Archive for Eylül, 2010

‘aynı çatı altındaki iki kişi gibi değil , ayrı yerlere sığınmış iki insan gibi..’ – JEAN-LUC GODARD

(Truffaut..)

‘ve truffaut.. anne-marie onun ölümün bir rastlantı olmadığını , ölümüyle bir dönemin bütünüyle kapandığını hatırlattı bana.. içimizden hiçbirimizin başaramadığı ya da başarmaya çalışmadığı bir şeyi başarmıştı o : saygı uyandırmayı !! ‘yeni dalga’ya onun kişiliğinde hala saygı duyuluyordu.. bize onun sayesinde saygı duyuyorlardı.. onu yitirdik , duyulan saygı da yok oldu..

truffaut ile birbirimizi biraz tanıyorduk , yaşarken birbirimizi izliyorduk , aynı çatı altındaki iki kişi gibi değil , ayrı yerlere sığınmış iki insan gibi.. vatanı terk etmek için , rusların sınırdan içeri girmesini beklemedik.. anne-marie’nin bana söylediği şuydu : ‘ama o , kendine özgü biçimde seni koruyordu , artık koruyamayacağına göre çok korkuyorsundur..’

ardından yazılan hiçbir yazıda bundan söz edilmedi.. söz edilmedi , çünkü bunu söylemek için biraz söyleşmek , konuşmak gerekir.. cahiers du cinéma , çok kabarık bir sayı hazırladı , ama bundan hiç kimse söz etmedi.. ben oturup bir yazı yazamazdım , çünkü insanlara bu konuları açmıyordum.. bugün yazabilirim ama artık çok geç , çünkü onun hemen ardından yayımlanması gerekirdi ; kişisel öyküleri gazete izlemez.. serge july ile bu konuda kapıştık : michaux’nun öldüğü gün ondan söz eden bir ilk sayfa hazırlaması yüzünden.. bunu bir gün önce yapabilirdi ya da bir gün sonra..’

 

JEAN-LUC GODARD

‘Godard Godard’ı Anlatıyor..’

Çeviri : AYKUT DERMAN

METİS Yayınları , Temmuz 2008..

(Godard..)

(Truffaut ve Godard bir panelde birlikte..)

‘AHMAKLIĞIN DEVRİK HALİ..’ – David Foenkinos

‘aşkım.. bu akşam conrad’la yemek yiyebilir miyim..’

dudaklarım iyi duymak için onunkilere fazla yakındı.. çoğunlukla öpüşmek için boyuna yönelen erkekler gözlerini kapatırlar ve bu , libidoyla ilgili bir acayipliktir , kulakları tıkanır.. dolayısıyla , ilk anda ‘elbette aşkım’ diye yanıtladım , ‘aşkım.. seni öpebilir miyim’ dediğini zannediyordum..

saatli bombalar en kötüleridir..

tam da rüyanın ortasında patlayıverir..

erkekler salaktır (yeri gelmişken belirteyim , hataların erkek cinsi kategorisine , iyi taraflarımın da sadece bana ait olduğunu kabul etmek daha kolay).. bu doğru , erkekler asla gün gibi ortada olanı görmezler.. şöyle düşündüm : ‘evet, neden olmasın aslolan kavuşmamız olduğuna göre , gerisi edebiyat , falan filan..’ ağzının yolunu aramaya devam ediyordum ama o ‘bu akşam’ lafı işkillenmeme sebep oldu.. bunda mantıksız bir şeyler vardı.. nasıl olurdu da , onca ay ayrı kaldıktan sonra teresa beni hararetle tekrar görmeyi arzuluyor ama barışma gecemizi conrad’la geçirmek isteyebiliyordu.. tamam ama dikkat.. kuşkulu düşüncemden kuşkunun ifadesine geçmem için biraz daha süre gerekti.. teresa’nın iyi niyetli olduğu gibi yanlış bir fikirle bir süre daha uğraştıktan sonra , bağırıverdim :

‘ne ?!..’

kuşkusuz yumuşak bir ‘ne’ ama her an isyan etme kapasitesine sahip bir yumuşaklık.. şiddetten önceki son aşama , bir dinlenme alanıdır.. biliyorum , bu kulağınıza klişeymiş gibi gelecek , insanın  aklı fırtınadan önceki meşhur sessizliğe kayıyor.. gelecekteki saldırganlığımda milyon tane erkeğe özgü içgüdüsel eğilim bulacaktım.. nihayet kendimi bu dünyada yalnız hissetmiyordum , ne de olsa kasaplık yapacaktım.. hiç kimseyi bulmadığım yer yalnızlıktır ; elbette.. barışmak için en azından yalnız olmak lazım..

kadınlar kötülüğe eğilimlidir.. hep insanı duygularından yakalarlar.. gerçekten , ben duygusal biriydim.. vücudu , ağzı, hayatıma geri dönmeye söz vermesi , bütün bilincimi silip süpürmüştü.. gözlerim açık , tokadın şokuyla , yine de hala bu güdük geri dönüşe inanmak istiyordum.. conrad’la bir gece için böyle bir duygusal üçkağıt düzenlemiş olamazdı.. ve işte bütün sinsiliklerin ne kadar da mümkün olduğunu anlamak için conrad’ı düşünmem yetiyordu.. onunla bir an geçirmek için annesini satmayacak olan var mıydı.. ama şimdi , teresa bütün sınırların ötesine geçmişti.. deli oluyordum.. zayıflığımdan , ona olan gizli aşkımdan faydalanmıştı.. conrad’ı benden çalması söz konusu olamazdı.. ya da cesedimi çiğnemesi gerekirdi.. ve halam öfkem post mortem  (ölüm sonrası) olasılıklara inanmama yol açıyordu.. duygularımla böyle oynayarak , hem ona olan aşkımı öldürmüş , hem de hikayemize ansızın sonsuz bir meşruluk bahşetmişti.. eğer özür o anla beslenirse , intikam asla doymaz..’

 ‘conrad ayağa kalktı , conrad odasına yöneldi.. onu bakışlarımla engellemek istedim ama insanın bakışlarıyla engelleyebilmesi için en azından iki bakışın katılması gerekiyordu.. ve onun bakışları , peşinen odaya giden teresa tarafından alıkoyulmuştu.. salakça açık yürekliliğimin yalnızlığında , büyüyen boşluğu seyrederken buldum kendimi.. öldürmeyen ama azar azar içini kemiren bir boşluk..’ 

‘conrad , kolay izleyici olarak , kelimenin doğru kullanılmasına dikkat ettiğimizden utanıp gösteri diye adlandıramayacağımız şeyi baştan sona alkışladı.. onun yeniden güldüğünü görmek beni ağlattı.. bu iki duygu arasında bir salıncak varmış gibi düşünmeye başladım , zıtlıktan doğan yakınlıktı bu.. salıncak uygun bir kelime aslında.. aşk sırayla göğe yükselen iki vücut arasındaki döngüdür..’

‘AHMAKLIĞIN DEVRİK HALİ’ , DAVID FOENKINOS..

Çeviri : ORKUN YELTEPE..

‘+1 KİTAP Yayınları’ , Ocak 2007..

Yeniden Doğuş..- FURUĞ FERRUHZAD

YENİDEN DOĞUŞ..

-İbrahim Golestan’a- 

tüm varlığım benim , karanlık bir ayettir

seni, kendinde tekrarlayarak

çiçeklenmenin ve yeşermenin sonsuz seherine götürecek.

 

ben bu ayette seni ah çektim, ah

ben bu ayette seni

ağaca ve suya ve ateşe aşıladım !

 

yaşam belki

uzun bir caddedir , her gün filesiyle bir kadının geçtiği ,

yaşam belki

bir urgandır , bir adamın daldan kendini astığı ,

yaşam belki okuldan dönen bir çocuktur ,

yaşam belki , iki sevişme arası rehavetinde yakılan bir sigaradır ,

ya da birinin şaşkınca yoldan geçişi ,

şapkasını kaldırarak ,

başka bir yoldan geçene anlamsız gülümsemeyle ‘günaydın’ diyen.

 

yaşam belki de o tıkalı andır ,

benim bakışımın senin buğulu gözlerinde kendini paramparça yıktığı

ve bir duyumsama var bunda

benim ay ve karanlığın algısıyla birleştireceğim.

 

yalnızlık boyutlarındaki bir odada ,

aşk boyutlarındaki yüreğim ,

kendi mutluluğunun sade bahanelerini seyreder ,

saksıda çiçeklerin güzelim yok oluşunu

ve senin bahçemize diktiğin fidanı

ve bir pencere boyutlarında öten

kanarya ötüşlerini.

 

ah..

budur benim payıma düşen ,

budur benim payıma düşen ,

benim payıma düşen ,

bir perde asılmasının benden aldığı gökyüzüdür ,

benim payıma düşen , terk edilmiş merdivenlerden inmektir

ve ulaşmaktır bir şeylere çürüyüşte ve gurbette ,

benim payıma düşen anılar bahçesinde hüzünlü gezintidir.

 

ve ‘ellerini

seviyorum’ diyen

sesin hüznünde ölmektir..

 

ellerimi bahçeye dikiyorum ,

yeşereceğim , biliyorum , biliyorum , biliyorum

ve kırlangıçlar mürekkepli parmaklarımın çukurunda

yumurtlayacaklardır..

 

küpeler takacağım kulaklarıma

ikiz iki kızıl kirazdan

ve tırnaklarımı papatya çiçekyaprağıyla süsleyeceğim.

bir sokak var orada ,

aynı karışık saçları , ince boyunları ve sıska bacaklarıyla

küçük bir kızın masum gülüşlerini düşünüyorlar

bir gece

rüzgarın alıp götürdüğü.

 

bir sokak var benim yüreğimin

çocukluk mahallesinden çaldığı ,

zaman çizgisinde bir oylumun yolculuğu

ve bir oylumla gebe bırakmak zamanın kuru çizgisini

bilinçli bir imgenin oylumu

aynanın konukluğundan dönen.

 

ve böylecedir ,

birisi ölür

ve birisi yaşar.

hiçbir avcı ,

çukura dökülen hor bir arkta inci avlamayacaktır.

 

ben hüzünlü küçük bir periyi biliyorum

okyanusta yaşayan

ve yüreğini tahta bir kavalda

usul usul çalan

küçük hüzünlü bir peri

geceleri bir öpücükle ölen

ve sabahları bir öpücükle yeniden doğacak olan..

 

FURUĞ FERRUHZAD ( 1935 – 1968)

Çeviri : HAŞİM HÜSREVŞAHİ

Yaralarım Aşktandır , TELOS Yayıncılık , Mart 2002..

KUŞLARI YEMEK.. – MARGARET ATWOOD

kuşları yemek..

 

kuşları yedik.. onları yedik.. gırtlağımızdan yukarı yükselip ağzımızdan patlayarak çıkmasını istedik ötüşlerinin , bunun için , onları yedik.. kuştüyleri filizlensin istedik etimizden.. onların kanatlarını istedik , onlar gibi uçmak , bulutların ve ağaçların üzerinden süzülmek istedik , bu yüzden  onları yedik.. mızraklar sapladık , sopalarla dövdük , ayaklarını yere yapıştırdık , tel kafeslere koyduk , kor kömürlere attık ve bunların hepsini sevgi için yaptık , çünkü biz onları sevdik.. biz onlarla bir olmak istedik.. biz tıpkı onlar gibi temiz , pürüzsüz ve güzel yumurtalar vermek istedik , eskiye dönüp genç ve kıvrak olduğumuz ve bütün sebep sonuç ilişkilerinde masum olduğumuz zamanlarda , onları yemek borumuza tıkadık , kuştüylerini ve her şeylerini , ama işe yaramıyordu , şarkı söyleyemiyorduk , onlar gibi içimizden gelerek , uçamıyorduk , duman ve demir olmadan , yumurtlayamıyorduk , bunun için küçük bir şansımız bile yoktu.. biz yerçekimine saplanmışız , biz toprağa bağlıyız.. bizim bileklerimiz kan içinde , biz kuşları yedik , biz kuşları çok uzun zaman önce yedik , biz kuşları hala hayır deme gücümüz varken yedik.. 

MARGARET ATWOOD , 2007 , The Tent.. Çeviri : MELİDA TÜZÜNOĞLU , SICAK NAL Edebiyat Dergisi , Sayı:2 (Mayıs –Haziran 2010 sayısı..)

‘sen bir budaladan başka nesin.. yaptığın , kendini kandırmaktan başka ne ki..’ – JOHANN WOLFGANG VON GOETHE..

’30 ağustos..

 

bahtsız.. sen bir budaladan başka nesin.. yaptığın , kendini kandırmaktan başka ne ki.. bu sonu gelmez delice tutku nereye varacak.. bütün dualarım lotte için ; imgelem gücüm onun görüntüsünden başka hiçbir şey yaratamaz oldu , beni çevreleyen bütün dünyayı yalınızca onunla ilişkisinde algılayabiliyorum ve böylece – ondan kopmak zorunda kalana dek – birkaç saatliğine mutluluğu tadıyorum.. ah wilhelm.. yüreğim beni niçin sıkıştırıyor.. lotte’nin yanında bulunduğum iki-üç saat boyunca görüntüsünü , davranışlarını , sözlerindeki tanrısal dışavurumu tadabildiğim zaman , bütün duyularım gitgide geriliyor , gözlerim kararıyor , kulaklarım işitmez oluyor ; yüreğim , sanki bir katilin eli gırtlağıma sarılmışçasına vahşi çırpınmalarla duyularımı rahatlamaya çalışsa da , bu çaba , içimdeki kargaşayı çoğaltmaktan başka hiçbir şeye yaramıyor wilhelm , çoğu kez dünyada olup olmadığımı bile bilemiyorum.. öyle olunca ya lotte , ellerine kapanmak ve gözyaşı dökerek sıkışan yüreğimi soluklandırmak gibi zavallı bir avuntuya izin veriyor ya da açıklara  , dışarılara kaçıp gitmek zorunda hissediyorum kendimi ve doğanın enginlerinde dolaşmaya çıkıyorum ; işte o zaman , dik bir dağa tırmanmak , sık bir ormana dalıp beni yara bere içinde bırakan çalılıklar ve derimi yırtan dikenlerin arasında kendime bir geçit açmak bana sevinç veriyor.. böyle biraz olsun kendime geliyorum.. biraz.. sonra da yorgunluk ve susuzluktan düşe kalıp dolunayın tepemde ışıdığı karanlık gecelerde yaralanmış ayaklarımı sonunda dinlendirmek için ıssız ormanın eğri büğrü bir ağacının altına oturduğumda bitkin bir huzur içinde alacakaranlıkta uyuyakalıyorum.. 

ah wilhelm.. bir manastır hücresinin yalnızlığı , keçi kılından yapılmış bir giysi , dikenli bir kemer : işte sana ruhumun özlemini çektiği deva.. adieu.. bu sefalete , mezardan başka bir son göremiyorum..’

 

GENÇ WERTHER’İN ACILARI , JOHANN WOLFGANG VON GOETHE..

Türkçesi : NİHAT ÜNLER , CAN Yayınları , Ağustos 2007..

TONY KHALIFE..

TONY KHALIFE..

 ‘I’m the sand with drifting ears
I carry the dance of eastern winds
fashioning melodies of peace
I’m the rose with broken tears..’

tony khalife

‘girişleri uzatmayı o kadar seviyorum ki yazarken.. esas anlatacağım konudan adeta fersah fersah ötelere uçuyorum.. uzun zaman oldu yazmayalı , bu hasretle bugün de biraz daha girizgahı uzun tutarım.. yandınız..

insan hayatında bazı dönüm noktaları olur.. bazı olaylar , bazı insanlar , bazı şeyler sizin hayatınızda belirgin değişikliklere yol açar.. benim hayatımda da çok olmuştur böyle dönüm noktaları , nefes aldıkça da olacaktır.. bunlara sayısız örnek verebilirim..

örneğin 1996’da hayatımda yaşadığım seri ve sonu gelmez olaylar hayatımı değiştirmekle kalmadı çok sarsıcı etkiler , derin izler bıraktı.. 365 günlük 1996 yılı hayatımın herhalde o zaman ki yaşım olan 22 yıla bedeldi.. 22 yılda yaşamadıklarımı bir sene de yaşamıştım.. güzel şeyler de olmuştu fakat çoğunlukla hayatımı yıkıp geçen olaylar o sene olmuştu.. itiraf ediyorum beynim o yıl hava almaya başlamıştı ilk kez ve bir daha da iflah olmadı.. neyse bu 1996 dan seri yazılar çıkarırım bir ara..

başka ne örnek vereyim diye düşünüyorum dönüm noktalarına aklıma hemen sen geliyorsun , ikizim.. yıktın geçtin..

en önemlilerinden birisi de 1990’ların sonuna doğru truffaut’yu keşfetmem.. arkasından godard’ı.. truffaut’ya kimi zaman tanrım , kimi zaman her şeyim diyorum , kızıyorlar.. truffaut ve godard’ı bir gün tüm insanlık tekrar keşfedecek , anlayacak ve sevecek tabi zeki müren’le birlikte..

ritsos ve edip cansever de öyle..

dostoyevski , yusuf atılgan , anna kavan ve celine.. bunlar da en önemli dönüm noktalarım oldu..

şolohov ile bukowski ve fante ise hayatımın temel taşları oldu belki de..

‘kardeşim’ ‘güneşim’ oldu , yetişemediğim , yetemediğim konularda o bana ışık tuttu.. ondan sonra ‘chris’ ve ‘mirza şeyhim’ ise ufkumu açan insanlar oldu.. ‘chris’ , hayatımın büyük bir kısmını işgal eden ‘sinemaya’ daha da fazla ilgi duymamı sağlayan ‘ken loach’u tanımama vesile oldu.. hayır işledi ‘chris’ farkında değil ama ben ‘chris’e çok vefasızlık yaptım , ihmal ettim kendisini.. ne telefonu ne adresi kaldı elimde.. bir gün cnntürk’te karşılaştım kendisiyle ama nerede olduğunu öğrenemedim.. umarım en kısa zamanda moda sahillerinde karşılaşırız bu yürüyen kütüphaneyle..

hayatımın şanslarından birisi de ‘reis’in hayatıma ‘kayması’ oldu.. bu çatlak ‘bebeği’ : ‘aylakadamız’ı birlikte yaptık..

sonra bir gün ‘meçhul’ ile karşılaştım.. gaye boralıoğlu.. onun için ne desem azdır..

işte böyle bir sürü başlık açabilir herkes , sayısız ama bunların bazıları size ve hayatınıza yön verir.. bir gün bu dönüm noktalarıyla ilgili de yazacağım , kaç yazı çıkar , kaç sayfa sürer bilemem ama ilginç şeyler çıkacak diye düşünüyorum..

benim demek istediğim olaylar dışında , insanlar dışında bazı sanat eserleri , kitaplar , kulağa çalınan bir ezgi de sizin hayatınıza yön verebilir..

benim en dağıttığım , yokuş aşağı gittiğim dönemlerde hep karşıma bir ‘tony’ çıktı.. tony cliff , ‘tony – georges khabbaz’ ve birisi de işte ‘tony khalife’..

başka bir müzisyen üzerinde çalışırken tesadüfen dank diye karşıma çıktı , kuruldu tony khalife.. ‘beni dinle , beni mutlaka dinle’ diyerek adeta beni hipnoz etti bakışlarıyla.. bir ön dinleme yapayım dedim.. nerede.. kapıldım gittim.. açtım bu arkadaşımızı dinlemeye başladım..

lübnanlı bu kardeşimizin müziğinde yerel ezgilerin yanında uzakdoğu tınıları da hemen fark ediliyordu.. ilk dinlediğimde kafam on milyondu , müzik girdi ve arkasından tony’nin sesi.. önce bir gülümseme yayıldı yüzüme.. sonra havalanmaya başladım.. kendimi yatırdım tony’nin sesine.. adeta bir iran halısına uzanmış gökyüzünde uçuyordum.. ne dert ne tasa kaldı.. esriklik , alkol uçtu gitti.. temiz hava , bol oksijen gibi ruhumda yayıldı tony’nin müziği.. onca umutsuzluğa boğulu kalbim bir an olsun sevinçle dolmuştu..

sonra biraz daha araştırdım tony khalife’yi.. epeyi bir doküman toplamıştım hakkında.. ama tony hakkında ne yazsam azdı.. ve kelimeleri yana yana koyamıyordum yazarken onun hakkında.. hep erteledim , erteledim.. bir türlü cesaret edemedim yazmaya..

yollarda geçerken son aylarım , uzun bir yolun ortasında her yorgun anımda yaptığım gibi yine tony’nin müziğine sarılmıştım geçen hafta.. o anda tony’i dinlerken ‘ya (g)jamil’ şarkısı gözlerimden boşalttı tüm özlemlerimi.. akan gözyaşlarım değildi.. ikizim , sana ve tüm sevdiklerime olan özlemimdi gözlerimden akanlar.. tony’e olan özlemimdi aynı zamanda.. haksızlık ettiğimi düşündüm tony’e..

karar verdim , çekip bir kenara yazacağım hemen dedim.. tony hakkında , ufacık bir şeyler olsa da , kötü bir şey olsa da yazmaya karar verdim..

gözünüz aydın burada giriş bitti.. yazının üçte ikisi böylece giriş oldu..  

tony khalife 1964 beyrut doğumlu.. lübnan iç savaşında çocuk yaşta eline gitar yerine silah tutuşturulmuş kendi deyimiyle.. yine hayatı kendi kelimeleriyle ‘müzisyen , şarkıcı , söz yazarı , besteci , yogi , öğretmen , çocuk-savaşçı ve sevgi ve barış elçisi’ olarak geçmiş bir insan..

iç savaş sırasında hep bir kaçış ararken müziğe doğru başaramamış bir türlü ve iç savaş sırasında defalarca yaralanan tony khalife daha sonra girdiği kolejde müzik eğitimine kavuşmuş.. savaştan arta kalan zamanlarda  biraz olsun müziğe vermiş kendisini , değişik gruplarla çalışmış bu zaman diliminde.. ilk grubu ‘the marvels’le birlikte birçok çalışmaya imza atan tony khalife 1981’de en iyi gitarist seçilmiş lübnan’da.. bir süre sonra solo çalışmalarına , kendi bestelerini yapmaya başlamış arkadaşımız..

1984 yılında 20 yaşlarındayken ve o zaman kadar toplam dört kere savaş sırasında yaralanmış olan tony khalife , los angeles’ta bulunan ‘guitar institute of technology’ enstitüsünde okuma fırsatını yakalamış ve 1984 yılında abd’ye gitmiş.. los angeles’a ulaştığında yanında iki gitarı , az miktarda ingilizcesi ve cebinde sadece okul parası varmış ustanın..

amerika’daki müzik yaşamı , hayatını tamamen değiştirmiş.. uzakdoğu felsefelerinden etkilenmiş , iyi bir yogi olmuş.. bu felsefeler ve barış umudu şarkılarına işlemiş.. şarkılarını arapça ve ingilizce seslendirmiş..

ustad zakir hussain’le de çalışan ve ondan ders alan tony khalife’nin ilk albümü alternatif jass fusion tarzında olan   pandhari’ olmuş.. daha sonraları diğerleri takip etmiş bu albümü : ‘fish out of sea’ , ‘the music shelter’ ve son albümü ‘transcendence (2007)..’

halen los angeles’ta yaşamaya devam eden tony üstadın şarkılarını bulun dinlemeye çalışın.. imkan buldukça aylakadamız müzik kutusunda yayınlıyoruz tony’nin şarkılarını.. ‘yashoda’ şarkısı hakkında çok mail aldım.. çok beğenildi bu şarkısı.. bence ‘ya gamil’ şarkısında söylediği ‘haffifli azabi’ (azabımı dindir) nakaratının işlemeyeceği bir kalp yeryüzünde yoktur..

gülüşünüze müzik eşlik etsin her zaman  , müziksiz kalmayın..

Crockett..

YASHODA..

‘your glory

is in beauty of your soul

you whom has gotten used

to the wounds

 

i cry to the light , to you i cry

to whom can i turn , to you i cry

i cry to the light , to you i cry

oh giver of glory

i shall give only compassion in return

 

yashoda , these dark days

be gone ,

may they never come again ,

i shall give only compassion in return

 

together

we’ve gathered by the source

gather us soul of our eyes

 

i cry to the light , to you i cry

to whom can i turn , to you i cry

i cry to the light , to you i cry

oh giver of glory

i shall give only compassion in return

 

yashoda , these dark days

be gone ,

may they never come again ,

i shall give only compassion in return

TONY KHALIFE

BEN BÖYLEYİM İŞTE..- JACQUES PRÉVERT

ŞARKI.. 

bugün günlerden ne

bugün günlerden her gün

sevgilim

bugün bütün bir hayat

güzelim

sevişiyor ve yaşıyoruz

yaşıyor ve sevişiyoruz

ama hayatın ne olduğunu bilmiyoruz

ve günün ne olduğunu bilmiyoruz

ve aşkın ne olduğunu bilmiyoruz..

 

JACQUES PRÉVERT

Türkçesi : ORHAN SUDA

BEN BÖYLEYİM İŞTE..

 

böyle yaratılmışım ben

katıla katıla gülerim

canım gülmek isteyince

severim beni seveni

aşık olduğum

değişik kişiyse her seferinde

kabahat bende mi

böyle yaratılmışım ben

başka ne gelir elden

 

hoşa gitmek için yaratılmışım ben

değiştiremem bunu

yüksek ökçelidir pabuçlarım

belim inceden ince

dipdiridir memelerim

harelidir gözlerim

hem size ne bundan

hoşuma gider benden hoşlanan

 

benim de başıma geldi

evet sevdim birini ben de

evet beni de sevdi biri

sevdik birbirimizi

birbirini seven

sevmesini bilen

sevdikçe sevmesini bilen çocuklar gibi..

sorgulamayı bırakın

hadi sevin beni

başka türlü olamam ki. 

JACQUES PRÉVERT

Türkçesi : ORHAN SUDA

Aşk Şiirleri , Jacques Prévert , Kırmızı Yayınları , Eylül 2006 , Yayıma Hazırlayan : Fahri Özdemir..

yine.. yine.. yine.. ve hep : ERNST BLOCH..

SADECE TIKLAMA..

 

henüz hiç (var) olmasaydık , hiç kimse için de (var) olmamış olacaktık.. ancak içinde bulunduğumuz yarımlık , dışarıdan kolayca rahatsız edilebilir.. o buna karşı durabilmek için yeterince az olmadığı gibi dahası , yine henüz yeterince derli toplu / birikimli de değildir.. ancak bizi rahatsız etmiş olan , içerisinde şimdiden ölümün dolaştığı şeydir , ve bu da bizi zaten olduğumuzdan daha da fazla dağıtır.. bizi uykudan ve hatta yoğun bir işten sıçratan tıklama ürkütmekle kalmaz , aynı zamanda iğne gibi batar ve felç eder.. bu rahatsızlık veren arızalarda şimdiden ölüme ait bir şeyler bile kendini şimdiden hissettirir ; yoğun iş de yeterince pekiştirip toparlamaz , tersine , daha da hassaslaştırır.. ve dışa yarılıp açılma da daima bize götürmez , pek hayra erdirmez.. burada zamansız bir şey de tat da verebilir , hafifçe ve büyük bir ihtimalle yanlış da olsa , lakin yine de oradadır ve duraklatır.. bu durumda dostlar kolaylıkla yabacıya dönüşebilir ; kuşkusuz , küçük rahatsız edici vuruş kesildiğinde , bizim kim olduğumuz ve onların bizim için kim oldukları da kendini gösterir.. o vakit insan , işini henüz tamamlamadığını , hatta kolay kolay da noktalayamayacağını hisseder.. her halükarda , kapıyı tıklatan , beklenen şey değildir her zaman.. 

ERNST BLOCH

İzler , Çeviri : Suzan Geridönmez ,  İletişim Yayınları , 2010..

‘TINDERSTICKS’.. 20-21 Eylül 2010 , Babylon / İstanbul..

TINDERSTICKS..

‘BABYLON’un 2010-2011 sezonu programının ilk bombası ingiliz rock grubu TINDERSTICKS..

20 ve 21 Eylül’de saat 22.30 da Babylon’da iki gece üst üste sahne alacak TINDERSTICKS’in biletleri hızla tükenmekte..

bir an önce biletlerinizi alırsanız ‘jism , dying slowly , falling down a mountain , are you trying to fall in love again , vertrauen’i canlı canlı bir sonbahar akşamında stuart staples’in o güzel sesinden dinleyebilirsiniz..

Bilet fiyatları : 11 ağustos – 5 eylül arası alırsanız : 60-TL , 6 eylül sonrası 75-TL.. yazarken gülüyorum çünkü 6 eylül’ü geçtiğimizi görüyorum ama yine de yazıyorum işte beyin hava alıyor yine ne yapacaksınız..

TINDERSTICKS’i sanırım ilk kez 1995 ya da 1996 da ‘mirza şeyhim’ dinletmişti.. her zaman yazıyorum müzik konusunda ufkumu açan birkaç kişiden birisi ‘mirza şeyhim’ ; sahtekarlığı , unutkanlığı , kendi söylediklerinin tam tersini en hızlı yapan birisi olması ayrıntı tabi.. burdan bir kez daha ‘sevgilerimi’ sunuyorum hazretlerine..

‘Stuart Staples’ kendine has tarzı olan bir arkadaşımız , hiç dinlemediyseniz bu sizin için büyük fırsat olacak.. aylakadamız’ın müdavimleri zaten JISM şarkısından ve bazı diğer şarkılarından tanıyorlardır kendisini..

JISM şarkısı da çok ilginç bir şarkı.. ilk kez bu şarkıyı dinleyen bir kişi daha beşinci altıncı saniyede şarkıya da , stuart’a da aşık olup , tapmaya başlıyor.. kendim kaç defa gözlerimle şahit oldum bu duruma.. bir grup bir şarkıyla bu kadar insanı esir edebilir mi şaştım ilk başlarda fakat demlenirken bana en çok eşlik eden grup olduğunu düşününce normal geliyor bu durum artık.. JISM’le içtiklerim sanırım bir tankeri bulur..

TINDERSTICKS’in bu konserlerini kaçırmayın derim.. bir kaç gün daha beklerseniz bilet kalmayacak havanızı alacaksınız zaten.. müzikle kalın..’

Crockett..

‘İngiltere’nin Notthingam şehrinde kurulan Tindersticks, rock altyapılarını soul ve caz öğelerle birleştirdikleri farklı tarzlarıyla tanınıyor. Bariton bir sese sahip olan grubun ünlü solisti Stuart A. Staples’ın önderliğinde çalışmalarına devam eden grup, canlı performanslarında ve aranjmanlarında piyano, glockenspiel, vibrafon, keman, trompet, klarnet, org ve fagot gibi alışılmışın dışında enstrümanlar kullanıyor. 1991 yılında Nottingham’da kurulan Tindersticks, ismini Yunanistan’da tesadüfen bir plajda buldukları kibrit kutusundan alıyor.. – BABYLON’

Ayrıntılı bilgi için : www.babylon.com.tr

UÇUŞ.. – Pablo Neruda

UÇUŞ..

 

siper edip elimi

yükseklerdeki uçuşu izliyorum :

gökyüzünün onuru , kuş

kat ediyor

saydamlığı , günü kirletmeden..

 

yol alıyor batıya , yükselerek

yavaştan çıplak maviye doğru :

bütün gökyüzü kulesi onun

ve dünya onun devinimiyle temizleniyor..

 

yabanıl kuş

kan arıyorsa da boşluğun gülünde ,

bir oku andırıyor ,

bir çiçeği uçup giden ,

kanatları ışıkta

havayla kaynaşıyor , saflıkla..

 

ey tüyler , yönelmiş giden

ne ağaçlara , ne çimenliğe , ne dövüşe

ne gaddar toprağa

ne de terli işliklere ,

ama fethetmeye

saydam meyveyi..

 

selamlıyorum gök dansını

martıların , yağmurkuşlarının

kardan kostümlerini giymiş ,

sürekli davet almış gibi

katılıyorum

onların hızına , dinginliğine

karın durmasına ve telaşına..

 

uçan ne varsa içimde , apaçık görünüyor

şu kanatların gezgin eşitliğinde..

 

ey , eşlik eden rüzgar

siyah akbabanın sisteki demir uçuşuna..

ıslık çalan rüzgar , kahramanı

ve onun ölümcül palasını yerinden eden :

bir zırh gibi korurusun

haşin uçuşun dokunuşunu

yinelersin gökyüzünde gözdağını onun

her şey yeniden mavi oluncaya dek..

 

bir okun uçuşu

her kırlangıcın görevi ,

bülbülün sonatıyla uçuşu

papağanın ve gösterişli giysisinin..

 

aynada uçuşan sinekkuşları ,

karıştırıyor kırmızı zümrütleri

ve sarsıyor keklik

çiyler arasında uçarak

yeşil ruhunu nanenin..

 

ben ki öğrendim uçmayı her uçuşuyla

o saf öğretmenlerin

ormanda , denizde , sarp geçitlerde ,

kumdaki sırtımda ,

rüyalarda ,

kaldım burada , bağlanmış

köklere ,

manyetik anaya , toprağa ,

aldatıp kendimi ve uçarak

yalnızca içimden ,

tek başıma , karanlıkta..

 

ölür bitki , gömülür yeniden ,

toprağa döner insanın ayakları ,

yalnızca kanatlar kaçar ölümden..

 

kristal bir küredir dünya ,

uçmazsa insan yitirir yolunu :

saydamlığı kavrayamaz..

 

bu yüzden açıklıyorum kuşatılmamış berraklığı ,

ben ki kuşlardan öğrendim

tutkulu umudu

kesinliği ve gerçeğin uçuşunu.. 

PABLO NERUDA

Türkçesi : ALOVA

‘KUŞLAR SANATI’ , CAN Yayınları , Temmuz 2010..