Archive for Aralık, 2010

hasta parçacıklar …. (morbid segmentations…)

hasta parçacıklar …. (morbid segmentations…) 

Sola döndüm. Köşe kalabalıktı.İnsanlar benim için  ne olduğu belirsiz bir durum karşısında sabahın dokuzunda bir araya gelerek kendi eşsiz yorumlarıyla birşeylere katkıda bulunmaya çalışıyorlardı. Bulunulan yer  apartmanımıza komşu bulvara açılan  köşeydi. Biraz daha yaklaştım. Kalabalık içinde iki kişi  kazdıkları bir çukurun başında durmuş karşılıklı  yorumlar yapıyorlardı. Kır saçlı  ve elinden sigarayı düşürmeyeni “biraz daha kazalım tıkanan boru buradadır kesin!” diyordu daha uzun boylu  ama çırak  görünümlü olanına. Bu sonuncusu ki  ismi Bay O. idi ,uzak bir mekana doğru seslenircesine  “daha önce getirdiğim hortumu uzatırmısın E. !” diye haykırdı. E. de sigarayı elinde tutan bir patron edasıyla tutarak  arkasına dönüp üçüncü kişiye hortumu uzatmasını söyledi. Usta çırak ilişkisi bu olmalıydı sanırım.  Kenardan devam edip ortamdan uzaklaştım.

Neler olduğunu bilemeden yürüyordum taşlı çakıllı  yolda. Ayakkabımın ucu arada bir büyükçe taşlara takılıp derin kesikler halinde çiziliyor , ben de yere yüzüstü kapaklanacak oluyordum. Hava çok sıcak , Güneş’se caddedeki tektük ağacın gölgesini bile eritircesine tepemdeydi.

Uzaktan hızla yaklaşıp yanımdan geçen  otobüsün sıçrattığı suyla kendime geldim. Üstüm çamur  olmuştu. Otobüsün ardından “Hayvan!” diye bağırdım. Otobüs birden durdu. Şoför penceresinden karakuru bir tip sarktı  ve ” bas git belanı benden bulma ,kafanı patlatırım senin !” , dedi.  Ona doğru yürüdüm.  Otobüstekiler arasında  bazı sesler yükseldi ve şoför tekrar içeri girerek yoluna devam etti . Adama cevap verememiş olmak  çok koymuştu. Oysaki tek istediğim yanımda  ki hanımefendinin  bakışları altında  bana karşı terbiyesizlik edilmesini engellemekti. Yanıma baktım birden ama hanımefendi yoktu. Paltoma sarındım yoğunlaşan tipinin soğuğu altında. Biraz daha yürüdüm. Köşedeki yeni görünümlü derme çatma marketçiğin yanına ulaştığımda kapısındaki dereceye doğru bakışlarım kaydı. Eksi yirmi yedi  dereceyi kendi kendime sayıklarken kayarak kıçüstü yere çakıldım.

Birileri başımda bitiverdi hemen. “Ne oldu ? Fenalaştın mı ?” sorusuyla  kafam aydınlandı. Ancak soru ya da o an yağan sorular gerçekten hatırımı sorar tonda değil de daha çok  etrafımdaki insan sayısını artırmaya yönelik tondaydı.  “Adam sıcaktan bayıldı galiba” dedi yaklaşık on kişiye ulaşan kalabalıkta  en arka sıralardan  minyon tipli memur kılıklı bir zat. “Şimdi iyi ,iyi !” , diye insanları rahatlatmaya çalışan  yaşlı bir kadın tarih öncesinden kalma yamalarla dolu koltukaltı çantasını düzelterek umursamaz bir edayla uzaklaştı bölgeden.

Ayağa kalktım. Sol ayağımdaki ayakkabımın ucunda  kocaman bir delik ve  araya giren bir taş ile rahatsız oldum.  Ayağımı sallayarak  taştan kurtulmaya çalıştım. Ama başarılı olamadım. Kalabalık dağılmıştı. Bulunduğum yere komşu apartmanın  girişindeki basamaklara oturdum. Kafamdaki şapkayı kenara koydum. Ayakkabımı çıkararak taşı  düşürmeye çalıştım . Az önceki yaşlı kadın tekrar belirdi . ” Paran yok galiba senin” dedi ve kenarda duran şapkama birkaç bozukluk bırakarak kendisinden beklenmeyecek  bir hızla uzaklaştı. O sırada kadının  konumlandığı yerin tam karşısında burnunun içinde maden ararcasına serçe parmağıyla karıştıran bir sarışın , saçları yana taralı bir ufaklık belirdi. Ayakkabımdan çıkardığım şeyin bir köpeğin taş kesilmiş dışkısı olduğunu görünce iğrendim ve çocuğa fırlattım. Çocuk gülerek kaçıştı. Az ötede ki  eczaneden çıkan ve ağabeyi olduğunu sandığım kişiyle çarpıştı. Ağabeyi bir kaç yaş büyük şişe dibi gözlüklü  kocaman gözlü sevimli biriydi. “Yine altına işemişsin velet! Seninle mi uğraşıcam gir içeri!”  , diyerek askılı pantolonunu düzeltti. Çocuk içeri daldı. Fırlattığım  taşlaşmış dışkı ise  oraya yeni ulaşmış  sokak köpeğinin ilgi odağıydı şimdi. Birkaç kez kokladıktan sonra dişlerinin arasına alarak karşı kaldırıma geçti ve yanıma geldi. Dışkıyı yanıbaşıma bırakarak  ortadan kayboldu.

Ayakkabımı giyip tekrar yola koyuldum. Her adım atışımda soldaki ayakkabımın ayrılmış olan tabanı palet gibi yalpalanmaya ve yere takılmaya  başladı. Kendi adıma artık böyle  paspal olmaktan utanmıyordum. Benim için önemli olan diğer ayakkabımı da kaybetmemekti. Yoksa parasız pulsuz bütün yazı nasıl geçirebilirdim? Ayakkabımı düşünürken şapkamı orada unuttuğumu hatırladım. Umursamadım. Tökezlemelerim ayakkabımın taşlara takılmalarıyla daha da artmıştı. Yürümek ne kadar zorlaşsa da taşlara takılmam bunun gerçek nedenimiydi bilmiyordum, yoksa yürümeyi mi unutmuştum?  Yürümek neden alın yazımızdı ? Gerçekten yürümek zorunda mıydık diye düşünmeye başlarken binaya ulaştım. Karşımda ki , uçsuz bucaksız pencere tarlası gibi uzanan kocaman bir yapıydı. Otomatik kapı açılıp ana koridora girdiğimde  O beni karşılıyordu. Sarışındı. Uzun boyluydu. Cildi  Güneş parlaklığındaydı. “Sen  kaç derecesin?” diye sordum. Tam cevap verecekken  yanımızdan küt kızıl saçlı  , kocaman çok güzel gözleri olan bir anne geçti göbeğindeki kocaman tümsekle . Tam bir yuvarlaktı göbeği. Gözlerimin içine bakarak biraz da belini tutarak önündeki hemşireyi takip edercesine gözden kayboldu. O ise tekrar bana döndü. Cildinin parlaklığı üzerindeki beyaz önlüğe de yansımıştı. “Elinde ne tutuyorsun?” dedi. “İşte ayakkabım!” dedim neden olduğunu bilmediğim yarım bir sevinçle. ” Elinde ayakkabı  yok ki! Buraya  kadar yalınayak nasıl geldin?” dedi. Gerçekten de yalınayaktım. Güneş’in  ışınları  şeklindeki saçlarını iki yana sallayarak elini ceketimin cebine soktu. Cebimden ufak bir defter çıkarıp içine birşeyler yazdı ve tekrar cebime koydu. “Hadi artık gidebilirsin sana bir taksi çağıracağım . Birazdan gelir. İlaçlarını da yazdım ihmal etme” , dedi. “Bir daha da yalınayak gezme , ayaklarını çamur içinde bırakmışsın. Bu soğukta donmuyor musun?” diye ışıldayan gözlerle baktı. O kadar cümleyi nasıl söylediğini anlayamadan geri döndüm. “Ben seni görmeye geleceğim zaten”, diyerek hemşire bankosuna döndü. Binanın otomatik kapısı açıldı ben yaklaşırken . Ama başka birileri girdi  telaşla dışarıdaki termometrede  görünen eksi yirmi yedi derece ile birlikte . Soğuğu yüzümde hissetmemle gözümde ışık çakmaları başladı ve ben biri tarafından fırlatılmışçasına sırtüstü yere kapaklandım. Arkamdan bir sesin  altın sarısı saçlarıyla ” Baba! Baba!” diye haykırışını duyarak kayboldum kendimde. “Baba! Baba!”  

                                                                     Güneş’imize (31.07.2010)

‘Fran(sı)z Kafka’

Ne yazmak gerektiğini bilmediğin  zamanda yapabileceğin en iyi şey kaleminden süzülen mürekkep izini kaleminin gittiği yönde saklamaktır. İşte o zaman sakladığın mürekkep  gölgeleri ışık olur yazmana . Ve bir de yanında yamacında göğe yükselen dayanılmaz bir müzik varsa , o şahaneyi yaratmana bir nefes kaldığı andır.

                                                                 ( Ne olduğu belirsiz bir tarih…)

‘Fran(sı)z Kafka’

‘atlar gibi gözlüğe alıştırın / gözleri göklerden genişse / almadan vermeyi öğrenmişlerse / vurun ellerine ellerine..’ – GÜLTEN AKIN

ÖFKE AĞIDI..

dövün çocuklarınızı suçsuz

erken tanısınlar cezayı

cezaların suçlardan çok olduğu dünyada

dövün çocuklarınızı

 

atlar gibi gözlüğe alıştırın

gözleri göklerden genişse

almadan vermeyi öğrenmişlerse

vurun ellerine ellerine

 

candan özge değer var mı..

vatan nedir..

dostluk yenilir içilir mi..

sevgi neye yarar sevgi..

GÜLTEN AKIN

AVLU..

avlu bir çığlıkla tamamlandı

sanki eksikli kalırdı o çığlık olmasa

uzun buzdan sarkıtlar biçiminde

dondu çığlık..

 

dondu çığlık

lacivert resimler çizerek üstümüze

– ana o çığlığı nereden buldun..

düşündü nöbetçi , sirenlerden mi

martılardan belki

ama nerde deniz.. deniz olmalı ki

üstümüzde mavisi kesilmiş soğuk gökyüzü

altımızda

altımızda yanımızda ve her yerimizde

avlu..

 

avlu , o yedi günün birinde

toplaşıp toplaşıp dağıldığımız

yaşayan parçamız oldu..

 

avlu

kulübeler ve dikenli teller

pembe ve çatık nöbetçi

kalan altı günde birikir mi

kurşuni damdaki deprem öncesi sessizliği

o çığlık olmasa yarım kalacaktı sanki,

üstümüze doğrultmaya tüfekler

mekanizma sesleri

geldi bütünledi

çelenkti o , kara gövdesiyle devindi avluda

dokusunda ilenç çiçekleri

önünde durdukça her bir ananın

büyüdü

öyle ki

onu kim görse dağ derdi

şimdi biz

yani biz analar

artık o avluya nasıl sığarız..

GÜLTEN AKIN

‘Ağıtlar ve Türküler (1972-1983) Toplu Şiirler – 2’ , GÜLTEN AKIN , Yapı Kredi Yayınları , Ekim 2004..

‘ÜLKEMİZİN DEMOKRASİ HAVARİLERİNE DUYURULUR : ARJANTİN DİKTATÖRÜ ‘JORGE VIDELA’ FAŞİSTİNE ÖMÜR BOYU HAPİS CEZASI VERİLDİ.. ‘NETEKİM’ DARISI BİZİMKİLERE..’

‘ÜLKEMİZİN DEMOKRASİ HAVARİLERİNE DUYURULUR : ARJANTİN DİKTATÖRÜ ‘JORGE VIDELA’ FAŞİSTİNE ÖMÜR BOYU HAPİS CEZASI VERİLDİ.. ‘NETEKİM’ DARISI BİZİMKİLERE..’

‘soruyorum size.. nasıl oluyor da bir babanın , bir ananın en büyük sevinci onların hala işkence ettiklerini öğrenmek oluyor çocuklarına..’ JOHN BERGER

‘nasıl john berger ustanın yukarıdaki cümlesi kalbinizi acıtıyor mu.. insan olduğunuzdan dolayı üzüntü duymanıza yol açıyor mu.. ben ağlamaktan ve ağladığımı söylemekten çekinmem ve utanmam.. bu cümleyi her okuyuşumda ya da hatırlayışımda tüylerim diken diken oluyor ve arkasından ağlıyorum ve ağlamamla beraber içimde müthiş bir kusma isteği duyuyorum.. çünkü kendimden iğreniyorum.. çünkü tüm yaşanmışlıklarda bir birey olarak benim payım da var.. çünkü tüm insanlık tarihi bizlere devredilen insanlık mirasları..

işte bu acı cümlenin söylenmesine sebep olayların faili , arjantin’de 1976-1983 arasında süren darbe döneminde cezaevlerinde onlarca mahkumu öldürten ve resmi kayıtlara göre 13.000 kişi , tahminlere göre 30.000 kişiyi kaybedip , katlettiren , askeri uçaklardan okyanusa canlı canlı atan arjantin’in faşist diktatörü 85 yaşındaki jorge videla’ya birkaç gün önce arjantin’in cordoba federal mahkemesince ömür boyu hapis cezası verildi.. 1985’teki yargılamasında da ömür boyu hapis cezası alan pis faşiste arjantin’in eski demokrasi havarilerinden el turco lakaplı carlos menem af çıkarmış , ancak bu af olayına arjantin yüksek yargısı el koyarak bu affı iptal etmişti..

darbe döneminde sol muhalefete karşı giriştiği kirli savaş ve kaybettiği insanlarla tam bir insanlık düşmanı olduğunu ispat eden jorge videla savunmasında ‘arjantindeki olası bir marksist devrimi önlemek amacıyla görev yaptığını , ne yaptıysa ülkesinin geleceği için yaptığını’ belirtti.. ancak arjantin’in onurlu cesur hakimleri bu komik savunmayı kabul etmeyip , ömür boyu hapis cezası vererek bu pisliğe gereken cezayı verdi..

arjantin dünyaya yol gösteriyor.. ama bizde ses yok , herkes sus pus.. oysa gözlerimiz , kulaklarımız aylar boyunca ülkeye tam demokrasi geliyor , demokrasiye karşı çıkmayın diye iğfal edilmişti.. ne oldu da ülkemizde bu sene boyunca timsah gözyaşlarıyla demokrasi havariliği yapanlardan artık ses çıkmıyor anlamıyorum.. behzatım gibi soralım : ‘ne oldu la.. tırstınız mı la.. demokrasicilik oynamak kolay fakat demokrasi zor iş değil mi aga..’ 

bizim faşist eli kanlı diktatörlerimiz ve yardakçıları ellerini kollarını sallaya sallaya keyiflerinin ve akarlarının tıkırındalar.. ne oldu hani yargılanacaktı askeri darbeciler ve yardakçıları.. ‘netekim’ unutuldu sanırım ağlamalar , zırlamalar , sızlanmalar , demagojiler , yalan vaatler.. sizler yalansınız , hayatınız yalanlardan örülmüş..  hepiniz boş karakterlersiniz..asıl sizlere inananlara yazıklar olsun.. sizin peşinizde koşan sarı solculara , liberallere yazıklar olsun.. her konuda yasal düzenlemeler hızla yapıldı ama bu konuda tık yok.. bekliyoruz hala.. darbecilerin başı daha düne kadar televizyonlara , gazetelere demeçler vererek yine olsa yine yapardım diyerek pişman olmadığını söyleyerek tehditlerine devam ediyordu.. hatta sevgili yurdumun üniversiteli gençleri bu eli kanlı faşistin katıldığı ve bir üniversitede yapılan canlı televizyon programında ‘yine olsa yine yapardım ve hepsini yine asardım’ sözlerini dakikalarca ayakta alkışlamıştı.. alan paton’nun güney afrika’da apartheid dönemlerinde geçen romanının ismi hep aklıma gelir bu durumlarda : ağla sevgili yurdum.. onlarca kişiyi asmış , 17 yaşındaki bir çocuğu darağacında büyütmüş bir faşisti bu ülkenin sözde okumuş aydın gençleri dakikalarca ayakta alkışlıyor ve sonra bu ülke cunta anayasasında komik değişiklikler yaparak demokratik oluyor öyle mi..

hani yargılayacaklardı , hani içeri tıkacaklardı hepsini.. yalan..

hepsi artık birer tescilli yalancı..

tekrar gelelim arjantinli faşiste.. jorge videla aynı zamanda yine başka bir latin amerika diktatörü (büyük ozan victor jara ve şili’nin seçilmiş sosyalist meşru başbakanı allende gibi binlerce solcunun katili) faşist pinochet’in de yakın dostu ve destekçisiydi..

işte arjantin’in sadece maradona’sı , kempes’i , eva peron’u , messi’si yok.. tüm geri kalmış ülkelerde olduğu gibi topun yüceltildiği ülkelerden biri olan arjantin’in on binlerce aydın beyni okyanus sularına atılırken arjantin ve dünya çılgınca maradona’yı ve şampiyon arjantin’i konuşuyordu.. son ses açılmış radyolardan spikerlerin gol çığlıkları şehirlerin göbeğindeki ‘garage olimpo’ gibi işkencehanelerinde yankılanırken elleri gözleri bağlı solcu aydınların sessiz çığlıkları insanlığın sağır kalbine maalesef ulaşamıyordu.. (cronica una de fuga ve garage olimpo adlı başyapıtlar o günleri anlatan ve ilginç anekdotlarla dolu izlenmesi gereken filmler.. ayrıca politik sinemanın usta yönetmeni costa gavras’ın çektiği ‘missing’ de şili’de askeri darbe dönemine ait müthiş bir ağıt.. gavras’ın ‘z’ adlı filmini halen izlemeyenler ise zaten kendileri için üzülsün.. büyük kayıp.. bunları bulun ve izleyin derim..)

kayıp anneleri olan ‘cumartesi anneleri’ ilk olarak arjantin’de yapılanmıştı : plaza del mayo anneleri.. darbe döneminde kaybolan evlatlarını her türlü baskı ve şiddete rağmen buenos aires başta olmak üzere tüm şehirlerde arıyor ve unutturmamaya çalışıyorlardı..

ve gün geldi anneler kazandı işte.. arjantin’in faşist katil diktatörü jorge videla bir kez daha ömür boyu hapis cezası aldı..

darısı başımıza ‘netekim’ diyeceğim fakat boşuna lakırdı olacak bu çünkü demokrasi bir yalanlar ve vaatler toplamıdır..

bitirirken arjantin’in tüm gözü yaşlı cumartesi annelerinin acılarını bir nebze olsun dindiren bu yargı zaferi kutlu olsun ve bizlere örnek olsun bu onurlu direnç abideleri diyorum..’

Crockett..

‘içindeki ‘sinemadan çıkmış kişi’yi öldürdüler..’ – Aylak Adam / YUSUF ATILGAN..

‘sinemaya girdiğinde üstü başı az ıslaktı.. önce yüz numaraya girdi , çıktı.. bir sigara içti.. salon pek kalabalık değildi.. paltosunu çıkarıp ortalarda bir koltuğa oturdu.. gelenlerin çoğu kadın.. bir de belki iki saatlik aylaklar , okul kaçakları.. ‘şunların arasında sevilmeğe değer birkaç kişi niye olmasın.. tok karın iyimserliği mi yoksa..’ başlama saati yaklaştıkça boş yerler doluyor.. bir kadın yanındaki koltuğa doğru geldi.. kadının yüzünde sanki koyu vişne bir ağızla romalı heykel burnundan başka bir şey yoktu.. koyu vişne kıpırdadı :

– sahibi var mı efendim..

orada duran paltosunu kucağına aldı.. kadın oturdu.. çantasının üstünde uzun tırnaklı uzun parmakları vardı.. az sonra ışıklar sönünce kadın koltuğun ötesine doğru toplandı.. bu çabuk kaçış onu yanındakinin bir yerine gerçekten değmiş gibi üzdü.. içinde kıpkızıl bir öfke kabardı.. ‘hay lanet olası.. insem mi beynine..’ kendini güç tuttu.. bu öfke bir kırgınlık, bir başkalarına küsme duygusuyla karışıktı.. seveceğin sandığı insanlar bunlar mıydı.. perdede dünya haberleri gösteriliyor.. bu ‘karı’nın yanında kalırsa bir şey göremeyecek.. kalktı.. sıradan çıkarken birinin ayağına bastı.. adam hiç seslenmedi.. ‘çüş’ falan deseydi bir yanını kırardı.. gitti ilerde boş bir yere oturdu.. arkasında , alaca karanlıkta belli belirsiz kıpırdayan insan suratlarına meydan okurcasına baktı.. ama onu kimse görmedi..

iki saat sonra kalabalığın içinde , sinemadan bir dar sokağa çıkan sanki başka birisiydi.. düşünüyordu : ‘çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği , kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor.. sinemadan çıkmış insan.. gördüğü film ona bir şeyler yapmış.. salt çıkarını düşünen kişi değil.. insanlarla barışık.. onun büyük işler yapacağı umulur.. ama beş-on dakikada ölüyor.. sokak sinemadan çıkmayanlarla dolu ; asık yüzleri , kayıtsızlıkları , sinsi yürüyüşleriyle onu aralarına alıyorlar , eritiyorlar..’ saatine baktı : dört buçuğa beş vardı.. ‘eve gitsem okusam..’ durağa yürüdü.. ‘bunları kurtarmanın yolunu biliyorum.. kocaman sinemalar yapmalı.. bir gün dünyada yaşayanların tümünü sokmalı bunlara.. iyi bir film görsünler.. sokağa hep birden çıksınlar..’ kafasından geçene güldü.. duraktakiler dönüp baktılar.. kadının biri kaşlarını çattı.. sokakta kendi kendine sesli gülünemeyeceğini bilmeyen yoktu.. ‘ne adamlar be.. güldüysem güldüm , size ne..’ duramadı orada , yürüdü.. eve gitmeyecek.. içindeki ‘sinemadan çıkmış kişi’yi öldürdüler.. sağ kalan sıkıntılı , kızgın.. hep ölçülü-biçimli mi davranmak gerek.. kim demiş.. başkaları onu eve gidecek sanırken o gidip bir meyhanede içecek.. yolun çivisiz yerinden karşıya geçti.. kayıp giden otomobiller duraksadılar.. bir şoför sövdü.. o duymadı..’

AYLAK ADAM , Yusuf Atılgan.. Yapı Kredi Yayınları , Ekim 2009..

‘ondan sonra her şey bulanıktı..’ : IAN CURTIS..

‘ian sadece duymak istediğini söylerdi’ diye anımsıyor morris.. ‘bir spiral içindeydi , ve durumu kötüye gidiyordu.. bazen düşünüyorum da yapabileceğimiz en iyi şey ‘bak , sen kendine gelene kadar yaptığımız şeye bir ara verelim’ demek olurdu..

ian bir seferinde arayıp ‘hollanda’ya yerleşip bir kitapçı açmak istiyorum’ dedi , 5 dakika sonra ‘hadi ama cumartesi bradford’dayız..’ dedi.. tek bir konuşmaydı ve hiçbir zaman gerisi gelmezdi..

sumner’in hatırladığı şekilde ‘çok kararlı bir insandı..’ ‘bir şey yapacak olursa kesinlikle kimseyle paylaşmazdı.. bir kere hatırlıyorum provadan döndüğümüz zaman bir mezarlığın yanından geçerken ‘bak eğer geçen hafta başarsaydın ismin şu taşların üzerinde yazılı olacaktı’ dedim.. insan gerçekten bu konuda düşünmek istiyordu.. ama o ‘ha , evet’ diyerek geçiştirdi.. cevapla bir bağlantısı yoktu..

joy division çalışmaya ‘love will tear us apart’ için bir klip çekerek , birmingham üniversitesi’nde canlı bir gösteriyle , yeni demoları kaydederek ve 20 mayıs 1980’de başlayacak amerika turnelerine hazırlanmakla devam etti..

18’i cuma günü grup yeni sahne kıyafetleri için alışverişe gitti.. ertesi gün curtis , barton street’teki evinde kendini öldürdü..

ailesi ve arkadaşları için yıkıcı bir darbeydi bu.. ‘ondan sonra her şey bulanıktı’ diyor hook..’

‘KARANLIK YILDIZ : JOY DIVISION ÜYELERİNİN GÖZÜNDEN IAN CURTIS’İN SON GÜNLERİ’ , Çeviri : ANIL KAROL..

(bu röportaj ve daha fazlası için ‘UNDERGROUND POETIX’in 7. sayısını tükenmeden hemen edinmelisiniz..)

‘kılıçla kesiyor bir hain nokta öpüşen virgüllerle akan cümleyi..’ – ONAT KUTLAR

KİTABE..

rüzgarın yüzünü vadilerden tanıyorlar sevgilim

arının adını bir menekşeden

çılgın ırmağın yüzünü bir deniz çiziyor

toprağı , yediveren bir gül ağacı

tarihler bir köprü olarak yazıyor bir ustayı

kahramanı , gülümseyen bir yoksul

çocuk olarak..

 

beni bir gün sevgilim senin yüzünle

anacak doğunun yeni ozanları

çünkü bir ağustos gecesi sessiz bir gölün

ayışığıyla yıkanmış kıyılarında

akıllı şarkılar söyleyen bir deli

hiç bitmeyen yaz gününe gömecek beni

senin adınla..

ONAT KUTLAR

AYRILIK..

ayrılık şiiri ne kadar yalın

sevdiğimiz ak sözcükleri gibi

kılıçla kesiyor bir hain nokta

öpüşen virgüllerle akan cümleyi

 

nasıl soğuk ayrılığın güneşi

gölgeli bir çınar olan gövdemin

dallarını içten kırınca acı

buzdan bir alçıyla tutuyor beni

 

ayrılık sabahı ne kadar beyaz

ölümün hüzünlü arkadaşı kar

bana ütülü bir çarşaf hazırlar

bir karanfil tam yüreğin üstünde..

ONAT KUTLAR

‘Unutulmuş Kent , Bütün Şiirleri’ , ONAT KUTLAR , Yapı Kredi Yayınları , Ekim 2010..

‘lafla denizci geçinir kimi ; böylelerinin gemisi batacak yer arar..’ – PİRİ REİS

‘herkesi denizden anlar sanma.. asıl deniz ehli , hürmet sahibidir…. deniz ilmini iyi bilir öylesi , mevsimleri de.. aynı gökte yürüyüşünü de bilir , kalplerin kapısını açmayı da.. başladığı her işi bitirir.. iyilik yapar , adı iyi anılır her yerde.. hırstan uzak olur.. sen de bundan örnek al , kendini bil.. böylece her savaşı kazanırsın..

gitmeyen , gidenden öğrenmeli denizleri.. denizlerin iskender’i , pirimiz kemal reis , bütün bu denizleri dolaşmıştı vaktiyle.. insan sarrafı olmuştu zamanla.. onun için her işi tamama erdirirdi.. denizde bunca rahat olması , rahatlıkla gezmesi , bir bilene rastladığı zaman fikir danışmasındandı.. insanların bakmazdı parasına puluna.. ruhuna , asıl cevherlerine inerdi onların.. çünkü bir kişide cevher var ise , rast gider onun işi..

lafla denizci geçinir kimi ; böylelerinin gemisi batacak yer arar.. rotasını başkasına çizdirir , gidip uluorta bir limana yanaşır.. utanır bir bilene sormaya , bu yüzden de hep öyle cahil kalır.. cahilde utanç ne gerek ; kişi böyle geri kalır işte.. ama kendine sorarsan ‘ dünya da benim’ der ‘ahiret de..’ insan kendisi için ne düşünürse , başkası için de aynısını düşünür..

neyse , biz gelelim yine sözümüzün özüne.. bir limana girdiğin zaman , ilk iş , rotanı pusulaya al.. hangi taş neredeydi , bunları da bilmek gerek.. vardığın yere , unutursun sonra , bir nişan koy hemen.. en iyisi yazmaktır , onun için ben gördüğümü hep yazdım.. yaza çize nice denizler gezdim.. hani bir yere yeniden gitmem gerekse , bilirdim nere sığdır , nereleri mendirek..’

‘Yedi Deniz ve Acayip İnsanlara Dair’ , PİRİ REİS..  Yeniden Yazan ve Yayına Hazırlayan : FARUK DUMAN , Can Yayınları , Eylül 2005..

CAFER PANAHİ’YE HEMEN ŞİMDİ ÖZGÜRLÜK !

CAFER PANAHİ’YE ÖZGÜRLÜK !

 

‘aylakadamız bugün sadece cafer panahi’nin ve o özgür olana kadar hepimiz cafer panahi’yiz..

yoğunluğumdan ve geçirdiğim rahatsızlıktan dolayı pek haber takip edemiyorum bu ara.. bugün tesadüf eseri gözüme çarptı bu haber: iran’ın yüz aklarından olan cafer panahi’ye hapis ve film yapmama cezası verildi..

gözlerim doldu , boğazıma bir yumruk oturdu..

‘mevcut yönetime karşı çalışmak ve muhalefeti desteklemek’ gibi komik suçlamalar nedeniyle yargılanan cafer panahi’ye 6 yıl hapis ve 20 yıl boyunca film yönetmeme , yazı yazmama , yurt dışına çıkmama ve yerli-yabancı basına demeç vermeme cezaları verildiği avukatı tarafından açıklandı.. panahi’nin avukatı kararı temyiz edeceklerini söylemiş , ancak o temyizden de ne çıkar malum zaten..

iran insan hakları ihlalleri konusunda dünya gündeminin hep birinci sırasında.. politik konumu nedeniyle nedense hep iran birinci sırada gösteriliyor.. oysa ortadoğu’daki diğer ülkelerle , diğer bazı dünya ülkeleriyle birlikte ülkemizin de pek sicili temiz değil ve siciline her gün yeni ihlaller katılıyor ama güdümlü medya sayesinde hep iran ön planda..

recm cezası verilen sakine , rejim muhaliflerine uygulanan işkence ve bastırma yöntemleri ile sanat , düşün adamlarına karşı sansür ve baskı politikaları ile medyada her gün bir iran haberi görebiliyoruz..

cafer panahi mart ya da nisan ayıydı sanırım ilk tutuklandığı zaman gözümün önüne ‘beyaz balon (white balloon)’ filmi gelmişti.. bu kadar ince , sevgi dolu bir filmi yapan insan nasıl bir suç işlemişte demir parmaklıklar arkasına atılmıştı diye düşündüm..

sonra suçlamalar beklendiği gibi çıktı : politik nedenler dolayısıyla tutuklandığını ve rejim karşıtı hareketlere destek verdiği gerekçesiyle yargılanacağı açıklanmıştı..

üzüldüm , kıyameti koparsan ne yazar artık.. yargılanacağının açıklanması öyle bir ülke için şu demeye geliyor artık : cezası kesildi , geçmiş olsun..

uluslararası baskılar , protesto gösterileri neye yarar ki.. iki aylık tutukluluğunun ardından ev hapsinde tutularak sadece bir süre sözde tutuksuz yargılanması sağlandı.. neticede bir ülkenin gözbebeklerinden birisi olan koskoca yönetmene muhalif olduğu gerekçesiyle verilen cezaya bakın..

hapis cezasını zaten geçin , cafer panahi gibi adamları hapis cezaları sindiremez.. esas acımasız ceza onun için ‘yirmi yıl boyunca sen sesini çıkarmayacaksın , hiçbir şey yapmayacaksın’ cezası..

koskoca 20 yıl susacak..

neredeyse 20 yıl boyunca düşünme diyecekler adama ama beceremiyorlar düşünmesini engellemeyi..

esas ceza bu işte ,  cafer panahi’yi yaşama bağlayan damarları sinema ve düşünsel faaliyetleri.. cafer panahi’yi yok edemediklerinden ölümden beter böyle bir cezayı düşünüp tasarlamışlar iran’ın mollaları..

günümüzde faşist , baskıcı rejimlerin örtülüsünü örtüsüzünü her an dünyanın her yerinde yaşıyoruz.. demokrasi yalanları söylenerek uygulanan faşist yönetimlerde aynı , iran’daki örtüsüz açık faşist rejimlerde aynı.. değişen bir şey yok.. bazıları demokrasi yalanını kullanıyor bazıları kullanmıyor.. demokrasi sever ülkemizde filmlerin yakılıp yok edildiği günler az yaşanmadı.. sinemacıların sansür kurullarının önünde senaryolarının denetimden geçmeyi beklerken çektikleri işkenceler unutulmadı.. hele sansür kurullarında çalışmış profesör ve bilumum unvanlı uzmanların o akıllara zarar denetim raporlarını şimdilerde okudukça geniş geniş yağıyorum kendilerine..  neyse şimdi demokrasimiz gelişti  gitti sansür kurulları yerlerine daha güzel , daha cici isimleri olan denetim mekanizmaları geldi.. yıkılıyorum burada sinirimden gülmekten..   

cafer panahi’nin haberini okuduğumdan beri öyle öfkeliyim ki.. ne yapacağım , ne yapabilirim diye düşünüyorum taşınıyorum.. sinirimden doğru dürüst bir şeyler de yazamıyorum..

sayısız düşün ve sanat adamı yetiştirmiş ; dünya sanatının ve düşün hayatının gelişmesinde büyük katkıları olmuş bir ülkede böyle faşist bir yönetimin olması akıl alacak şey değil ama somut gerçek bu..

bu ceza aynı zamanda diğer iranlı sanat ve düşün adamlarına verilen bir gözdağı aslında.. şimdi onların alacakları tavır önemli.. bakalım susup sinecekler mi yoksa cafer panahi’nin yanında durup ona omuz mu verecekler..

cafer panahi iran sinemasını keşfedip sevmemi sağlayan şimdinin ankaralısı ‘cevat hocamdan’ sonra ikinci kişiydi..

ilk ‘beyaz balon’ filmiyle tanımıştım onu.. arkasından diğer filmleriyle sağlam bir yeri oldu panahi’nin sinema sevgimde.. ondan çok şey kapıp öğrendim ama ben şu dandik yazı dışında bir şey yapamıyorum onun için..

atlamadan şunu da sizlerle paylaşayım , yine bir başka sinemacı , film yapımcısı ‘muhammad rasoulof’ da iran’da benzer nedenlerle 6 yıl hapis cezasına çarptırıldı panahiyle birlikte..        

şimdilik bitirirken saatlerdir sesli sessiz yağdığım kan içici şahtan daha faşist olan iran’ın malum faşistlerine ve onların her ülkedeki yardakçılarına diyorum ki :  bir gün cafer panahi ‘beyaz balon’un ipine tutunup o faşist rejiminizden kurtulacak ama sizler o faşist ‘daire’nizde suratlarınızdan akan insanlık düşmanlığını görüp gururlanmak için ‘ayna’ya bakarken dünyanın tüm halkları önünde ‘ofsayt’a düşmeye devam edeceksiniz ve umarım en kısa zamanda da faşist şah gibi tarihin çöplüğüne gömüleceksiniz.. iran’ın güzel insanları , halkları bir gün elbet  özgür olacak ve ben tahran meydanında gökyüzüne yükselen beyaz balonlara cafer panahi’yle beraber bakacağım..’

Crockett.. 

CAFER PANAHİ..

11 temmuz 1960 miyana , iran..

iran sinemasının yeni dalga hareketinin en etkili isimlerinden birisi olan cafer panahi’nin ilk uzun metrajlı filmi ‘beyaz balon’ 1995 yılında cannes film festivalinde camera d’or ödülünü , ‘daire’ filmi ise venedik film festivalinde altın aslan ödülünü kazanmıştı.. 2010 cannes film festivaline jüri üyesi olarak seçilen ama tutukluluğu nedeniyle katılamayan cafer panahi’nin festivale gönderdiği mektup açılışta okunmuştu.. cafer panahi’nin filmleri :  

beyaz balon (1995) ,

ayna (1997) ,

daire (2000) ,

kanlı altın (2003) ,

ofsayt (2006)..

CAFER PANAHİ

DERHAL SERBEST BIRAKILSIN !

‘INHALE..’ – BALTASAR KORMAKUR..

‘INHALE..’ – BALTASAR KORMAKUR..

 ‘yazmak istediğim filmler o kadar çoğaldı ki artık hangisinden başlayacağımı şaşırdım.. her gün yazacağım birisini diyorum yazamıyorum , yazdırmıyorlar..

‘behzatıma’ arada ihanet ederek bir süre olsun onu terk ederek dün gece arka arkaya dört film izledim.. grip olunca yapacak bir şey yok , yatarken en güzeli film izleyeceksin.. sabaha karşı izlediğim en son film : ‘inhale’ olmayan uykumu daha da uzaklara kaçırdı..

‘inhale’ pek sesi duyulmayan bir film olsa da sabah sabah hayli yıprattı beni.. insanı hayli sarsan bir konusu ve senaryo akışı vardı..

izlandalı yönetmen ‘baltasar kormakur’un ülkesi dışında çektiği ilk film ‘inhale’..

güncelliğini hiç yitirmeyen konuyu işliyor film : ‘organ nakli , organ bağışı ve organ mafyası..’

‘stanton’ ailesinin tek çocukları küçük kızları chloe’nin acil olarak bir akciğer nakline ihtiyacı vardır.. chloe nadir görülen ölümcül bir hastalığa yakalanmıştır.. savcı olan mesleği gereği kanunların sadık savunucusu baba ‘paul stanton’ işi ve kızının yaşadığı tehlike arasında gidip gelen bir hayat yaşamaktadır..

bir gün kızlarının doktoru artık hastalıkta son evreye girdiği ve ölümün yakın olduğundan bahisle , meksika’da daha kolay organ bulunabildiğini umutsuz anne babaya fısıldar.. bu arada doktor rolünde gençliğimizin efsanelerinden rosanna arquette var.. 

uyuşturucu mafyası ve organ mafyasının meksika polisiyle içli dışlı olduğu tehlikeli bir şehir olan juarez’e doğru önce savcı baba ‘paul stanton’ organ bulmak amacıyla gider.. başına gelmedik olay kalmayan paul stanton nihayet organ mafyasıyla ilişkiye geçer ve anlaşma yapar.. ancak tam o sırada görüştüğü karısı ona kızının komaya girdiğini söyler.. ve heyecanlı , gerilimli süreç bundan sonra başlar.. anne ve kızın meksika’ya tehlikeli yolculuğu ve meksika’da polis ve doktorların da içinde olduğu iğrenç bir mafyanın yaşattığı bir organ nakli süreci başlar.. ama nasıl sonuçlanıyor filmin bu nefes kesen finali artık onu da izleyince görürsünüz.. her şeyi anlattım , çok kötüyüm değil mi.. hayır kesinlikle hayır , hiçbir şey anlatmadım aslında.. film çok yoğun ve sert olaylar zinciriyle dolu.. anlattığım kısımlar ancak filmin yüzde onu..    

film o kadar ahım şahım bir film değil ama konusu itibarıyla ve filmin geriliminin yükselip bağlandığı nokta itibarıyla çok ilginç çünkü filmin senaryosu gerilimi yükseldikçe konuyu öyle bir yere getiriyor ki yine yakınlarda izlediğim ve burada sizlerle paylaştığım ‘unthinkable’ filmi gibi seyirciyi ölümcül bir tercih için düşünmeye zorluyor ve sinirleri bozuyor.. 11 eylül olayları sonrasında özellikle hollywood yani amerikan sinemasında son yıllarda izleyiciye bir şey kanıksatılmaya , empoze edilmeye çalışılıyor.. kapitalizmin ‘hep benci’ düşünce yapısının bir yansıması olarak insanlara bir korku imparatorluğu gösteriliyor ve ya biz ya onlar dayatması yapılıyor.. dünyanın bir kısmı düşman ve kötü gösterilip savaşlar , sömürüler , kıyımlar hoş gösterilip , her şeyin modern batı uygarlığı için , insanlığın bekası için yapıldığı anlatılıyor.. bu anlatılara göre amerika ve diğer batı ülkelerinde yaşayan insanların hakları dünyanın diğer ülkelerinde yaşayan insanlarından önce geliyor.. çünkü amerika ve batı olmasa dünya yok oluşa sürüklenirdi.. ‘unthinkable’ filminde de bir işkenceci ekseninde insanlığın yani batının kurtulması için ne kadar işkence de ileri gidilebileceği insanlara tartıştırılıp bir açmazın içine sokuluyor ve sonuçta izleyicinin aklında ve kalbinde işkencecinin cici ve iyi gösterilip haklı olduğu yönünde bir görüş hakim kıldırılıyordu..

bu filmde ise izlandalı yönetmen ne düşünceyle o zor ve ölümcül tercihi finalde dayatıyor bilemem , niyet okuyamam.. ama gerçekten herkesin cevabı ne olur onu çok merak ediyorum..

yukarıda yazdığım gibi film bir başyapıt değil ama gerek oyuncu kadrosu , gerek sürükleyiciliği ve gerekse de konusu itibarıyla izlenmesi gereken bir film.. özellikle meksika’da geçen sahnelerdeki çocuk oyuncuların oyunculukları mükemmel.. sırf onlar için izlenmeli aslında.. bulursanız ve de ayrıca kalbiniz yeterince kuvvetliyse izleyin derim..

umarım yakında anlatmak istediğim esas filmlere başlayabilirim.. mesela ilk başta anlatmak istediğim kimsenin pek sevmediği ‘gaspar noe’ ustanın son şaheseri ‘enter the void’ (boşluk) filmi.. usta yine karanlığın içinde öyle bir hikaye anlatıyor ki izleyeni yaşadıkları masallardan kaldırıp savuruyor.. ‘gaspar noe’ bu düşünce yapısı ve yaşam tarzıyla daha kaç film yapar , kaç hikaye anlatır bilmiyorum ama sabırsızlıkla bekliyorum hepsini..’ 

Crockett..

 

FİLMDEN BİR REPLİK :

 

doktor : bir günümüz vardı , ne bekliyordun..

paul : birini öldüreceğini düşünmedim.. sadece ölüleri kullandığını söyledin..

doktor : evet öyle.. ama bazen acil durumlar olabiliyor.. sen bizi zorladın.. 12 saatte kusursuz bir donör bulabileceğimizi mi sandın.. amerika’da ne kadar bekledin.. bizi nasıl yargılayabilirsin ki.. haydi bay stanton gümrükten geçerken neyle karşılaşacağını iyi biliyordun..

komiser : bu çocuk zaten ölecekti.. belki bu hafta değil , gelecek hafta.. juarez’de çocuklar uzun yaşamazlar.. bir anlamı yok.. ama kızın kurtulabilir.. bunun değeri var değil mi..

doktor : etik olanı mı yapmak istiyorsun , hala şansın var.. ameliyatın parasını ödedin zaten.. bu çocuğu hala kurtarabilirsin.. ama bunun anlamı kızının ölmesi olacak.. ne olsun istiyorsun paul , bu çocuğu mu kurtaralım yoksa kızını mı..  savcılık mı yapacaksın , babalık mı..

 

FİLMİN KÜNYESİ :

yönetmen: baltasar kormakur

oyuncular: dermot mulroney, diane kruger, rosanna arquette, sam shepard, jordi molla,

vincent perez..

senaryo: walter a. doty , john claflin , christian escario..

görüntü yönetmeni: ottar gunason

müzik: james newton howard

kurgu: elisabet ronaldsdottir

tür: dram , gerilim..

süre: 92 dakika..

‘Nerede Ve Ne İçin Yaşadım..’ – HENRY DAVID THOREAU

‘hayatımda ilk ‘henry david thoreau’ adını lise yıllarımda ‘ingiliz , amerikan edebiyatı’ dersinin kütük gibi kitaplarından birinde görmüştüm.. niye bilmiyorum o derslerden o kadar nefret ederdim ki anlatamam.. ingilizce değil artık her şeyi bitirmiştik ingiliz , amerikan edebiyatı okuyorduk.. ama ne hikmetse ingiliz , amerikan edebiyatı dersleri kitaplarının en kalınlarından olan ilk kitap sanırım lise bir kitabıydı , yunan mitolojisinin kadın kahramanlarından olan ‘medea’ ile başlıyordu.. bu saçmalığın nedeni olarak eğitim sisteminin çarpıklığı diyeceğim ama kitap türkiyeli bir yayınevinin değil yabancı bir yayınevinindi.. ben hala bilmiyorum kim bilir ‘medea’ belki yunan değil ingiliz ya da amerikalıdır..

neyse işte bu edebiyat kitabında ‘henry david thoreau’ ismiyle tanıştım.. eserlerinden iki ya da üç sayfalık bir okuma parçası ve hayatıyla ilgili kısa bir bilgi.. o kısa okuma parçası ve hayatı çok ilgimi çekti.. bana o zamanlar bile cehennem gibi gelen bu koca şehrin çarpık yaşam tarzından uzak bir şeyler verebildiğindendi belki bu ilgim ‘henry’e.. yaşar kemal’in o eşsiz doğa tasvirlerinden sonra beni bu cehennemden kurtarabilecek belki ikinci adamdı.. bu yüzden  okul çıkışı hemen kadıköy’ün o zaman ki henüz dejenere olmamış , yok edilmemiş güzel sahaflarına koşturdum.. ama tabi ki hüsran.. adamın adını bile telaffuz edemeyen kitapçı ağabeylerim , ablalarım sanki çok üzülmüşler gibi mimikler yaparak ‘yok baba ,  yok aga , yok kardeş’ falan filan dediler.. o zamanlar nerede böyle elinin altında internet filan , otur yaz iki , üç harf hemen bilgiye ulaş.. varsa evde bilgisayarımız ya ‘commodore’ ya da mali durumumuza göre ‘amigaydı..’ ve sadece oyun oynamaya yarardı bu bilgisayarlar..

 ertesi gün okulun kapsamlı ve geniş sayılabilecek kütüphanesine gittim öğle arasında.. beni kütüphanede gören öğretmenlerden bazıları tabi ani bir kalp spazmı geçirdiler hemen oracıkta.. alışkın değiller elini kolunu sallayarak okula gelip giden beni görünce.. dağıtmayayım konuyu , orada da henry efendiyle ilgili bir şey bulamayınca kadıköy’deki kütüphaneye gittim.. orada da epeyi bir oyalandım , araştırdım ama o koca kütüphanede de varsa bile henry ağabeyin izine rastlayamadım ve ben elimde o ders kitabındaki alıntıyla kalakaldım..

amerikalı yazar , çevreci ve düşünür henry david thoreau ile uzun yıllar sonra bir internet sitesinde karşılaştım tekrar , yine araştırıp baktım ki türkçe’ye çevrilmiş bir iki makale dışında pek bir şey yok ortalıkta..

henry abimizle sonra ki karşılaşmamız ise daha sarsıcı bir ortamda oldu.. uzun süre izlemeye cesaret edemediğim filmlerden biri olan ‘into the wild’ filmini bir gece yarısı izlememle tekrar    ‘henry david thoreau’ ismiyle karşılaşmış oldum.. 24 yaşındayken trajik bir ölümle sonlanan ‘christopher johnson mccandless’in kısa ama sarsıcı yaşam hikayesini anlatan , ‘jon krauker’in aynı adlı kitabından uyarlanan ve yüce insan ‘sean penn’in filmleştirdiği ‘into the wild’ filminde mccandless’in tolstoy ve diğer birkaç yazarla birlikte etkilendiği insanlardan birisinin    ‘henry david thoreau’ olduğu anlatılıyordu..

mccandless’in hayatı kimilerine göre bir salaklık , aptallık olarak görülüp aşağılanırken , benim gibilere göre ise aklını yitirmiş insanlığın suratına atılmış bir şamardı.. film beni çok sarsmıştı.. filmde mccandless’ın aile kurumuna , günümüz vahşi tüketim toplumunun ‘modern insanının’ yaşam tarzına yaptığı göndermeler , eleştiriler çok doğru tespitlerdi..

her şeyi ama her şeyi arkasında bırakarak sade bir yaşamın kucağına : doğaya atmıştı korkmadan kendisini mccandless..

ve bu yolda adımlarını atarken öğreticisi ondan bir yüzyıl önce yaşamış  ‘henry david thoreau’ydu (1817-1862)..

işte bu doğa dostu ve sadeliğin bilgesi ve savunucusu  ‘henry david thoreau’nun bildiğim kadarıyla türkçe’deki ilk derli toplu kitabı aralık ayı içerisinde güzel bir baskıyla ‘notos kitap yayınları’ tarafından ‘yonca yalçın çakmaklı’nın çok emek verdiği anlaşılan özenli çevirisiyle nihayet yayınlandı : ‘nerede ve ne için yaşadım..’

hem notos kitap yayınlarının tüm çalışanlarına hem de çevirmen yonca yalçın çakmaklı’ya çok teşekkür ederiz bu özgün eseri okumamıza imkan sağladıkları için.. kitap raflarda yerini aldı ve ilk baskı tükenmeden almak istiyorsanız en yakın kitapçıya hemen koşun.. ben hem duydum hem gözlerimle gördüm kitap kapışılıyor..

ısrarla diyorum ki yayınevi kitabı çok güzel basmış , kapak ve iç kapaklar çok güzel tasarlanmış , kağıdın kalitesi ve kitabın okunma rahatlığı çok iyi.. tekrar gibi olacak fakat gerçekten ne kadar teşekkür etsek azdır..

daha yaşanabilir bir dünya için neler yapabiliriz diye ve ayrıca mccandless’ı biraz daha anlayabilelim ve onu unutmayalım diye ‘henry david thoreau’nun ‘nerede ve ne için yaşadım..’ kitabını mutlaka alalım.. aldık mı kitabı pardon , tamam o zaman atlayın bir trene ya da araca (mesela bisiklete) en yakın bir ormana gidin , sırtınızı bir ağaca yaslayın , rüzgarın sesini dinleyerek kitabı bir solukta okuyun..’

 

Crockett..

 

‘bizi en derin uykumuzda bile terk etmeyecek şafağa dair tükenmeyen bir umutla , mekanik aletler olmadan , kendi kendimizi yeniden uyandırmayı ve uyanık tutmayı öğrenmeliyiz.. insanın yaşamını bilinçli bir çabayla yüceltme konusundaki tartışmasız yeteneğinden daha umut verici bir durum yoktur.. güzel , resmi boyayabilmek ya da heykeller yontabilmek ve böylece birkaç nesneyi güzelleştirebilmek de bir şeydir.. ancak , tam da içinde yaşadığımız ortamı ve atmosferi boyayıp yontabilmek tinsel açıdan yapabileceğimiz çok daha güzel bir eylemdir.. günün kalitesini arttırabilmek ise , işte bu sanatların en yücesidir.. her insan , ayrıntıları önemseyerek , en üstün ve hassas saatinin beklentisini karşılayarak yaşamını değerli kılmakla görevlidir..

ormana gittim çünkü bilerek yaşamak istedim.. yaşamın yalnızca asıl gerçeklerine yönelmek ve öğretmiş olduğu şeyleri öğrenip öğrenemediğini görmek için ve bir de ölüm kapımı çaldığında , aslında hiç yaşamamış olduğumu düşünmemek için gittim ormana.. yaşamak öyle değerli ki , ne yaşamın kendisi olmayanı yaşamayı , ne de gerçekten gerekmediği sürece vazgeçmeyi istedim.. anlamlı ve yürekten yaşamak ve yaşamın tüm özünü içime çekmek , yaşama dair olmayan her şeyi hallaç pamuğu gibi atarak bir spartalı gibi , azimli ve güçlü yaşamak , bir tırpanla otları biçerek genişçe bir patika açmak , yaşamı bir köşeye sıkıştırarak en küçük terimlerine sadeleştirmekti isteğim.. eğer yaşam alçak olduğunu kanıtlarsa , onun gerçek rezilliğinin içinde debelenmenin bir anlamı olmadığı için , değersizliğini bütün dünyaya açıklamak ; yok eğer yüceliğini kanıtlarsa o zaman bunu deneyimlerle öğrenmek ve sonraki yolculuğumda dosdoğru bir şekilde hesabını verebilmekti amacım.. çünkü çoğu insanın yaşamın şeytani mi yoksa ilahi mi olduğu hakkında tuhaf bir kuşkunun içinde olduğunu ve biraz da aceleyle insanın bu dünyadaki asıl amacının ‘tanrıyı yüceltmek ve sonsuza dek sevmek’ olduğu sonucuna vardıklarını görmekteyim..

efsane uzun zaman önce insana dönüştüğümüzü anlatsa da bize , hala alçakça yaşıyoruz karıncalar gibi , turnalarla savaşıyoruz pigmeler gibi.. hata üstüne hata , yama üstüne yama yapıyoruz ve elde ettiğimiz en iyi şey gereksiz ve aslında kaçınılabilir bir yoksulluk oluyor.. yaşamlarımız ayrıntılarla boğuşmaktan çarçur oluyor.. dürüst bir adam hesap yapmak için iki elinin parmaklarından fazlasına gereksinim duymaz , ya da olağanüstü hallerde on ayak parmağını da ekleyebilir , geri kalan her şey fazlalık.. yalınlık , yalınlık , yalınlık.. diyorum ki , bırakın işleriniz yüz ya da bin değil , iki ya da üç olsun , bir milyonu saymak yerine yarım düzineyi sayın ve hesaplarınızı parmak uçlarınızda tutun.. insan , puslu havalar ve fırtınaları ve akarkumları ve bin bir çeşit başka tehlikeleri içeren uygar yaşamın bu çalkantılı denizinin ortasında hayatta kalmak zorundadır.. akarkuma saplanarak dibe batmamak ve rotasını hesaplayarak limana ulaşmak için gerçekten çok iyi bir hesap uzmanı olmalıdır.. yalınlaştır , yalınlaştır , yalınlaştır..’

HENRY DAVID THOREAU

‘Nerede Ve Ne İçin Yaşadım..’ , Çeviri : YONCA YALÇIN ÇAKMAKLI , NOTOS KİTAP Yayınevi , Aralık 2010..