir dar çevrenin

durmadan gözetleyen bakışları altında ;

içinden ağlamaklık gelirken gözetleyen ,

dua etmek istese gözcüler arasında ;

kendini çalar diye göz ayırmadan bakan ,

cezaevinin avı , böyle gözler altında..

 

hiç kimse görmemiştir uyanıp gün doğarken

hücresinde toplanmış bir sürü ürkünç yüzü ,

tüm beyazlar giyinmiş din adamı titrerken ,

savcının ağırbaşlı durumundaki hüznü ,

valinin kara tören giysileri içinden ,

ölümü kesinleyen o sapsarı yüzü..

 

ürkünç bir çabuklukla kimse uyanmamıştır

suçlu giysilerini üstüne almak için ,

koca-ağız bir doktor başucu durmamışlardır

son anlarında bakıp notunu almak için ,

elindeki saatin belirsiz tiktakları

boğuk sesleri gibi çok korkunç bir çekicin..

 

kimseler , gırtlağını büzüp kupkuru eden

o tiksinç susuzluğu duymamıştır önceden ,

deri eldivenleri koskocaman , bir cellat

bin sürgülü kapıdan içeri süzülmeden ,

ve kimsem üç kayışla sizi bağlamamıştır ,

daha da kurumasın gırtlağın gibilerden..

 

durup dinlenmek için eğilmemiştir kimse

ölüm dualarını edenlerin sesini

taa içinden duyduğu bir ürkü kendisine

duyurup duruyorken daha ölmediğini ,

tabutuyla yüzyüze gelmemiştir hiç kimse ,

o korkunç çatkıların altına geçmemiştir..

 

hiç kimse ufak bir cam tavan aralığından

göklere doğru son bir bakışla bakmamıştır :

hiç kimse , kireçleşmiş soluk dudaklarıyla

çektikleri son bulsun diye yalvarmamıştır ;

titreyen yanağında

ölümün soluğunu hiç kimse duymamıştır..

 

.. 

OSCAR WILDE..

 

Özdemir Asaf’ın Kaleminden Hayatı ve READING ZİNDANI BALLADI , OSCAR WILDE , Çeviri : ÖZDEMİR ASAF , KIRMIZI Yayınları , Şubat 2011..

 

(645 satır yani 109 altılıktan oluşan yaklaşık 50 sayfalık ‘reading zindanı balladı’ ve irlandalı büyük yazar , şair oscar wilde’ın özdemir asaf’ın kaleminden hayatı yeniden ‘kırmızı yayınları’ tarafından özgün ve güzel bir baskıyla okurlara sunuldu geçen ay içinde.. özdemir asaf’ın istanbul türkçesine bağlı kalarak çevirdiği bu eserin tamamını okuyabilmek için hemen kitapçılara koşmanız gerekiyor çünkü kitap neredeyse tükenmek üzere.. özdemir asaf’ı şükranla anıyoruz , kendisine ve kırmızı yayınlarına çok teşekkür ediyoruz bu eseri bizlere kazandırdıkları için..  kitapla ve şiirle kalın..

 

Crockett..)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

UYKUSUZLUK.. – HENRY MILLER

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘ilkin kırık bir ayak parmağıydı sorun , sonra kırık bir kaş , en sonunda da kırık bir kalp.. ancak bir yerde de söylediğim gibi insan kalbi çok dayanaklıdır , yok edilemez ; kırıldığını ancak belleğinde canlandırabilirsin.. asıl tokadı yiyen insanın ruhudur ; ama ruh da güçlüdür , istenirse eski canlılığı kazandırılabilir ona..

 

evet , işte o ayak parmağı her sabah üçe doğru uyandırıyordu beni.. ‘cinli perili saat’ diyorum buna , çünkü en çok bu saatte aklıma düşüyordu o kadının ne yaptığı.. gecenin ve sabah alacasının kadınıydı o.. sabah solucan avlamaya çıkan değil , şarkısı ortalığı karıştırıp ürkü yaratan erkenci kuşun biriydi ; yastığınıza hüzün tohumları düşüren erkenci bir kuş..

 

umutsuz bir aşk çökmüşse gönlüne sabahın üçünde , özellikle onun orada , yerinde olmadığı kuşkusuna kapıldığında telefon etmeyi gururuna yediremiyorsan , ister istemez içe dönüp kendinle baş başa kalırsın ; o anda akrep gibi sokarsın kendini ya da hiçbir zaman postalamayacağın mektuplar yazarsın ona , ya da odanda ileri geri volta atarsın , hem küfür hem dua edersin , sarhoş olursun ya da kendini öldürecekmiş gibi davranırsın..

 

bu gidişat bir süre sonra tatsızlaşır , bıktırır insanı.. yaratıcı biriysen  -ama unutma , o anda boktan bir durumdasın- acılı anılardan ortaya elle tutulur bir şeyler çıkarabilir miyim diye sorarsın kendi kendine.. ve işte bir gece saat üç sularında başıma gelen tam buydu.. birden karar vermiştim ; çektiğim acıyı tuvale dökecektim.. o günlerde sıkı bir teşhirci olduğumu ancak şimdi , bu satırları yazarken anlıyorum..

 

tabii ki suluboyayla delidolu renkler serpiştirerek betimlediğim acının anlamına herkes varamazdı.. hatta kimileri düpedüz şen şakrak çizimler diye bakıyordu onlara.. ne dersiniz buna.. evet , gerçekten öyleler , ama içler acısı bir şenlik bu. bütün o delidolu sözcüklerle tümcelere esin kaynağı olan şey çarpık bir mizah duygusu değilse nedir ki..

 

(bu tür davranışlarım belki de çok önceden  bir başkasıyla , ilk sevgilimle başlamıştı.. ilk menekşe demetimi onun için almıştım ; tam ona uzatırken çiçekler elimden kayıvermiş , o da farkında olmadan (?) üzerlerine basıp ezmişti (!) insan gençken bu gibi küçük olaylar çok can sıkıcı olabiliyor..

 

kuşkusuz genç değilim artık – bu da her şeyi daha da can sıkıcı , söylemeye gerek yok belki , daha da gülünç yapıyor.. tek fark , sözlerime kulak verin , işin içine aşk girdiğinde hiçbir şey , hiç kimse ,hiçbir durum o denli gülünç olamaz.. azıyla yetinmediğimiz tek şey aşktır.. ve yeterince veremediğimiz de odur..

 

‘aşkta yalvarmak ve istemek olmamalıdır..’ (herman hesse) (devamını sonra söylerim.. odamın duvarına yazdığım için bu sözü , unutma tehlikesi de yok..) evet , kimilerinin  adi ve basmakalıp bulabileceği bu kısa tümce çok kritik bir anda çıkmıştı karşıma..

 

‘aşkta yalvarmak ve istemek olmamalıdır..’ elleri ve ayakları bağlı birinden merdiven çıkmasını istemek gibi bir şey bu.. böylesi yüce bir gerçeği kabul etmeden önce acıların en zoruna göğüs germen gerekir.. kinik biri , bunun azizler ve melekler için ortaya atıldığını , ölümlü insanlar için sözü bile edilemeyeceğini ileri sürecektir.. gerçek şu ki , biz sıradan insanlar hep erişilmezi isteriz.. baştan çıkarmanın özgürleştiriciliği yalnızca biz insanlar için geçerli.. ateşlerin arasından geçmesi gereken bizleriz –  aziz mertebesine ulaşmak için değil , var olduğumuz sürece iliklerimize dek insan kalmak için.. en önemli edebi eserleri hatalarımız ve zayıflıklarımızdan ilham alıp ortaya çıkaranlar da bizleriz.. en kötü halimizde bile umut doluyuz biz..’

 

‘aşk , gerçek aşk tamamen teslim olmayı gerektirir mi.. hep sorulan bir soru bu.. az da olsa bir karşılık beklemek insana yaraşır bir eylem değil mi.. insan ille insanüstü bir yaratık ya da bir tanrı mı olmalı.. vermenin sınırı var mıdır.. insanın kanaması sonsuza dek sürer mi.. kimileri önceden tasarlanmış bir ilişki planı öneriyor , bir oyunmuş gibi söz ediyorlar bundan.. elini açık etme.. ağırdan al.. geri adım at.. numara yaparken de numara yap.. yüreğin kan  ağlasa bile içinden gelen duygulara asla ihanet etme.. her zaman , hiçbir şeye aldırmıyormuş gibi davran.. işte , aşk acısı çekenlere verilen öğütler..

ancak hesse’nin dediği gibi , ‘ aşk kesinliğe varmak uğruna kendi yolunu bulma gücüne sahip olmalıdır.. o zaman salt çekim kaynağı olmaktan çıkıp çekicileşmeye başlar..’

 

UYKUSUZLUK (INSOMNIA) yada Şeytan İşbaşında ,  HENRY MILLER ,

Çeviri : HALUK ERDEMOL , NOTOS KİTAP Yayınları , Ekim 2010..

 

   

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

HASRET..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

HASRET

 

Yüz yıl oldu yüzünü görmeyeli

Belini sarmayalı ,

Gözünün içinde durmayalı ,

Aklının aydınlığına sorular sormayalı ,

Dokunmayalı sıcaklığına karnının.

 

Yüz yıldır bekliyor beni

Bir şehirde bir kadın.

 

Aynı daldaydık , aynı daldaydık.

Aynı daldan düşüp ayrıldık.

Aramızda yüz yıllık zaman ,

Yol yüz yıllık.

 

Yüz yıldır alacakaranlıkta

Koşuyorum ardından.

 

NAZIM HİKMET

THE LIFE OF DAVID GALE…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

THE LIFE OF DAVID GALE…

 

 Tür : Gerilim , Dram

Yönetmen : Alan Parker

Senaryo : Charles Randoph

Görüntü Yönetmeni : Michael Seresin

Müzik : Alex Parker, Jake Parker

Yapım : 2003, ABD, 130 dk.

 

Oyuncular : Kevin Spacey (Dr David Gale), Kate Winslet (Elizabeth Bloom), Laura Linney (Constance Hallaway), Gabriel Mann (Zack), Matt Craven (Dusty), Rhona Mitra (Berlin), Leon Rippy (Braxton Belyeu), Jim Beayer (Duke Grover)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Türkçeye yaşamla ölüm arasında diye çevrilen 2003 yapımı unutulmuş bir film The Life of David Gale. Ölüm cezasına karşı olan ve kaldırılması için çaba gösteren çılgın bir profesör, David Gale günün birinde idam cezasına çarptırılır ve suçu kendisi gibi idam cezasına karşı olan meslektaşı Constance e tecavüz ederek öldürmektir !!!

 

Konusu bir kaç cümleyle anlatılabilecek ama hissettirdiklerini bir ömür boyu yaşayacağınız bir film…

Sinemada adını merak edip küt diye girdiğim ama asla günlerce düşünmekten uyuyamayacağım bir film olacağını tahmin etmediğim enteresan bir direnişin öyküsü…

 

Filmi izledikten sonra vay anasını diyeceğiniz hatta üşenmeyip uzun bir “tarihte başkaldırılar” araştırması yapacağınız şahane bir film.

 

Profesör David Gale’in dersinden bir sahne :

 

“Fanteziler gerçekdışı olmak zorundadır. Çünkü istediğiniz şeyi elde ettiğiniz anda, artık onu istememeye başlarsınız. İsteğin devam edebilmesi için, objesinin sürekli olarak eksik olması gerekir. İstediğiniz o şey değil, onun fantezisidir. İstek çılgınca fantezileri destekler…

‘Sadece gelecekteki mutluluğumuzun hayalini kurarken gerçekten mutlu oluruz ’ derken Pascal’ın anlatmak istediği de buydu. Bugün geldi. Bu nedenle ‘avlanmak, öldürmekten daha zevklidir’ ya da ‘ne dilediğine dikkat et’ deriz . Ona sahip olacağın için değil; ona sahip olduğun zaman artık onu istemeyeceğin için.

İstekleriniz doğrultusunda yaşamak sizi asla mutlu etmez. Gerçek anlamda insan olmak demek, fikirler ve idealler için yaşamak demektir. Hayatınızı istediklerinizin ne kadarını elde ettiğinizle değil, yaşadığınız samimiyet, şefkat ve özveri anlarıyla ölçmek demektir. Çünkü sonunda kendi hayatlarımızı önemli kılmanın tek yolu diğer insanların yaşamlarına değer vermektir.”

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Not: film bittikten sonra çok düşündüm acaba şimdiye kadar gördüklerimin ne kadarını doğru anladım diye ve hala düşünüyorum. Muhtemelen her yeni gün yanlış algılarıma bir yenisi ekleniyor…

 

İdam cezası olmayan bir ülkede yaşasak da kimi için idam , özgürlüğünün elinden alınmasıdır !! özgür ol(a)mayanlar bunu anlayamazlar tabi…

 

‘TERS

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ROZA..

ROZA..

‘sen bir bahar çağrısı
sen bir günde dört mevsim..’ (Yenigün..)

‘en küçük aylak ‘ROZA’ bebek aramıza hoş geldin..

aylak bebeler çoğalıyor , GÜNEŞ’ten sonra ROZA’da bu sabah geldi aramıza katıldı.. ailemiz büyüyor..

ROZA’ya annesi özlem ve babası ümo efendiyle sağlık , mutluluk dolu bir hayat diliyoruz aylak adamız ailesi olarak..

bugün ümo’muz baba oldu.. heyecanlı bekleyiş sonra erdi sonunda.. ee ümo efendi babalık hakkında ve ROZA’yla ilgili senden bir yazı bekliyoruz artık..

sabah reisle (blackhawk) beraber gittik ROZA bebeği gördük , ilk merhabamızı kendisine dedik ve tanıştık..

şirin mi şirin , tatlı mı tatlı ama ümo’ya hiç benzeyemeyecek derecede sessiz bir bebek ROZA..   

bize kime benziyor diye sordular ama bizden yorum çıkmadı.. hele birkaç hafta geçsin ondan sonra yorumumuzu yaparız..

ümo’nun ve özlem’in gözleri parlıyordu.. mutlulukları daim olsun , gözleri hep böyle parlasın kardeşlerimizin..

artık ümo bir ara bize ROZA’nın gelişi onuruna bir ROZA gecesi yapar mekanda..  

ayrıca ümo’muz bir fotoğrafını ulaştırırsa bize diğer aylaklar da ROZA’yla tanışır buradan..

tekrar hoş geldin ROZA , seninle daha güçlüyüz , daha umutluyuz artık..

Blackhawk , Crockett..

RIMBAUD’YU ANLAMAYA.. – CAN YÜCEL

RIMBAUD’YU ANLAMAYA.. 

El’an yaşayan bir vücudun

Yaşamaktan caymasıdır en ağır durum ,

Ondan , ondan da beteri

Vakitsiz açelyalar açmasıdır ruhun…

Ey mevsim , ey kefenim ,

Rimbaud benim koltukevim…

 

Delikanlı bir tekmeyle daldı içeri

Açılır-kapanır kapılardan

Girip-çıkmamak üzre bidaha…

 

O saisons , o chateaux

Quelle âne est sans défault !

Şimdi tarihini hatırlayamayacağım , Bedri Rahmi Eyüboğlu , ‘Cumhuriyet’ gazetesinin ikinci yaprağında çıkan bir yazısında , Rimbaud’nun bu ünlü şiirinin yukardaki dizisini alıntılarken , bir dizgi yanlışı yüzünden ‘âme’ olması gereken sözcük , ‘âne’ diye çıkmıştı.. Böylece dize ‘hangi can günahsız ki !’ yerine , ‘hangi eşek günahsız ki !’ anlamına gelmiş oluyordu..

CAN YÜCEL

(Canfeda , CAN YÜCEL.. Türkiye İş Bankası Yayınları , Kasım 2010..)

Yeraltından Notlar

Yeraltından Notlar

”İnsan kendi kendisine karşı tümüyle içten olabilir mi?… Heine öz yaşam öyküsü yazmanın hemen hemen olanaksız olduğunu, insanın kendisinden söz ederken birtakım yalanlar katabileceğini söyler. Heine’ye göre Rousseau ‘İtiraflar’ adlı kitabında mutlaka yalan üstüne yalan kıvırmış, üstelik bunları gururu sebebiyle bilerek, isteyerek yapmıştır. Ben de Heine’nin haklı olduğuna inanıyorum. İnsan gerçekten de bazen yalnızca gururu nedeniyle kendisini cinayete kadar uzanabilecek yalanlara bulaştırabilir. Bunun ne biçim bir gurur olduğunu da çok iyi anlıyorum. Ama Heine, itirafını topluma, başkalarına sunan bir kimseden söz ediyordu. Oysa ben yazdıklarımı yalnız kendim içim yazıyorum.”(s.55) der Yeraltından Notlar’da Dostoyevski.

Yıllar önce okuduğum yeraltından notlar hayatımı şekillendiren ve beni paramparça edip yeniden birleştiren kitapların başında gelir. Sanırım lise ye gidiyordum okuyup, yıkıldığımda..

Evet yıkıldım, o güne kadar kafamda oluşturduğum tüm dünya yıkıldı…

Öğrendiğim her şey yalanmış meğer; insanların hayatlarının en kalabalık gününde aslında en yalnız olduğunu, her doğrunun aslında doğru değil de çoğunun doğru kılıfına girmiş yalanlar olduğunu, ve insana en büyük acıyı ancak en sevdiklerinin yaşatabileceğini , ve her gün nefret ede ede de olsa nefes aldığım şu dünyanın en açık gerçeğinin yalnızlık olduğunu Yeraltından Notlar’la öğrendim. Ah tabi öğrendiklerimi yıllar sonra Aylak Adam’la ezber ettim.

Okumalarım arasında yıllar olmasına rağmen altını çizdiğim yerlere bakın :

‘kalıplar , normal insanlar için iki kere ikinin dört etmesi gibi kesinlikle huzur demektir.’ Yeraltından Notlar

“Kornasını ötekilerden başka öttüren bir şoför, çekicini başka ahenkle sallayan bir demirci bile ikinci gün kendi kendini tekrarlıyordu. Yaşamın amacı alışkanlıktı, rahatlıktı. Çoğunluk çabadan, yenilikten korkuyordu” Aylak Adam

Buradan şu sonucu mu çıkarmalıyım acaba yıllar geçmesine rağmen fark ettiğim ve diğer insanlardan farklı olduğumu düşündüğüm şeyler aynı demek ki ya yaşadıklarımdan ders almıyorum ya da dünyanın kötülüğü hala aynı hızla yayılıyor…

Hermann Hesse, bir denemesinde Dostoyevski için: “Dostoyevski, ancak kendimizi berbat hissettiğimizde, acı çekebilme sınırımızın sonuna varmışsak ve yaşamı bütünüyle alev alev yanan bir yara diye algılıyorsak, eğer artık yalnızca çaresizliği soluyorsak ve umutsuzluğun bin bir ölümünü yaşamışsak, işte ancak o zaman okumamız gereken bir yazardır. Ancak o zaman, yani acıdan yapayalnız kalmış, felce uğramış olarak yaşama baktığımızda, o vahşi ve güzel acımasızlığı içersinde yaşamı artık anlayamaz olduğumuzda ve ondan hiçbir şey istemediğimizde, evet, ancak o zaman bu korkunç ve görkemli yazarın müziğine açığız demektir. Böyle bir durumda artık birer izleyici olmaktan, yalnızca okuduklarımızın tadına varıp onları değerlendirmekle yetinen kişiler olmaktan çıkmış, Dostoyevski’nin eserlerindeki o zavallı ve yoksul kardeşlerin arasına katılmışız demektir; o zaman biz de onların acılarını çekeriz, onlarla birlikte, soluk bile almaksızın, yaşamın anaforuna, ölümün sonrasız öğüten değişmenine bakışlarımızı dikip kalırız. Ve yine ancak o zaman Dostoyevski’nin müziğine, bizi teselli etmek için söylediklerine, sevgisine kulak veririz; ancak o zaman onun korkutucu, çoğu kez cehennemden farksız dünyasının anlamını kavrarız.” der,

Not: okudukça yalnızlaşmaktan korkmayanlara şiddetle tavsiye edilir !!! Eğer korkuyorsanız hiç başlamayın gerçi başlasanız da başlamasanız da günün birinde o yalnızlık sizi gelip bulacak ya, neyse…

Eyvallah…

‘TERS’