Archive for Kasım, 2010

“Sonbahar”da hüzün ;

Eğer filmi tarif etmek için tek bir kelime kullanmam gerekseydi, bu kelime “hüzün” olurdu.
Bu film kaybedilmiş ideal ve hayaller, kaybedilmiş aşklar, kaybedilmiş hayatlara ilişkin hüznün eşsiz bir tasviri.

Kendinizi bir anda; “ne yazık… ne yazık sosyalizm yürümedi…, ne yazık aşk yetersiz kaldı… ne yazık biz insanlar hayatımızda ne de çok yalnızlığa yürüyoruz (öyle ki etrafımız insanlarla çevrilmişken! – hatta en kötüsü de bu – etrafımız tamamen insanlarla çevrilmişken!)
Bu muhteşem bir film. Böylesi bir prodüksiyonda çay kahve servisi bile yapmış olsaydım hayatım boyunca gurur duyardım.Kırmızıyı, objektifin giderek griye dönüşmesini, kahramanın duygularını tasvirdeki doğal yansıtma yöntemini ( iskeledeki dev dalgaları örneğin… nasıl bir imge!… nasıl bir tasvir!), kadınla erkeğin gözlerindeki çalınmış parıltıyı, gözlerindeki sonbaharı/hüznü… asla unutamam. Senaryo, müzik, oyunculuk, yönetmen, görüntü…görüntü….görüntü… hepsi muhteşemdi.

 Bu güne kadar bu “hüzün” kelimesini duyduğumda aklıma Van Gogh’un aşağıdaki tablosu gelirdi. (Resim öğrenciyken odamın kapısında asılıydı. o zamanlar-ki sanıyorum halen de çokça öyledir- beni cezbeden şeydi hüzün.

 

“Sonbahar” da artık aynı duygunun güçlü bir temsilcisi. Film tıpkı iyi yazılmış bir şiir gibi dingince akıp gidiyor… tıpkı çölde susuz kalmış küçük prens ve prenseslerin buldukları su kaynağı gibi…

Maria K.

 

Dipnot yerine:

Bir özür…

Bir zamandır gerek Crocket gerek Blackhawk’ın yarı şaka yarı ciddi serzenişlerine muhatabım.

Şikayet konusu “aylakadamiz”a yeterli (vaad edilmiş) katkıyı koymadığımdır.

Haklıdırlar… Sayfayı var etmede gayret ve özverileri anlamlıdır.

Yukarıdaki alıntı ülke dışından naçizane benim çevirimle sayfaya taşınmış bir metindir.

Benim de katkım, şimdilik, sınırötesi aylakadamları bulup sayfamıza taşımak, belki bir derece evrensel  ses katmaya çalışmak olsun.

Bir teşekkür…

Saint-Exupery’nin Küçük Prens’inde,  tilkiyle konuşmasının bir yerinde tilki prense: “… git de güllere bak, seninkinin dünyada tek olduğunu anlayacaksın. Sonra da bana veda etmeye geldiğinde sana bir sır vereceğim…” der.

Ben sonbaharı izledikten sonra çokça bunu düşünmüşümdür. “Sonbahar” gerek derdi, gerek anlatım biçimi gerekse de bilcümle sinematografik nitelendirmeyle eşsiz bir başyapıttır. Ancak bir yerde “bizden”dir. Bizim –yakın- tarihimizde yaramıza basılmış tuzdur. Bunun “dışarıdan” tam olarak paylaşılması pek de mümkün olmamalıdır.

İzleyen kısımda Küçük Prens vedalaşmaya gider ve tilki; “… işte sırrım çok basit. En iyi yüreğiyle görebilir insan. Gözler asıl görülmesi gerekeni göremez.”

Belli ki yanılmışım… “bizden” başka görenler de varmış, olacakmış, olacaktır.

Derdimizi dinlediği, derdimizi dillendirdiği ve sesimize ses kattığı için teşekkürler Maria K.

Ευχαριστίες, άνοιξη ελληνικά

Sarı

 

‘MANASTIRLI HİLMİ BEYE BİRİNCİ MEKTUP..’ – EDİP CANSEVER..

MANASTIRLI HİLMİ BEYE BİRİNCİ MEKTUP..

işte şu yağmurlar, işte şu balkon, işte ben
işte şu begonya, işte yalnızlık
işte su damlacıkları, alnımda, kollarımda
işte yok oluşumdan doğan kent
hiçbir yere taşınıyorum, kendime sızıyorum yalnız
ben dediğim koskocaman bir oyuk
koltuğun üstünde, aynadaki yansıda
bir oyuk!
sofada, mutfakta, yatağımda
yaşamayı tersinden kolluyorum sanki
yetişip öne geçiyorum sık sık. sözgelimi
bir iki saatte bitiveriyor bir mevsim
iyi
bugün pazartesi mi? kapının, pencerenin durumu
salıyı gösteriyor.

 
salondaki büyük saati sattım
saatin ölçebileceği
herhangi bir zaman parçası yok
gittiği yeri bilmeyen böcekler gibiyim
bir oyuğa, oyulmuş bir yaşama
ne gereği var ki saatin
balkona çıkıyorum sürekli
yollar yollar yollar katediyorum sanki böylece
bir semtin ilk rengini alıyorum
örneğin ümraniye’de bir çay bahçesindeyim
bazen
anılardan anılara bir yol
ve
anılardan anılara sallanan bahçe
hangi yaprağı koparsam son anı avucumda kalıyor
iyi.

yeniköy’de bir kahve içer miyiz, dedim bu sabah
bu sabah bu sabah
oralı olmadı kimse —pazartesi miydi—
oyuğumdan çıkmıştım tam, begonyamsa güller içinde
nasıl?
güllerse güller içinde yani
ve balkon demirinde bir martı. dedim ki
deniz şuralarda bir yerde olmalı
çıt yok evin içinde
deniz şuralarda bir yerde olmalı
çıt yok
sanki dünyadaki bütün cay ocakları kapalı
ve göklerden tepelere inen bir sokak
ya da bir akarsuyum ben
denizse
şuralarda..
yok önemi bir iki gün kaldı —martı—
balkonda
deniz de öldü sonra, martı da
iyi iyi.

suyu tutmak gibi bir şeydi hepsi
günler —seni anımsadığım zaman—
birden kurtuluş’tan taksim’e giden bir tramvay görüntüsü
mavi bir elektrik çakımı tellerde
sanki kar yağıyor da sürekli, tepebaşı’ndayız
karlar gıcırdıyor ayaklarının altında
besbelli gümüşsuyu’ndayız, rus lokantasındayız
—ne tuhaf, biz her zaman her yerdeyiz ikimiz—
şarap içmişiz, üşüyoruz
dışarda dünya silinmiş
ikimiz ikimiz ikimiz
böyle birkaç defa ikimiz
sonraki bir fotoğrafa dönüşüyor her şey
nasılsa
sarı emmiş, mordan çekinmiş, kahverengi bir fotoğrafa
sahi, kalınca bir şeyler giyinmeliyim ben
üşümüyorum da
bende herkes var, diyen bir kızın titrek
sesleri dökülüyor kucağıma
dudaklarım kan mavisi bugün.


biz burada iyiyiz, biz burada çok iyiyiz
biz burada kırk yaşındayız hepimiz
dördümüz bir kişiyiz de ondan
içimizden biri uyuyor olsa, falan filan
onu bekliyoruz bir kişi olmak için
evet evet, yanılmıyorum ben
bir iki kişi kaldığımız zaman yanılabilirim
doğrusu ya
yanılmak her şeyi yeniden görmek gibi bir şey oluyor
duvardaki vitray, begonya
begonya, vitray
kurtuluşla asmalı mescit birbirine geçiyor
bir tramvayın durmasıyla durmaması arasındaki ayrım
karanfil kokuyorsa biraz
yeni koparılmış bir demet karanfilim ben
saçlarım soğuk ve uzun.


ne diyordum? yağmurlar, evet
üşümüyorum ürperiyorum sadece
biçimini zorlayan bir kedi gibi
dur biraz
kapı çalındı, hayır, telefon
telefon kapı telefon
ikisi birden mi yoksa
yoksa
ne telefon ne kapı
bir şimşek sesi hiç olmazsa
o da değil
ses filan duymadım ki ben
yuvarlandıkça büyüyen
bir kartopunun yumuşak sesi mi? belki
iki sesi taşıyan bir ses
neden olmasın
biraz önceki gibi
üstümden biri kalkmıştı —yok canım—
öyle değil, bir gölgeydi hepsi hepsi
yer değiştiren gezgin bir gölge
bahçedeki ceviz ağacından
içeri sürüklenen..

EDİP CANSEVER..

‘Sonrası Kalır  II , YKY , Nisan 2005..’

R.E.M – Drive

Tindersticks grubunun Jism şarkısından sonra keşfettim bu şarkıyı belkide ilk iki sırayı paylaşacak kadar güzel  .  Odanın loş ışığında yakılır  bir sigara dumanı karışır havaya belki bir kadeh şarap yada viski ve bu şarkı bilgisayarda sabaha kadar çalınır . Gözler kapatılır artık ne düşünürsünüz bilemiyorum . Müzik kutusundan R.E.M grubundan Drive şarkısını dinleyebilirsiniz . Bu şarkı benden tüm aylakadamiz ‘ cılara gelsin . Keyifli dinlemeler ….

 

Smack, crack, bushwhacked.
Tie another one to the racks, baby.Hey kids, rock and roll.
Nobody tells you where to go, baby.

What if i ride? What if you walk?
What if you rock around the clock?
Tick-tock. Tick-tock.
What if you did? What if you walk?
What if you tried to get off, baby?

Hey, kids, where are you?
Nobody tells you what to do, baby.

Hey kids, shake a leg.
Maybe you’re crazy in the head, baby.

Maybe you did. Maybe you walked.
Maybe you rocked around the clock.
Tick-tock. Tick-tock.
Maybe i ride. Maybe you walk.
Maybe i drive to get off, baby.

Hey kids, shake a leg.
Maybe you’re crazy in the head, baby.

Ollie, ollie.
Ollie ollie ollie.
Ollie ollie in come free, baby.

Hey, kids, where are you?
Nobody tells you what to do, baby.

Smack, crack. Shack-a-lack.
Tie another one to your back, baby.

Hey kids, rock and roll.
Nobody tells you where to go, baby.

Maybe you did. Maybe you walk.
Maybe you rock around the clock
Tick-tock. Tick-tock.
Maybe i ride. Maybe you walk.
Maybe i drive to get off, baby.

Hey kids, where are you?
Nobody tells you what to do, baby.

Hey kids, rock and roll.
Nobody tells you where to go, baby, baby, baby.

BLACKHAWK