Archive for Temmuz, 2010

‘beni tutsa tutsa gözlerin tutar ayakta.. / beni yıksa yıksa gözlerin yerle bir eder..’ – RIFAT ILGAZ (24 Nisan 1911 – 07 Temmuz 1993)

DEFNELER ÖLMEZ..

Bir mevsim var ki üşütür yeşilliğimi

Ben geceyle gündüzü bilirim yılları değil.

Ölümsüzlüğü getirdim kıyılarınıza

Düşlerimde hep uzak denizler… Kıyılar…

Gidemem, bağlıyım toprağıma.

 

Dalımla yaprağımla, ben

Bir savaş simgesiyim oysa

İnsan kardeşlerimin gözünde!

Utkular düşleyen başlar için

Bir çelenk..

 

Savaşlar, soykırımlar gördük,

İskenderler, Sezarlar,

Ne atlar kaldı onlardan, ne meydanlar…

Gittiler, yıkılıp birer birer,

Biz kaldık.

En kıraç topraklarda tutunduk,

Biz defneler.

 

Dal kırılır, yaprak dökülür

Ölür mü acılara katlanmasını bilenler,

Direnenler tüm kırımlara karşı…

Ölmez sevgiden yana olanlar

Defneler ölmez..

RIFAT ILGAZ

GİDİŞİNİ ANLATIYORUM.. 

Sen gidiyorsun ya işine yetişmek için

Saçlarını, gözlerini, ellerini

Neyin varsa toplayıp gidiyorsun ya

Her seferinde bir şey unutuyorsun sıcak

Termometrede yükselen çizgi çizgi

Kim bilir nerelerde soğuyorsun

 

Senin gözbebeklerin var ya kadın kadın gülen

İnsan insan bakan gözbebeklerin

Beni tutsa tutsa gözlerin tutar ayakta

Beni yıksa yıksa gözlerin yerle bir eder

 

Ne gelirse onlardan gelir bana

Çalışma gücü yaşama direnci

Mutluluk gibi kazanılması zor

Mutluluk gibi yitirilmesi kolay

 

Bir açarsın ki mutluyum

Bir kaparsın her şey elimden gitmiş

 

RIFAT ILGAZ

SON ŞİİRİM..

Elim birine değsin,

Isıtayım üşüdüyse

Boşagitmesin son sıcaklığım !

RIFAT ILGAZ

Üç Kutsal Kitap : Aylaklığa Övgü , Tembellik Hakkı , Okulsuz Toplum..

‘bütün bunlar sadece bir girişten ibaret.. gayet ciddi olarak şunu söylemek isterim ki , modern dünyada çalışmanın erdem olduğuna inanma yüzünden çok büyük zararlar doğmaktadır ve mutluluğa giden yol , refaha giden yol , çalışmanın örgütlü bir düzen içinde azaltılmasından geçer..

önce : çalışma nedir.. çalışma iki çeşittir : birincisi , yeryüzünde ve ya yeryüzüne yakın bulunan maddenin durumunu , böyle başka bir maddeye göre değiştirmek ; ikincisi de , başkalarına , yeryüzünde veya yeryüzüne yakın bulunan bir maddenin durumunu , böyle başka bir maddeye göre değiştirmelerini söylemektir.. birinci cins çalışma tatsızdır ve az para getirir  ikinci cins çalışma ise çok tatlıdır ve çok para getirir.. ikinci cins çalışma çok çeşitlidir : emir verenler yanı sıra , ne gibi emirler verileceği konusunda akıl verenler de vardır.. genellikle , iki insan grubu tarafından aynı anda , birbiriyle taban tabana zıt iki cins akıl verilir ; buna da siyaset denir.. bu cins çalışma için gerekli marifet akıl verilecek konu üzerinde değil , mesela reklamcılık gibi , inandırıcı konuşma ve yazma sanatı üzerinde bilgi sahibi olmaktır..

amerika’da değilse bile , bütün avrupa’da , bu her iki cins işçi sınıfından çok daha fazla saygı gören üçüncü bir sınıfa mensup insanlar vardır.. bunlar toprak mülkiyetini ellerinde bulundurmak yoluyla , yaşama ve çalışma hakkını kendilerine bir imtiyaz diye verdikleri başka insanlardan bu imtiyazlara karşılık para alanlardır.. bu toprak sahipleri aylaktırlar , bu bakımdan , benim onlara övgü düzeceğim sanılabilir.. ne yazık ki , bunların aylaklığı ancak başkalarının emeği sayesinde mümkün olabilmektedir ; gerçekten de , bunların rahat aylaklığa duydukları arzu , çalışmayı öğütleyen tüm kutsal vaazların tarihsel kaynağıdır.. bunların en istemeyecekleri şey , başkalarının da onlar gibi aylak kalmasıdır..’

‘çalışma ahlakı anlayışını bir an için açık yüreklikle , kör inançlara bağlı olmaksızın düşünelim.. her insan hayatında ister istemez belirli miktarda bir insan emeği ürünü tüketir.. çalışmanın genellikle tatsız bir şey olduğunu kabul edersek , insanın kendi ürettiğinden fazlasını tüketmesi adaletsizliktir..’

Aylaklığa Övgü , BERTRAND RUSSELL , Çeviri : METE ERGİN , CEM Yayınevi , Haziran 1997..

‘yıkıcı bir dogma..

kapitalist uygarlığın egemen olduğu ulusların işçi sınıflarını garip bir çılgınlık sarıp sarmalamıştır.. bu çılgınlık iki yüzyıldan beri acılı insanlığı inim inim inleten bireysel ve toplumsal yoksunluklara yol açmaktadır.. bu çılgınlık , çalışma aşkı ; bireyin , onunla birlikte çoluk çocuğunun yaşam gücünü tüketecek denli aşırıya kaçan çalışma tutkusudur.. rahipler , iktisatçılar ve ahlakçılar , bu akıl sapıncına karşı çıkacak yerde , çalışmayı kutsallaşmışlardır.. bu gözü kapalı bu dar kafalı adamlar tanrılarından daha bilge olmaya kalkıştılar ; bu güçsüz ve zavallı yaratıklar , tanrılarının lanetlediği şeyi yeniden saygınlığa kavuşturmak istiyorlar..

ben ki ne hıristiyan , ne iktisatçı ne de ahlakçıyım , onların yargılarını tanrılarının yargısına ; din , ekonomi ve özgün düşünce konusundaki vaazlarını da kapitalist toplumdaki .çalışmanın korkunç sonlarına havale ediyorum..

kapitalist toplumda çalışma , her çeşit düşünsel yozlaşmaların , her türlü organik bozuklukların nedenidir..

iki elli uşak takımının baktığı rothschild ahırlarının safkan atlarını ; normandiya çiftliklerinin toprağı süren , gübreyi taşıyan , ekini ambarlayan ağır yük hayvanı ile karşılaştırın bir.. ticaret misyonerlerinin henüz hıristiyanlık , frengi ve çalışma dogmasıyla kokuşturamadıkları soylu vahşilere , sonra da , bizim o zavallı makine uşaklarına bir bakın hele..

bizim uygar avrupa’mızda insanın doğal güzelliğinin izini bulmak isteyince , onu , ekonomik önyargıların henüz çalışma düşmanlığını kökünden söküp atamadığı uluslarda aramanız gerek.. ne yazık ki , şimdi yozlaşan ispanya , bizden daha az fabrika , daha az cezaevi ve kışlası olmakla övünebilir.. ama sanatçı , kestaneler gibi esmer , çelik bir çubuk gibi dümdüz ve esnek , gözüpek endülüslüyü seyretmekten zevk duyar ; hele delik deşik paltosuna görkemle bürünmüş dilencinin osuna düklerine amigo diye seslenişi karşısında insanın yüreği yerinden oynar.. içindeki ilkel hayvanın körelmediği ispanyol için çalışma , köleliklerin en berbatıdır..

o büyük çağın yunalıları da , çalışmayı hor görüyorlardı ; yalnız köleler çalışabilirdi ; özgür insan , bedensel devinimlerden , zeka oyunlarından başka şey bilmezdi.. bu aynı zamanda , aristoteles’in , phidias’ın ve aristophanes’in üyesi oldukları bir ulusun içinde insanın dolaştığı , soluk alıp verdiği bir dönemdi ; bu çok geçmeden iskender’in fethedeceği asya’nın göçebe sürülerini , bir avuç yiğidin marathon’da yenilgiye uğrattığı dönemdi..

antik yunan filozofları , özgür insanı alçaltan çalışmayı hor görüyorlardı.. şairler , tanrıların armağanı olan tembelliği övüyorlardı :

‘ey melibe , bir tanrı bağışladı bize bu aylaklığı..-vergilius , çoban şiirleri..

isa , dağdaki söylev’inde tembelliği öğütlemişti :

‘tarlalardaki zambakların gelişip serpilişine bakın.. onlar ne çalışıyor , ne de yün eğiriyorlar.. buna karşın söyleyeyim size , süleyman , o görkemi içinde , daha göz alıcı giysilere bürünmüş değildi..’ (matta incili , bölüm 6..)

sakallı ve ürkütücü tanrı yehova , hayranlarına ideal tembelliğin en üstün örneğini vermiş , altı günlük çalışmadan sonra sonsuzluğa dek dinlenmiştir.. buna karşılık , çalışmayı organik bir zorunluluk sayan ırklar hangileridir.. overnyalılar , britanya adalarının overnyalıları iskoçlar , ispanyanın overnyanları gallegoslar , almanyanın overnyanları pomeranyalılar , asyanın overnyalıları çinliler.. bizim toplumumuzda çalışmayı çalışma olarak seven sınıflar hangileridir.. toprak sahibi çiftçilerle küçük burjuvalar.. birileri toprakları kapmış , öbürleri dükkanlarına sıkı sıkıya bağlanmış , yeraltı dehlizlerinde köstebekler gibi devinip durular , gönüllerince doğaya şöyle bir bakmazlar hiç..

ne var ki işçi sınıfı , bütün uygar ulusların üreticilerini bağrında toplayan o büyük sınıf , bağımsızlaşarak insanlığı kölece çalışmanda kurtaracak ve insan-hayvanı özgür bir varlık durumuna getirecek olan işçi sınıfı , tarihsel görevini unutup içgüdülerine ihanet ederek , kendini çalışma dogmasına kurban etmiştir.. cezası sert ve korkunç olmuştur.. tüm bireysel ve toplumsal sefalet , çalışma tutuksundan doğmuştur..

sevme , içme ve tembellik dışında ,

tembellik edelim her şeyde..-lessing’

Tembellik Hakkı , PAUL LAFARGUE , Çeviri : VEDAT GÜNYOL , TELOS Yayınevi , Mayıs 1991..

 

‘okul , kişileri yaşlarına  göre ayırır.. bu ayrımlama sorgulanması olanaksız bazı önermelere dayanır.. çocuklar okula aittir , tek öğrenim yeri okuldur..’

‘okul sistemi günümüzde , tarihte hep güçlü olmuş kiliseler için gereken üç işlevi yüklenmiştir.. okul bir yanıyla toplum söyleninin kaynağıdır , bir yanıyla da bu söylenin karşıtlıklarının kurumsallaştırılması ve söylen ile gerçeklik arasındaki uyumsuzluğu yeniden üretecek ve saklayacak olan kuttörenin yuvasıdır.. günümüzde okul sistemi ve üniversite söylenin eleştirisi için olanaklar belirmekte ve kurumsal arızalara başkaldırı ortaya koşul olarak çıkmaktadır.. ancak söylen ile kurum arasındaki temel çelişkiler için hoşgörü isteyen kuttören değişmezliğini koruyor ; yeni toplum düşünyapısal eleştiri ve sosyal devinim kuracaktır.. salt merkezi toplum kuttörenin ve yeniliğinin büyüsünü bozup ayrılarak köktenci bir değişim başlatabilir..’

‘okulun bir gereksinim olduğu bir kez onaylandığında , öteki kurumlar için de rahat bir av olur.. gençler , kendi imgelemlerinin öğretim izlencesinin sunduğu eğitimle biçimlendirilmesine izin vererek , her soydan kurumsal planlamaya karşı koşullandırılırlar.. gençlerin imgelemlerini ‘eğitim’ sınırlar.. bu açığa çıkartılamaz ama umut ve beklentilerini değiştirmeleri öğretildiği için , yalnızca yanıltılırlar.. eğitim almış kişiler diğerlerinden ne bekleyebilecekleri kendilerine öğretilmiş olduğu için artık şaşırtılamazlar.. aynı durum , bir insan veya makine için de geçerlidir..’

‘okul öğrenim eylemini konulara bölerek çocuklara önceden hazırlanmış öğretim izlencesine tutsak etmeye ve uluslar arası bir sayıla sonuç değerlendirilmesine girişir.. kendi gelişiminin değerlendirilmesi için diğerlerinin tek biçimlerine boyun eğenler , biraz zaman geçtikten sonra aynı şeyi kendilerine uygulamaya da başlıyorlar.. böyleleri artık kendi yerlerine konulmamak zorundadır.. ne ver ki , her şey kendi yerine oturuncaya dek , kendilerini atandıkları konumlarına yerleştirmekte , sağlamaları öğretilmiş yerlere kurulup , bu dönemde de herkesi ve meslektaşlarını yerlerine yerleştirirler..’

‘üretim ve tüketim bakımından hepimiz okullaşmanın kapsamındayız.. bir şeyleri iyi öğrenmenin okulda mümkün olabileceğine ve olması gerektiği bir boşinanç haline geldi.. okul kavramından uzaklaşma girişimimiz , sonuna kadar tüketmekten ve öbür insanların kendi iyilikleri için güdülmelerine ilişkin sakat varsanılardan vazgeçmeyi denediğimizde , içimizdeki direnmeyi ortaya serecektir.. okullaşma sürecindeki hiç kimse kendisini başkalarının sömürüsünden kurtaramaz..’

Okulsuz Toplum , IVAN ILLICH , Çeviri : CELAL ÖNER , ODA Yayınları , Ekim 2006..

TAŞ BİR SÖZCÜK DÜŞTÜ PARÇALANDI..- ANNA AHMATOVA

TAŞ BİR SÖZCÜK DÜŞTÜ PARÇALANDI..

taş bir sözcük düştü parçalandı

henüz yaşayan göğsümde.

zararı yok, ben zaten hazırdım.

gelirim bunun da üstesinden.

başımda işim çok bugün :

belleği sonuna değin öldürmek gerek ,

taşlaşması gerek ruhun

ve yaşamayı yeniden öğrenmek..

işte.. yazın hışırdayan sıcak soluğu

bayram gibi sarıyor pencereyi.

ben çoktan sezmiştim bu

aydınlık günü ve boş evi..

ANNA AHMATOVA

Çeviri : Azer Yaran

‘bense, yulaf kokan dağlı ellerinde dolaşmak gibi kolaydır sanırdım yaşamak..’ – BEHÇET AYSAN

ANIŞ

yıkık manastırın orda
kalbim ki,
o da yıkıktı.
bir keşiş bıçağıyla dağlanmış
çiçekbozuğu,

çopur –
bir hayat
acıtıyordu beni

sevgilim.
her şeyin
hüzne vurduğu yerde
bütün saatlerin,
kuzguni bir denizi

çoğaltarak
hayat 
acıtıyordu beni.

bense geçerdim
karamuklarla , karabasanların

arasından
geçerdim
hiçbir
im
bırakmadan geride
bana en sırlı gelen
acının o en sırlı noktasından.

bin dokuz yüz yetmiş beş’in

ekiminde
yıkık
manastırın orda
kalbim ki , o da.

BEHÇET AYSAN

UNUTULMAYAN

durmadan taşırdım yanımda üç şeyi
iri çakıl tanelerini, çatlamış bir narı
bir öpüşün bıraktığı harlı lekeyi
ipekten
çalınmış
umutlarla taşırdım
ah sevgilim derdim, ölüm 
ne kadar çoktu yaşadığımızda. 

bize hep beyaz mendil
sallayan 
ölüm ki, 
iki kapısında 
haki bir yalnızlık
dikilirdi 

ve hatırlatırdı 
bize, güz kuşlarının
uçup gittiği denizleri.

bense, yulaf kokan
dağlı ellerinde
dolaşmak gibi kolaydır 
sanırdım yaşamak ve sana kansız 
bir gökyüzü 
getirirdim
getirebilsem ah,
– avlusunda çocukların
korkmadan oynadığı –
lalelerle
donanmış simli bir gökyüzü.

bir öpüşün bıraktığı harlı lekeyi
çatlamış bir narı, unutmadım.

BEHÇET AYSAN

2 Temmuz 1993.. Sivas.. Unutmadık.. Unutmayacağız.. U-nut-tur-ma-ya-ca-ğız..

‘köklerinden aldığı suyun yeterliliğini ya da yetersizliğini bir ağaç ne kadar bilebilirse..’ – EDİP CANSEVER

ŞİİR ÜSTÜNE SÖYLEŞİ NOTLARI..

1. benden veya benim kuşağımdan önce yazılmış şiirleri kendi değerleriyle baş başa bırakarak araya kesin bir çizgi çizdiğime inanıyorum. bu çizginin başlangıç noktasına, oluşumuna, bugüne gelişine, kısacası belli bir şiir sürecinin ayrıntılarına değinmek istemiyorum.

oteller kenti, şiirimin vardığı son durak değil elbette. ne var ki, bundan sonra şunu şunu amaçlıyorum da demiyorum. çünkü amaçlamak, özel olsun, biçimsel olsun şematizmin şiirde geçerli olduğunu kanıtlamak anlamına gelir ki, bu da şiirin özgül işleyişine ters düşer.

2. bireyi toplum içinde somut olarak görünür duruma getirmek, giderek daha da derinlerine inerek, onun içsel dramını kurcalamak çabasındayım.

3. şiirle düşünmek! yalnızca buna inanırım. şiirle düşünmenin karşıtı felsefe yapmaktır. felsefe ise şiirin temeli olan imgeyi dışlar. gene felsefe duygusallığa da karşıdır.

şu da var: uzun şiirlerimde hiçbir sorunsalı yanıtlamaya kalkışmam. sorular sormaya, bu soruları çoğaltmaya (ama yanıtsız bırakmaya) çalışırım hep. nedeni, yazdıkça bilmediklerime, tanımadıklarıma, daha önce duyup düşünmediklerime rastlarım da ondan. zaten insanın iç dünyasını kesin olarak tanıtlamak demek, saltık insanı yokken var etmek anlamına gelmez mi?

4. büyük büyük sorunlara el atmak şiiri küçültebilir kanımca. (ayrıca büyük sorunlar nedir, küçük sorunlar nedir, bu da başlı başına bir tartışma konusudur.) örneğin pek yaygın olan hamlet tipini günümüz aydınıyla karşılaştırdığımızda , hamlet’in kişiliğinde daha bir büyüklük ya da derinlik bulabileceğimizi hiç sanmıyorum. şair yetinmesini bilmeli; büyüklüğü, derinliği dilde aramalıdır.

5. bütün sanatların şiire, şiirin de sanatlara katkısı vardır elbette. örneğin oteller kenti’ nin ‘sera oteli’ bölümündeki düzyazısal şiirler dikkatle okunduğunda görülecektir ki, dizelerden daha yoğun bir dizeler bireşimi ön plana geçmektedir. bu böyleyse, bir düzyazı örgüsü, bir düzyazı dokusu şiiri çerçevelemiyor, bunaltmıyor, onun özgür yapısını kısıtlamıyor demektir.

uzun şiirlerimdeki öykü öğesine gelince, öyküden çok bir ‘anlatma’ söz konusudur burada da. ayrıca her şiir önünde sonunda (az ya da çok) bir “anlatma” değilse nedir?

ekleyeyim : sait faik’ in ‘hişt hişt’ öyküsünde ne kadar şiir varsa, benim şiirlerimde de o kadar öykü vardır.

diyebilirim ki, bütün sanatsal türler, şiirin potasında eriyebildiğince, şiirin doğal gereçleridirler.

6. dünya yazınında bütün yazın türleri iç içe geçebiliyor. bizde ise bu tutum yadırganıyor  nedense. bence bu karşılıklı trafiği yadsımak, şiirimizi alışkanlıklardan kurtararak çeşitlendirememekten, onu dünya şiirinin süreci dışında düşünmekten başka hiçbir anlama gelmiyor.

7. şiirlerimdeki kişiler satranç taşlarına benzerler. onlar, düşsel ya da gerçek, bende olup bitenlerin toplamıdırlar olsa olsa.

gene de…

şair kendi özel kişiliğini şiirinin ardında gizlemesini iyi bilmelidir. forster, ‘yazarın yüzü okuyucunun yüzüne çok yaklaşıyor..’ der.

8. güzellik düşündürücüdür. bu yüzden  de lirizmle hiçbir ilişkim olmadı diyebilirim. ‘liriği söyleyen kimse, kendi duygulanışının bilincinden çok, duygu anının bilincindedir,’ der james joyce.

9. oteller kenti’nde  yalnızca insanlar insanlara yaklaşıp kopmuyor. onların yedeğinde nesneler de aynı işlemi sürdürüyorlar.

üçüncü bölümdeki üç kavas, zaman kavramını ortadan kaldırmakla görevli. acılarını iyi tanıyan bayan sara ise, cin kadehlerinin  eşliğinde değişik bir orkestraya katılıyor; ‘dişi bir isa gibi’ kendi kendini yaşama ya da ölüme çiviliyor. doğrusu iyi bilmiyorum, yaşama mı, ölüme mi? bütün bildiğim bilemediklerimden sızan bir kan gibi kitabı kendi rengine boyuyor.

10. köklerinden aldığı suyun yeterliliğini ya da yetersizliğini bir ağaç ne kadar bilebilirse…

EDİP CANSEVER

‘erkek biyolojik bir kazadır..’ – VALERIE SOLANAS

‘birkaç gün önce aylakadamız’da JACQUES BREL’in söyleşilerinden bir kesit vermiştik MARİO LEVİ’nin kitabından.. orada JACQUES BREL’in söyleşisinde geçen BREL’in kendisine ait kadınlar hakkındaki düşüncelerinden dolayı epeyi bir mail aldım çevreden.. eleştiri dozu yüksek sert mailler de vardı.. güldüm hatta açıkça söyleyeyim eleştiriye çok açığım ama kahkahadan koptuğum anlar oldu.. çünkü görüşler aylakadamız’ın yada bizim görüşlerimiz değil BREL’in görüşleri.. aylakadamız’da bu görüşlerin ya da kitaptan o bölümlerin yayınlaması da o görüşlere destek verdiğimiz manasına gelmez.. bunları yazarken bile yıkılıyorum gülmekten.. ki ayrıca BREL aşk adamıdır ve kadınları da çok sever.. naçizane kendi görüşleridir..

yine de bombardımana tutan arkadaşlar için belki de hiç duymadıkları SCUM MANİFESTOSU’nun yazarı ve erkek neslinin yok olmasını isteyen , yok etmek isteyen VALERIE SOLANAS’ın sel yayıncılıktan çıkmış ‘ERKEK DOĞRAMA CEMİYETİ MANİFESTOSU’ kitabından tadımlık bazı alıntılar paylaşacağız sizinle aşağıda..

bazılarınızı BREL’den dolayı kırmışsak da özür dileriz ama BREL’siz hayat kadınsız bir dünyaya benzer diyelim ve aylakadamız’ın sınırının olmadığını da bir kez daha VALERIE SOLANAS paylaşarak tekrarlayalım..’ 

Crockett..

 

‘toplumumuzda yaşamın tam bir can sıkıntısı olması ve toplumun hiç bir yönüyle kadınlarla ilgili olmaması sebebiyle, toplumsal kaygıları olan, sorumluluk sahibi, heyecan arayan kadınlara yalnızca hükümeti devirmek , parasal sistemi ortadan kaldırmak, tam otomasyonu sağlamak ve eril cinsi yok etmek kalmaktadır.

artık eril yardımı olmadan (ve aynı nedenle kadınların da yardımı olmadan) çoğalmak ve yalnızca kadın üretmek teknik olarak mümkündür. bunu yapmaya hemen başlamalıyız. erilin varlığını sürdürmesi için, üreme bile geçerli bir sebep olmamaktadır. eril biyolojik bir kazadır : y (eril) geni, eksik bir x (dişi) genidir, yani eksik bir kromozom grubuna sahiptir. başka bir deyişle , eril eksik bir dişidir, yürüyen bir başarısızlıktır , daha gen aşamasında vazgeçilen bir başarısızlık. Eril  olmak yetersiz olmaktır, duygusal olarak eksik olmaktır; eril olma durumu, eksiklik hastalığıdır ve eril duygusal açıdan özürlü yaratıklardır.

eril  tam anlamıyla benmerkezcidir, kendi içinde hapsolmuştur, başkalarını anlama, sevme başkalarıyla özdeşleşme, arkadaşlık kurma, duygulanma, şefkat yeteneğinden yoksundur. tamamen izole edilmiş, başka biriyle ilişki kuramayan bir birimdir. tepkileri tümüyle midesindendir, beyninden değil; zekası, yalnızca güdülerine ve ihtiyaçlarına hizmet eden bir araçtır; akılsal tutku, akılsal etkileşim yeteneğinden yoksundur; kendi fiziksel duyuları dışında bir şeyle bağlantı kuramaz. yarı ölü, tepkisiz bir kütledir, zevk, mutluluk veremez ve alamaz; sonuç olarak, en iyi haliyle tam anlamıyla bir can sıkıntısı, zararsız bir yığındır, çünkü yalnızca başkalarıyla ilgilenenler çekici olabilir. o, insanlar ile maymunlar arasındaki alacakaranlık kuşağından hapsolmuştur, ve maymunlardan da kötü durumdadır, çünkü maymunların aksine pek çok olumsuz duyguya sahiptir – nefret, kıskançlık, hor görme, iğrenme, suçluluk, utanç, kuşku – ve dahası ne olduğunun ve ne olmadığının farkındadır.

tamamen fiziksel duyularıyla hareket etse de, eril  damızlık olarak da uygun değildir. mekanik becerisi olduğu varsayılsa da, ki pek az eril buna sahiptir, her şeyden önce, lokmasını şevkle, şehvetle ısıramaz, bunun yerine suçluluk, utanç, korku ve güvensizlik duyguları, eril doğasında kökleşmiş olan duygular onu yer bitirir ve yalnızca en ileri eğitim bu duyguları azaltabilir; ikinci olarak, sahip olduğu fiziksel duygular sıfıra yakındır; ve üçüncü olarak partneriyle duygusal yakınlık kurmamaktadır, nasıl becerdiği, nasıl a kalite bir performans sergilediği, boru döşeme işini nasıl başardığı düşünceleri ile bozmuştur. bir erili hayvan olarak nitelemek, onu övmektir; o bir makinedir, yürüyen bir vibratördür. sık sık erilin kadınları kullandıkları söylenir. kullanmak? ne için? tabii ki zevk için değil..’

‘tamamen ben-merkezci ve kendi dışında herhangi bir şeye bağlanmaktan aciz olan eril’in konuşması , kendisi hakkında olmadığında herhangi bir insani değeri olan herhangi bir şeyden kopartılmış şahsiyetsiz bir vızıldanmadır.. eril ‘entelektüel konuşma’ , zoraki ve uzatılmış bir dişiyi etkileme denemesinden ibarettir..’

 edilgen , erile saygılı , ona uyum sağlamaya hazır ve ondan korkan babasının kızı , onun tahammül edilmez sıkıcılıktaki gevezelikleri kendisine dayatmasına izin verir.. bu onun için çok zor olmaz çünkü babanın kafasına soktuğu gerilim ve endişe , sükunet eksikliği , emniyetsizlik , kendine güvensizlik , kendi duygu ve düşüncelerinden emin olmama hali , onun değerlendirmelerini batıl kılar ve onun , erilin gevelemelerinin gevelemeden başka bir şey olmadığını görmesini engeller ; ‘büyük sanat’ adı verilmiş bulamacı ‘takdir eden’ estet gibi , babasının kızı da , kendisini sıkıntıdan patlatan şeye bayılır.. sadece erilin gevelemelerinin egemen olmasına izin vermekle kalmaz , kendi ‘konuşması’nı da buna göre ayarlar..

daha küçükten , erilin kendi hayvansılığını gizleme ihtiyacı karşısında tatlı , terbiyeli ve ‘vakur’ olmak üzere eğitildiği için babasının kızı ‘konuşması’nı havadan sudan denilen şeyle sınırlı tutmak mecburiyetindedir ki bu herhangi bir önemi olan her şeyin ihmal edildiği boş , tatsız bir şeydir – ya da eğer ‘eğitimli’ ise , ‘entelektüel’ tartışmaya indirger konuşmasını , yani alakasız soyutlamaların şahsiyetsiz bir söylemine – gayrı safi milli hasıla , ortak pazar , rimbaud’un sembolist resme etkisi.. babasının kızı , erile yaltaklanma konusunda o kadar uzmanlaşmıştır ki bu zaman içinde onun ikinci doğası halini alır ve sadece dişilerle birlikte olduğunda ağabeyle yaltaklanamaya devam eder..

yaltaklanmanın dışında ‘konuşması’ sapkın , orijinal fikirler öne sürme konusundaki güvensizliği ve bu güvensizlik sebebiyle kendi içine gömülmesiyle sınırlanır.. bu durum babasının kızının konuşmasının çekici olmasını engeller.. tatlılık , terbiye , ‘vakar’ , güvensizlik ve kendi içine gömülmenin yoğunluk ve zekaya yol açması zordur , bir konuşmayı dinlenmeye değer kılan özellikler de bunlardır.. bu tür konuşma aslında pek de yaygın değildir çünkü sadece kendine güvenen , mağrur , dışadönük , gurulu ve sağlam kafalı dişiler , yoğun , akıllı ve edepsiz bir konuşma yapabilir..’

‘Erkek Doğrama Cemiyeti Manifestosu’ , VALERIE SOLANAS , Çeviri : AYŞE DÜZKAN , SEL Yayıncılık , Ağustos 2002..

‘getma getma..’ – ‘ASLI’

‘sesini bile duymadığım ‘aslı’ kardeşimin müzik bilgime , birikimime yaptığı katkılarından dolayı yakınlarda yazıp teşekkür etmiştim kendisine..

işte ‘sesini bile duymadığım’ diye yazdığım ‘aslı’ çok güzel bir paylaşım ve jest yapıp kendisinin söylediği doğu karadeniz , artvin yörelerine ait ‘getma getma’ adlı türküyü bana yollamış..

yoğun ve uykusuz bir gecenin ardından sabahın erken saatlerinde maillerimin arasında türküyü görünce hemen açtım , dinledim.. müzikle uğraştığını , eğitimini aldığını bildiğim ‘aslı’nın bu türküyü seslendirdiğini tahmin ettim.. sonra teyit etmek için kendisine sordum ve tahminim doğru çıktı.. sesini de duymuş olduk böylece kendisinin..

o kadar güzel bir çalışma olmuş ki günlerdir onu dinliyorum..  bu güzel paylaşım için ne kadar teşekkür etsem azdır.. çok mutlu oldum..

‘ayşenur kolivar’ın da seslendirdiği bu türküyü değişik yörelerde biraz değişik şekillerde okunduğunu araştırmalarım sonucu gördüm.. örneğin bayburt yöresinde de kendi türküleri olarak geçiyor ve sözleri biraz daha değişik.. sözlerinin özellikle ‘terk ettim gidiyorum’ kısmından sonra söylenen yöreye göre ‘sürmene dağlarını’ , ‘hemşin dağlarını’ , ‘bayburt dağlarını’ ve ‘dersimin dağlarını’ bile olarak değiştiğini gördüm.. ‘aslı’nın söylediğinden sözlerini yazabildiğim kadarını yazdım.. ‘aslı’ türkünün sözlerinin tamamını yollarsa bana türkünün sözlerinin tamamını buraya eklerim..

‘aslı’ bu çalışmayı kendisi gibi izmir’de müzik yapan , çok güzel çalışmaları olan ‘onur’ kardeşimizle birlikte yapmış.. ‘aslı’ya gitarıyla eşlik etmiş ‘onur’..  her ikisinin de yüreğine sağlık , emekleri paylaşımları için kendilerine teşekkür ediyoruz.. ‘aslı’dan aldığım izinle bugünün türküsü olarak müzik kutumuza türküyü sizler için ekledik..

müzikle kalın..’

Crockett..

‘getma getma yanarım da ,

gedan guni sayarim

gedup geri bakmasan

çıra gibi yanarım..

giydim çaruklarimi da

gel bağla bağlaruni

mavi sana mor bena da ,

niye baktın horbena..

 
getma sevduğum getma da

dünya gelur dar bena..’

(Fotoğraflar : Daphne , Harbiye -Antakya.. – BLACKHAWK..)