Archive for Ağustos, 2010

Seni Beklerim Öptüğün Yerde

Hayal Kırıklıkları ile dolu bir hayat hikayesi benimkisi …

En çok güvendiğin değil mi Seni yarı yolda bırakan ? Bazen öyle ümitler , hayaller beslersiniz bir bakmışsınız ki hepsi yalan olup gitmiş . Bir yerde okumuştum ” Geçmişi düşünürsen , acı çekersin ” diyordu . Ben aslında geçmişi pek düşünen bir insan değilim ama biraz alkol , biraz hüzün ister istemez geçmişi düşündürüyor . Ve acı sol yanımdan vurmaya başlıyor insanın kalbi ağrır mı işte benimkisi ağrıyor , acıyor , kanıyor . İçim sıkılıyor , daralıyorum , bunalıyorum ..

Aşağılık saatler devam ediyordu . Ve saniyeyin bu kibirli telaşını anlamakta zorlanıyordum .

Yaz aylarıydı , o kapıdan içeri girmişti , aslına bakarsanız ilk başta aklımdan bişey geçmemişti ne yalan söyleyim sonrasında oldu ne olduysa . Stajyer olarak girmişti benim çalıştığım fabrikaya aynı kişiye bağlı çalışıyorduk . Hatta müdürüme sormuştum kim bu kız adı ne falan diye ?

– Güldü . Git kendin sorsana dedi .
– Bende neyse sonra sorarım dedim .

Acelesi yoktu belkide vardı ama çekingen bir insan oldum , oldum olası çok hoşlandığım birisine bile gidip duygularımı açacak kadar cesaretli değildim . Günler çok hızlı geçiyordu bir gün oturuyor bilgisayarın başında çalışıyordum . Birgün diğer kız arkadaşı ile konu açılmıştı bana sorular soruyordu . Hiç aşık oldun mu falan diye biz daha o zamanlar toyuz tabii ki aşk nedir bilmiyoruz . Çekingenliğin hat safhada olduğu zamanlar . O üniversiteye gidiyordu ve haftanın 2 yada 3 günü ders durumuna göre geliyordu ve ben ise onun geleceği günleri iple çekiyordum bir gün bir sms geldi telefonuma kim bu diye meraklı meraklı kendime sorular soruyordum ve aramaya çekiniyordum ya o değilse o hayal kırıklığını kaldıramayacağımdan korkuyordum .

Sonra aradım tüm cesaretimi toplayıp .

– Alo , kiminle görüşüyorum .

– Ben bir hayranınızım .

– Dedim dalga geçecek başka birisini bulun lütfen .

Dedim ve telefonu kapattım . Ama oydu bu ses onun sesiydi ve tanımıştım ertesi gün kendisine soracaktım işe gittiğim de o gün kendisi gelmemişti bir gün daha beklemek zorundaydım . İçim kıpır kıpırdı . Mutluluğumu çok yakın arkadaşlarıma anlatıyordum sanki dünyanın en mutlu insanı bendim .

Günler ilerledikçe samimiyetimiz ilerlemişti ve artık söylemeliydim niyetimi çünkü zaman alehime işliyordu . Bir an önce tüm cesaretimi toplayıp kendisine mail attım epey uzun bişeyler yazmıştım . Ve vereceği cevabı bekliyordum 5 dk da bir mailbox’umu açıp gelecek cevabı bekliyordum kalbim sanki yerinden fırlayacak gibiydi ve beklediğim cevap gelmişti .

” Duyguların karşılıksız değil ” Diyordu mailin cevabında . O an sanki dünyanın en mutlu insanı bendim dünyalar benim olmuştu , yeniden doğmuştum sanki bu yalan dünyaya ve hayata bir kez daha inanıyordum hayat yaşamaya değerdi .

Onunla olduğum zamanlar sanki zaman çok hızlı akıyordu ve saatler yetmiyordu . Zaten çok kısıtlı görüşebiliyorduk ilk zamanlarda onunla buluşacağım zaman herşeyi iptal edip ona koşarak gidiyordum . Bir keresinde treni kaçırmıştı İzmit’ den geliyordu soğuk bir kış günüydü yağmur yağıyordu . Beni aramıştı gelmesi gerekiyordu Bostancı tren istasyonunda bekliyordum . Hava resmen buz gibiydi ama onu beklemek onu görmek için buna değerdi . Sonra bir telefon geldi ve ben treni kaçırdım bir sonraki tren bir saat sonra falan dedi , sen bekleme eve git hava da soğuk zaten dedi başka zaman görüşürüz dedi . Ben dururmuyum onu 5 dakika da olsa görmeliydim . Tren istasyonunda bekliyordum trenler geliyor geçiyordu ama onun treni henüz gelmemişti sonra bir telefon daha geldi yaklaştım birazdan geliyorum ama eve çok geç kaldım fazla kalamam demişti . Üzülmüştüm yaklaşık 3.5 saat bekledim ve sadece 10 dakika görüşebiliriz demişti .

Geldi trenden indi sarıldım , öptüm , kokladım . Ben çok geç kaldım dedi . Biraz yürüdük birer tane çay içtik biraz içim ısınmıştı o soğuk havada çay benim içimi ısıtamazdı o soğuk havada içimin ısınma sebebi O ‘ ydu . Ailem ile de tanışmıştı ben artık kararımı vermiştim hayatımı birleştireceğim insan bu diyordum .Çünkü onun yanında çok mutluydum ve onu çok seviyordum .

Bir gün bir telefon geldi onun en yakın arkadaşıydı .”  O öldü ” dedi .”Dedim nasıl olur ? “  kız ağlıyordu , olamaz diyordum . Gözlerimden akan yaşlara engel olamıyordum . Sanki donmuş kalmıştım dünya başıma yıkılmıştı . Kalbim durmuştu sanki . . Annesi , Ablası , Eniştesi ve O . Piknik dönüşü bir trafik kazası geçirmişlerdi ve hayatlarını kaybetmişlerdi .

O ‘ nu kimsenin bulamayacağı en derin yere gömmüştüm .

BLACKHAWK

Charles Bukowski

Tam göğsünün ortasında bir yerin acıyacak…Evinin seni içine sığdıramayacak kad…ar dar olduğunu fark edeceksin… Sokağa fırlayacaksın…Sokaklar da dar gelecek…Tıpkı vücudunun yüreğine dar geldiği gibi… Ne denizin mavisi açacak içini, ne pırıl pırıl gökyüzü…Kendini taşıyamayacak kadar çok büyüyecek, bir yandan …da kaybolacak kadar küçüleceksin.. Birileri sana bir şeyler anlatacak durmadan…”Önemli olan sağlık.”

“Yaşamak güzel.” “Boş ver, her şey unutulur.”Sen hiçbirini duymayacaksın… Göz yaşlarından etrafı göremez hale geleceksin… Ondan ölmesini isteyecek kadar nefret edecek, az sonra kollarında ölmek isteyecek kadar çok seveceksin…

Hep ondan bahsetmek isteyeceksin…”Ölüme çare bulundu” ya da “Yarın kıyamet kopacakmış” deselerbaşını kaldırıp Ne dedin?” diye sormayacaksın…Yalnız kalmak isteyeceksin…Hem de kalabalıkların arasında kaybolmak… İkisi de yetmeyecek…

Geçmişi düşüneceksin…Neredeyse dakika dakika…Ama kötüleri atlayarak…Onunla geçtiğin yerlerden geçmek isteyeceksin… Gittiğin yerlere gitmek… Bu sana hiç iyi gelmeyecek…Ama bile bile yapacaksın… Biri sana içindeki acıyı söküp atabileceğini söylese, kaçacaksın… Aslında kurtulmak istediğin halde, o acıyı yaşamak için direneceksin… Hayatının geri kalanını onu düşünerek geçirmek isteyeceksin….Aksini iddia edenlerden nefret edeceksin… Herkesi ona benzetip…Kimseyi onun yerine koyamayacaksın…Hiçbir şey oyalamayacak seni…İlaçlara sığınacaksın… Birkaç saat kafanı bulandıran ama asla onu unutturmayan.Sadece bir müddet buzlu camın arkasından seyrettiren… Bütün şarkılar sizin için yazılmış gibi gelecek…

Boğazın düğümlenecek, dinleyemeyeceksin…Uyumak zor, uyanmak kolay olacak… Sabahı iple çekeceksin…Bazen de “Hiç güneş doğmasa” diyeceksin…Ne geceler rahatlatacak seni ne gündüzler… Ölmeyi isteyip, ölemeyeceksin…Belki çivi çiviyi söker diye can havliyle önüne çıkana sarılmak isteyeceksin.

Nafile…Düşüncesi bile tahammül edilmez gelecek…Rüyalar göreceksin, gerçek olmasını istediğin… Her sıçrayarak uyandığında onun adını söylediğini fark edeceksin… Telefonun çalmasını bekleyeceksin… Aramayacağını bile bile…Her çaldığında yüreğin ağzına gelecek…Ağlamaklı konuşacaksın arayanlarla… Yüreğin burkulacak…Canın yanacak…Bir daha sevmemeye yemin edeceksin… Hayata dair hiçbir şey yapmak gelmeyecek içinden…Onun sesini bir kez daha duymak için yanıp tutuşacaksın…

Defalarca aradığı günlerin kıymetini bilmediğin için kendinden nefret edeceksin… Yaşadığın şehri terk etmek isteyeceksin…Onunla hiçbir anının olmadığı bir yerlere gidip yerleşmek… Ama bir umut…Onunla bir gün bir yerde karşılaşma umudu…Bu umut seni gitmekten alıkoyacak… Gel gitler içinde yaşayacaksın…Buna yaşamak denirse…

Razı mısın bütün bunlara…? Hazır mısın sonunda ölüp ölüp dirilmeye…? O halde aşık olabilirsin …

‘ümo’ , nazmi kırık ve ve ve binevşa berivan..

‘ümo’.. hayatıma girdiğin güne lanet olsun.. kahkahalarla bunu yazıyorum ve sana küfür ediyorum bir güzel , bilirsin gıyabında ettiğim küfürleri huzurunda da ederim ve büyük sevecenliğinle ‘yarabbi şükür diyerek’ aynı içten küfürleri sen de bana edersin.. ne diyeyim seni bana tanıştırana da sana da………… 

seni tanıştıran zırto zaten hayatımdan çıktı gitti , kurtulduk ama sen kaldın benim-bizim başımıza.. gerçi senden kurtulmak isteyen kim.. sensiz geçen günler boşa geçen anlamsız zaman dilimleriydi be ‘ümo’.. kasıklarım ağrıyor gülmekten bunları yazarken.. senin söyleyişinle ‘seni seviyorum canım benim’ , iyi ki varsın aman unutma bizi.. göbeğim de ağrıyor artık gülmekten..

bu ‘ümo’ hayatıma 1996’da girdi.. hayatıma girdikten bir ay sonra kendi kendini ince bir şekilde davet ettirip kendisiyle birlikte antakya’ya tatile gittik.. tatillerin hastası , kendini davet ettirmenin ustasıdır ‘ümo’..

neyse benden kaynaklanan mallıklardan dolayı bu ‘ümo’yla beş altı ay filan birbirimizi aforoz ettik.. şükür kafamı dinledim biraz.. çünkü günün hangi saati olursa olsun her yerde karşınıza aniden çıkabilir ‘ümo’.. o gün mucize oldu kendisiyle karşılaşamadınız ya da görmediniz mi , kurtuldunuz sanmayın utanmadan , sıkılmadan uyuduğunuzda rüyanıza misafir olur sizi yine yakalar.. o derece bizi sever sağolsun..

bu uzun kafa dinleme ayrılığından sonra dayanamadım koştum kendimi ‘ümo’nun kollarına attım.. affet beni janim dedim.. affetti büyük insan ‘ümo’.. affetti.. gülüyorum yine..

işte ‘ümo’ ile hasret giderir gidermez başladı bombardımana : ‘fransaya , almanyaya gittim , şuraya gittim buraya gittim..’ derken sohbette sıra geldi nazmi kırık’a , ondan bahsetmeye başladı.. ikimizin de çok sevdiği bir oyuncuydu.. ‘ümo’ bensiz geçen günlerinde vaktini nazmi’yle paris’te mi hamburgta mı ne birlikte sohbet ederek , gezerek geçirmiş.. ne yapsın ‘ümo’ dayanamamış bensizliğe atmış kendini gurbet ellere..

sonra nazmi’den bol bol bahsettik.. tabi en çok ‘ümo’ bahsetti.. fırsat vermez ki sizin konuşmanıza..

(nazmi kırık..)

nazmi kırık’ın oyunculuğunu ilk yeşim ustaoğlu’nun ‘güneşe yolculuk’ filminde görmüştüm.. hayran kalmıştım doğallığına.. sonra değişik filmlerde oynadı.. ben de nazmi’nin en çok yer ettiği , unutamadığım filmleri ‘güneşe yolculuk’ ile kazım öz’ün ‘fotoğraf’ ve yüksel yavuz’un ‘küçük özgürlük’ filmleriydi.. hele ‘fotoğraf’.. neyse başka bir gün ‘fotoğraf’ı ve kazım öz üstadı anlatırım..

kusursuz bir oyunculuk yeteneği var nazmi kırık’ın.. ama sonra mecburi yurtdışı yaşamı olmuş sanırım ve bu yüzden biraz uzak kaldık ustadan..

‘ümo’ sohbetimiz sırasında ‘dur sana nazmi’nin oynadığı kısa filmlerden birisini izleteyim’ diyerek geleceğin kesinlikle büyük yönetmenlerinden birisi olacağını düşündüğüm kürt yönetmen ‘binevşa berivan’ın senaryosunu yazıp , yönettiği 2009 yapımı  ‘phone story’ – ‘bir telefon hikayesi’ filmini açtı.. yaklaşık 16 dakikalık bir kısa film olan ‘phone story’de nazmi kırık’ın yanı sıra hevi dilara ve nicole valberg’de oynuyor..

bu 16 dakikalık film de nazmi’nin oyunculuğuna bir kez daha hayran kalırken esas ‘binevşa berivan’ın eşsiz filmine tutuldum kaldım.. arka arkaya kaç defa izledim bilmiyorum.. sıkıntı bastığı anda hemen açıp filmi ve nazmi’yi izliyorum ilaç niyetine.. hiç sıkılmıyorsunuz defalarca izleseniz de.. kısacık filmde dünyaları anlatmış sanki ‘binevşa berivan..’ 

(binevşa berivan..)

filmin konusu ise kısaca şudur : brüksel’de yaşayan kürt göçmen ‘memo’ (nazmi kırık) bir telefoncu dükkanı işletmektedir.. meraklı yapısı ve yalnızlığı onu müşterilerinin yaptığı telefon görüşmelerini dinlemeye yönlendirir.. özellikle de güzeller güzeli ‘leyla’nın (hevi dilara) telefonlarını..

(leyla : hevi dilara..)

o kadar yoğun bir film ki film bittikten sonra 16 dakika değilde 160 dakikalık uzun bir film izlemiş gibi dolu dolu oluyorsunuz.. tabi ciwan haco’nun eşsiz ‘yade’ şarkısının da etkisi var sanırım filmin etkileyiciliğinde.. filmin bu derece yoğun ve dolu dolu olmasına rağmen akıcılığı da üst düzeyde..

filmi izlerken ya da aklıma geldiğinde ‘binevşa berivan’ keşke bu filmin uzun versiyonunu nazmi kırık ve diğer oyuncularla birlikte bir daha çekse diyorum kendi kendime..

(nazmi kırık..)

film de beni en çok duygulandıran ve güldüren sahne şuydu : ‘memo’ , ‘leyla’ ile annesinin telefon görüşmesini gizlice dinlerken ‘leyla’nın oturum izni alabilmek için evlenmeyi düşündüğü adamlardan birisi için ‘zaten saddam hüseyin gibi iğrenç bir bıyığı’ vardı dediğini duyunca kendi palabıyıklarını acımadan keser.. ‘memo’nun byıklarını kestikten sonra ki hali , etrafın tepkisi , ‘leyla’nın bıyıksız halini fark etmesini isteyişi vs. vs. vs..

ben bulun bir yerden izleyin diyorum.. dolu dolu bir kısa film.. işte oyunculuk budur , işte senaryo budur , işte kurgu budur , işte yönetmenlik budur , işte sinema budur.. elinize , aklınıza , yüreğinize sağlık üstadlar..

gördüğünüz gibi hayatınızda ‘ümo’ varsa susmak bilmeyen çenesinin yanında güzel kalbi ve böyle güzel sürprizleri de var.. ‘ümo’ seni seviyorum canım benim.. beni kızdırma bir daha ‘küs-türt-tüüüüüüür-me’ beni.. şaka şaka cano.. 

Crockett..

Günün Türküsü : ADIYAMAN..

geçen hafta doktorlardan kaçamak içerken hep ‘adıyaman’ türküsünü dinledim..  bugün bilgisayar başında cebelleşirken de bir ara yine kulağım ona takıldı , başladım yine onu dinlemeye.. gelin bugünün türküsü ‘adıyaman’ olsun.. ama bulabilirseniz ‘grup tavır’dan dinleyin diyeceğim fakat ‘reis’ bir kıyak yaparsa müzik kutumuzdan da dinlersiniz kim bilir.. müzikle kalın..

Crockett..

ADIYAMAN.. 

düz tara yar düz tara
yar zülfün düz tara 
doksan dokuz yarem var
sen açtırdın yüz yara

oy aman aman aman
burası adıyaman 
alem düşman kesilir 
seni sevdiğim zaman 

düzdedir yar düzdedir
yar zülfün dizdedir 
nice güzeller sevdim 
hala gönlüm sendedir

 

oy aman aman aman
burası adıyaman 
alem düşman kesilir 
seni sevdiğim zaman..

(Anonim..)

TAŞ PARÇALARI..- XXIV , BİRHAN KESKİN

TAŞ PARÇALARI..

XXIV

bir masal

bir taş ağırlığında olabilir mi ?

olurmuş meğer.

 

birlikte bir masala inanmak istedim.

ben seninle , sadece bu.

sen beni tek

tek

tek bıraktın.

 

benim artık taş taşıyacak ,

taş kaldıracak , taş atacak

halim mi var !

BİRHAN KESKİN

Y’ol – BİRHAN KESKİN , METİS Yayınevi ,2006.

‘ZAPATİSTALAR , Yerelden Küresele Ulaşan İsyan..’ – ALEX KHASNABISH

‘birincisi , baş kahramanlık meselesine karşı uyanık olmak zorundayız  – bir başka deyişle- , insanlar kendilerini çok fazla öne çıkarmamalılar.. kendimiz için korktuğumuzdan böyle yapmıyoruz , bu isimsiz kalmakla ilgili bir şey , çünkü böylelikle bizi yozlaştıramazlar.. önderliğimizin kolektif olduğunu ve onlara itaat etmemiz gerektiğini biliyoruz.. ben burada olduğum için beni dinliyor olabilirsiniz , ama başka yerlerde de aynı şekilde maske takan başkaları konuşuyor.. bu maskeli, kişiye bugün burada marcos adı veriliyor ve yarın ona margariatas’ta pedro , ocosingo’da jose veya altamirano’da alfredo ya da nasıl çağrılıyorsa öyle diyecekler.. son olarak da , sözcü kolektif bir yürektir , grup lideri değil.. bunu anlamanızı istiyorum , eski tarzda bir grup lideri , o şekilde bir imaj değil..sahip olacağınız tek imaj , bunu yapanların maskeli olduğudur.. ve bir gün gelecek , insanlar onurlu olma zamanının geldiğini anlayıp maskelerini geçirerek şöyle diyecektir : peki o zaman , bunu ben de yapabilirim..’ (2002..)

 

SUBCOMANDANTE MARCOS..

  

‘beyazlar onu siyah olmakla suçluyorlar.. suçlu..

siyahlar onu beyaz olmakla suçluyorlar.. suçlu..

muteber insanlar onu yerli olmakla suçluyorlar.. suçlu..

hain yerliler onu melez olmakla suçluyorlar.. suçlu..

maçolar onu feminen olmakla suçluyorlar. suçlu..

feministler onu maço olmakla suçluyorlar.. suçlu..

komünistler onu anarşist olmakla suçluyorlar.. suçlu..

anarşistler onu ortodoks olmakla suçluyorlar.. suçlu..

anglolar onu chicano olmakla suçluyorlar.. suçlu..

yahudi düşmanları onu yahudi dostu olmakla suçluyorlar.. suçlu..

yahudiler onu arap dostu olmakla suçluyorlar.. suçlu..

avrupalılar onu asyatik olmakla suçluyorlar.. suçlu..

devlet görevlileri onu oportünist olmakla suçluyorlar.. suçlu..

reformistler onu aşırı uçta , radikal olmakla suçluyorlar.. suçlu..

radikaller onu reformist olmakla suçluyorlar.. suçlu..

‘tarihsel öncüler’ onu proletaryaya değil sivil topluma seslenmekle suçluyorlar.. suçlu..

sivil toplum onu huzurunu bozmakla suçluyor.. suçlu..

borsacılar onu kahvaltılarının canına okumakla suçluyorlar.. suçlu..

hükümet onu devlet dairelerindeki mide ilaçlarının tüketimini arttırmakla suçluyor.. suçlu..

ciddi adamlar onu soytarılıkla suçluyorlar.. suçlu..

yetişkinler onu çocuk gibi davranmakla suçluyorlar.. suçlu..

çocuklar onu yetişkin olmakla suçluyorlar.. suçlu..

dogmatik solcular onu eşcinsellerle lezbiyenleri mahkum etmemekle suçluyorlar.. suçlu..

teorisyenler onu pratikçi olmakla suçluyorlar..

pratikçiler onu teorisyen olmakla suçluyorlar.. suçlu..

herkes olup biten bütün kötülüklerden dolayı onu suçluyor.. suçlu..’ 

SUBCOMANDANTE MARCOS..

‘ZAPATİSTALAR , Yerelden Küresele Ulaşan İsyan..’ – ALEX KHASNABISH , Çeviri : NİLGÜN GÜNGÖR , ABİS Yayınevi , 2010 Ağustos , 240 sayfa..

ŞARKI.. – ALLEN GINSBERG

ŞARKI..

dünyanın ağırlığı
aşktır
yalnızlığın yükü altında

memnuniyetsizliğin
yükü altında

ağırlık
taşıdığımız ağırlık
aşktır

kim yadsıyabilir?
düşlerimizde
o bedene dokunur
düşüncemizde
yapılanır.

bir mucize
düş içinde
kaçışlardan
doğana kadar
insanlığın içine
kalbin dışından bakar
yaşamın yükü için
saflık içinde yanarak.
aşktır, o
ama taşırız bu ağırlığı
yorulsak bile
dinlenmeliyiz
onun kollarında
en sonunda
dinlenmeliyiz kollarında
aşkın

aşksız
rahat yok
düşsüz
uyku yok
aşkla
deli divane ol yada huzurlan
meleklerle senli benli gibi
yada makinalarla
son isteğin
acı olamaz
aşktır o
yadsınamaz
sürdürülemez
eğer yadsınırsa

yük çok ağırdır

verilmelidir
karşılıksız
düşünce gibi
verilir
herşeyin içindeki mükemmelliğin
aşırılığında

sıcak bedenler
birlikte parlar
karanlığın içinde
bir el hareket eder
etin merkezine doğru
bedenler titrer
mutluluk içinde
ve ruhun çıka gelir
neşeli gözlerinden bir bakışla

evet,evet
budur
istediğim
hep istediğim
her zaman istediğim
geriye dönmek
doğduğum yere
vücuduma.

ALLEN GINSBERG

Türkçesi : Erkut Tokman

yollarda..

‘uzak nedir ?
kendinin bile ücrasında yaşayan benim için
gidecek yer ne kadar uzak olabilir ?’

 İSMET ÖZEL

yollarda..

‘öyle bir durgunluk var ki üzerimde ne düşünmek , ne konuşmak , ne de yazmak istiyorum.. artık nefes alışlarım bile belli değil sanki.. susmak ve sessizliğimin içinde öylece kalmak istiyorum.. günlerdir ‘reis’ niye yazmıyorsun çok boşladın aylakadamız’ı diye bana fırçayı kayıp duruyor ama bendeki bu isteksizliği nasıl anlatabilirim ona bilmiyorum.. nefes almak için nefes alıyorum , yemek yemiş olmak için yiyorum her şey mecburiyetten.. yazmak , hele aylakadamız’a yazmak mecburiyet olmadığı için , dünyanın en güzel olaylarından birisi olduğu için ve asla mecburiyet gibi bir şeyi  düşünemeyeceğimden  kıyamıyorum abuk sabuk şeyler yazmaya.. o yüzden siteyi takip ediyorum bu aralar.. sadece bu..

fakat ilginçtir ki aylakadamız’da yeni yazıların sıklığı azalmasına rağmen giriş sayısı sanki bize inat artıyor , öyle bir genişliğe ulaştı ki site her gün yorumladığımız da ‘reis’le birlikte ikimizde anlam veremiyoruz.. onlarca profesyonel yazarı olan sitelere giriş oranları , okur sayıları ‘ip’ bazında belliyken , okunan sayfa sayıları belliyken bizim sitedeki bu inanılmaz takipçi sayısı duygulandırıyor ikimizi de.. ikimizin de çocuğu yok fakat ‘reis’in deyimiyle bu site ‘hayatta sahip olacağımız yegane çocuk..’ elimizde büyüyor.. fakat işte günlerdir bu çocuğa kıyamadım , yazamadım , ekleyemedim bir şeyler.. yığınla ekleyeceğim konu var , umarım üzerimdeki bu durgunluk uçar gider yakında..

ilginç olan şeylerden birisi de günlerdir süren bu durgunluğuma rağmen o kadar hareketliydim ki fiziksel olarak tahmin edemezsiniz.. kalp spazmı , hastane olaylarından sonra yerimde durmadım , kaç kilometre yol yaptım direksiyon salladım ben de artık hesaplamıyorum.. yollar akıp gidiyor bir yerlere hep.. öyle güzel ki yol yapmak , yollarda bitip tükenmek.. yolculuk kadar güzel , sıkıcı olmayan bir şey var mı bilmiyorum.. hele yanınızda kafa dengi bir yol arkadaşı – yoldaş varsa püffffff.. dadından yinmez bre.. yanımda seyahat edenler o kadar şanslıdır ki çünkü hep oturup izlerler , konuşurlar ve asla yorulmazlar.. neden mi ben o arabadaysam benden başka kimse araba kullan-a-maz , böyle bir takıntım var işte.. çok seviyorum araba kullanmayı.. zaten sevgili arkadaşlarımdan biri bir ara demişti sen avukat değil şoförsün diye.. hala gülmekten kırılırım bu lafı hatırlayınca.. evet aslında avukat değil uzun yol şoförü olsaydım kıyak olurdu.. hele hele tır ya da kamyon şoförlüğü mükemmel olurdu.. ama ne yapalım nükleer enerji mühendisliği mi doktorluk mu radyo televizyonculuk mu derken işte çok alakalı bir meslek seçtik hukukçu olduk.. gülmeyin sakın ben de insanım , ne yapalım avukatlık hep idealimdi ama ben sabiyken nükleer enerji ve doktorluk da ilgimi çok çekerdi.. fakat radyo televizyondan ikinci sınıfta atıldıktan sonra hep idealim olan hukuk ağır bastı biz de yön değiştirdik.. ama hiç pişman olmadım.. kişiliğime en uygun meslek buymuş.. yoksa bu kadar özgür ve aylak nasıl olabilirdim..

yaptığım yolların birinde uzun zamandır görmediğim ve göremediğim ‘cenaze’ ile karşılaştım.. bana olan haklı sitemlerini yaşının küçüklüğüne rağmen öyle ince , öyle kırmadan söyledi ki tutup bir kez daha sarıldım kendisine.. özürlerimi ve nedenlerimi üstü kapalı olsa da kendisine anlattım.. sonra bir hafta kadar beraber takıldık , kendimi affettirmeye çalıştım biraz.. içerde amcası yüzünden kapalı kaldığı 8 aylık süreyi ona unutturmaya çalışıyordum ilk başlarda ama o anlattığı hikayelerle bizleri hep kahkahaya boğdu.. hele ‘ayna’ ile muhabbetlerini , ‘ayna’ ile kavgalarını , inatlaşmalarını anlattığında gözlerimden yaş geldi gülmekten.. sırf ‘ayna’ yüzünden 40 metrekarelik koğuşta ‘ayna’ ile karşılaşmamak ve muhatap olmamak için yedi ay boyunca gündüzleri uyuyup , geceleri tek başına koğuşta uyanık durduğu , duvarlarla kapılarla arkadaşlık edip konuştuğu günleri anlatınca içimde bir şeyler ezildi gitti.. ona babasıyla hukuki seyir konusunda tartıştığımız ve beni dinlemediği için anlaşamadığımızdan yardım edemediğimi anlatsam kaç yazardı ki..

‘cenaze’ bana anlattıkça anlattı fakat sorularıyla beni bazen öyle bunalttı öyle bunalttı ki o sordukça ben onun önüne alkolü dayıyordum.. ama susacağına öyle açılıyordu ki sorularıyla kafamı da açıyordu.. ‘halo’muz ‘dayı’nın ‘denizler bu kadar yağmur yağmasına rağmen neden taşmıyor’ , ‘faks makinesi binlerce kilometre uzaklığa amerika’ya misal nasıl yazının ya da resmin aynısını yollayabiliyor’ gibi   ilginç soruların benzerlerini bıkmadan usanmadan tekrar tekrar soruyordu.. ‘savcı mı büyüktür hakim mi.. , polis mi savcıyı savcı mı polisi hakim mi polisi tutuklar.. vali mi büyük savcı mı’ diye garip garip sordukça soruyordu.. bir ara rüyadayım bile sandım.. çünkü ‘cenaze’nin sorduğu sorular karabasan gibi iki saatte bir tekrarlanıp duruyordu.. ama sonunda bu sonu gelmeyen soruların hiçbir suçu olmadığı halde abuk subuk nedenlerle haksız tutukluluğun yarattığı travma nedeniyle ortaya çıktığını anladım ve bıraktım ‘cenaze’yi konuştukça konuşsun istediği kadar.. aslında ‘cenaze’ lakabının tam tersi kişilikte bir insan , lakabıyla uzaktan yakından ilgisi yok.. bu lakabı kendisine takan amcasına aslında bu lakap uyuyor.. bu konuda da uzlaştık kendisiyle büyük kahkahalar eşliğinde.. tutuklulukta yaşadığı komik olayları bir ara anlatırım..

‘cenaze’nin tek sustuğu anlar ‘yüce sezar’ ve başkan ‘bezelye’ ile amik ovası 52 derece ile yanarken batıayaz dağlarında 26 derecede çam ağaçlarının altında yaptığımız uzun sohbet ve yemek anlarıydı.. orada sustu çünkü ‘yüce sezar’ çocuğun bütün dimağını sohbetin başında söylediği sadece tek bir cümleyle yerle bir etti.. dakikalarca elinde çatal kalakaldı.. sonra dönüp bana ‘abi bu adamlar mı seni buluyor yoksa sen mi onları buluyorsun’ diye sordu.. ben de gözlerimde yaşlar gülümsedim sadece.. bir ara ‘yüce sezar’ın balzac cafe de yaptığı gafla bu son gafını anlatmaya çalışırım ne kadar anlatılabilirse.. ama ‘yüce sezar’ın kötü niyetinden değildir bunlar , ‘sınırsız özgürlük’ kavramından diye düşünüyoruz.. düşünün öyle bir adam ki elli küsür derecelik sıcaklıktan gelmişiz : 26 derece sıcaklık , bol oksijen , bol rüzgar , çam kokusu var ama ‘yüce sezar’ henüz yarım saat geçmeden ‘ben üşüdüm , hem burası çok sıkıcı artık gidelim’ diyen birisi işte.. ‘bezelye’ , belediye başkanlığı döneminin yoğunluğundan olsa gerek çam ağaçlarının altında , müthiş serinlikte yemekler gelene kadar biraz kestirmek istediği sırada ‘yüce sezar’ın bu lafını duyunca kafasını yattığı yerden kaldırıp ‘sakın kızmayın yüce sezar’a , bol oksijenden beyni ambele olup , stop etti yine , bırakın yola insin minibüsle cehenneme gitsin , muhatap olmayın’ dedi.. tabi biz güldük çünkü bulunduğumuz mıntıkadan dört saatte bir minibüs geçiyordu sanırım.. ‘yüce sezar’ da bizimle paşa paşa oturdu ama mızıkçılığını yapıp durdu..

bakmayın ‘cenaze’nin lafı bir yandan çok doğru nerden buluyorsun bu arkadaşları dediğinde.. örneğin ‘bezelye’.. belediye başkanı olduktan sonra ne arar ne sorar oldu ancak biz arayacağız soracağız.. aradığınızda da hep aynı nakarat kaç kere aradım seni ulaşamadım nerelerdesin be usta der.. ‘politikacı’ işte.. iki ay önce ‘ciğerim’le urfa dönüşü yolumuzdan gidişli gelişli 680 kilometre fazla yapıp yanına uğrayalım bir sürpriz yapalım dedik.. şehre girdiğimizde aradık kendisini nerede makamında mısın diye sorduk.. ‘hayır , il merkezinde bilmem ne parkındaki bilmem ne kahvesinde kağıt oynuyorum’ diyince dumura uğradık.. lan mesai saatinde işin ne parkta demeye fırsat vermeden ‘hava çok sıcak o yüzden’ dedi , ikimiz beraber kahkahayı attık.. meğer esas dumur konuşmanın ilerleyen bölümlerinde bizi bekliyormuşuz bilemezdim.. ‘tamam o zaman parkın ana kapısına gel bekliyorum’ diye konuşunca tarihe geçecek sözü söyledi : ‘şu el bitsin geliyorum usta’.. artık bu sözü işittikten sonra benim ne gibi veciz sözler sarf ettiğimi tahmin edebilirsiniz.. telefonu son veciz sözümden sonra suratına kapattım ‘bezelye’nin.. ‘ciğerim’e de ‘boşver bu sibop kapağını’ dedim ama ‘ciğerim’ çok ısrar edip ‘görelim , uzun zaman oldu’ diye söyleyince  ‘kendin ara laleyi’ dedim.. sonra ciğerim aradı ‘bezelye’ efendiyi ve ustası ‘ciğerim’in sesini duyunca emir telakki edip koşa koşa geldi ‘bezelye’.. ben mi.. ben arabadan dahi inmedim , elini sıkmadım , ‘ciğerim’le ayak üstü sohbet ettiler sonra onu geride bırakıp hızla kaçtım o şehirden.. ama iki ay sonra kendim aradım ve çamların altında bizlere güzel bir özür yemeği sundu.. yemeği geçelim tabi ki sohbetti önemli olan ve rüzgarın çam ağaçlarını okşarken çıkardığı o eşsiz ıslığı..

benim tayfam hep böyleler ama hepsini çok seviyorum bu ‘topitoplar’ın.. kıyak adamlar vazgeçemiyorum tüm uçarılılıklarına rağmen..

işte günler böyle geçiyor üzerimdeki durgunluğun aksine : hep yollarda , çok hareketli ve renkli.. nasıl bitecek , nasıl kurtulacağım bu durgunluktan bilmiyorum.. ha ‘reisim’ nasıl..’

Crockett..

dikkat askersiz bölge

Farklı olanı kendine benzetmek yahut görmezden gelinebilecek kadar marjinal ilan etmek iktidarcıkların, bizzat mevcudiyetleri için, sorgulanılamaz -sandıkları- yöntemleridir. Etrafında deniz olsun olmasın, adacıklardan vatan yaratmak, imal ettiği yavrucukların kayıtsız şartsız o mamul olmasını ve sadece kendisine ait olmasını istemek, iktidarın kurduğu hiyerarşide, hepimizi baştan bildik bir egemenlik kıskacına götürür.

Adacıklar hiçbir yere dönüşür; tarifini iktidarlardan, kurucularından, kurtarıcılarından alır, yabancılaşır, aynılaşır. Egemen, eşitsiz tahrip alanını böylece yaratır. Korku kokar, nefrete döner, neşe körelir, mana yiter, içten içe isyan eder. Yavrular kıskaçtadır ve özgürleşmek için çırpınır. Kanatları körpedir, yuvadan aşağı asla itilmez. Had safhada olan teşvik değil tehdit de olsa uçacağı anı kendi yaratır.

Faşizm kendini dayatır, en estetikleştirilmiş formlarda, şefkatliymişçesine, tam da gündelik yaşamda, sonsuzca.. Militarizm kokar her yer, çözümsüzlüktür tek muteber değer. Aksi dile gelmez, dile gelmedikçe düşlere girmez; umut kayıptır ve hiç kimse yalnızlaşır.

Coğrafyalar parsellenmiştir, hem de biz kimseciklere sorulmadan. Yüksek ve temsili iktidarlar arasına sıkışmış bir politika içinde yok olan insani, basit, tekil ve dolayısıyla kolektif yaşamlardır.

Süre giden çözümsüzlükse eğer, mevcut militer aparat sorgulanmalı ve askersiz bölgeler yaratılmalıdır. Sınır çoğalır ve yakınlaşır, daralır ve daraltır, sınıfsa uzaklaşır, gözden yiter; lakin sınırsızca oradadır ve bakmamızı bekler.

Doğru nota yok, notayı koymak, aramak, basmak yeter; silahsız bir dünya için şarkı söylemeye değer.


kayıt / recording: Bandista, Stüdyo Red / İSTANBUL editing: Bandista
miksaj / mixing:
Stüdyo Red / İSTANBUL mastering: Analog Dimension / Krakovany, PIEŠŤANY kapak / cover: Bandista ağustos / august 2010

… ya emperyalizmin zaferi, tıpkı kadim Roma’daki gibi tüm bir uygarlığın çöküşü, nüfussuzlaşma, perişanlık … büyük bir mezarlık. Yahut enternasyonal proletaryanın emperyalizm ve onun savaş yöntemleri karşısındaki şuurlu etkin mücadelesi demek olan sosyalizmin zaferi. Bu dünya tarihinin dilemması, tam bir ‘ya o ya o sorusu;’ ibrenin hangi yöne döneceği kararı sınıf-farkındalığındaki proletaryanın önünde duruyor. Uygarlığın geleceği ve insanlık, proletaryanın devrimci enstrümanlarını eline alıp bu terazi dengesini bozmasına bağlıdır. Bu savaşta emperyalizm kazandı. Onun kanlı soykırım kılıcı, ibreyi ızdırabın uçurumuna doğru gaddarca bükmüştür. Tüm sefaletin ve utancın yegâne telafisi proletaryanın kendi kaderinin hükmünü nasıl ele geçireceğini ve hâkim sınıflara uşaklık rolünden nasıl kurtulabileceğini kaybettiğimiz bu savaştan öğrenmemiz durumunda olabilir.

Fotoğraf çekmek , şarkılara eşlik etmek , işgallere karşı özgürlüğü haykırmak serbesttir  , gereklidir !

Daha fazlası ve albümü indirmek için lütfen ziyaret ediniz  : http://tayfabandista.org/blog/

BLACKHAWK

Tunay Bozyiğit – Seyduna & Şahrud 5

Yeni bir albümden bahsedeceğim sizlere gerçekten dinlemekten bıkmadığım iki gündür aralıksız dinlediğim bir albümden ; Seyduna & Şahrud Serisinin 5. Albümünü : Söz Ateştir , Her Ağız Taşıyamaz .

 

Yayın Tarihi : 30.07.2010
Türü : THM
Yapımcı : Güvercin
Süre : 1:17:35 Saat:dk:sn
Dili : Türkçe

Parça Listesi :

1- İlkay Akkaya – Dağ Var

2- Cevdet Bağca – Güle Bakan

3- Cevdet Bağca – Güvercin

4- Handan Aydın – Cana Katarım

5- Handan Aydın – Martılar

6- Oğuz Boran – Saklımda Yangınımsın

7- Özge Öz – Ömür Göçeğim

8- Burcu Yeşilbağ – Chebere

9- Kartuğ – Ceylan

10- Metin Yılmaz – Yakasız İstanbul

11- Metin Yılmaz – Avare

12- Metin Yılmaz – Ana

13- Metin Yılmaz – Şahrud

14- Tunay Bozyiğit –  Al Götür

15- Tunay Bozyiğit – Mor Yatan

16- Tunay Bozyiğit – Yüreğimde Yara Sesi

 

Bu kadar sanatçının emeği olan albümü lütfen internetten indirmeyiniz albümün orjinalini almanızı şiddetle tavsiye ediyorum .

BLACKHAWK