Archive for Temmuz, 2010

‘olur mu gülseren teyze.. ha salih abi ha ben’

‘olur mu gülseren teyze.. ha salih abi ha ben..’

bir aydan fazla oldu sanırım senden haber almayalı..

en son haziranın yirmi dördünde görmüştüm seni..

yani tam bir yıl aradan sonra.. ve sonra o günden beri seni göremedim.. sen kayıplara karıştın yine..

nereden nasıl ulaşabilirdim sana bilmiyorum ‘ikizim’.. kayboldun gittin.. bilmiyorum belki de bir yıl aradan sonra benimle görüşmek istemen benim acılarımı derinleştirmek içindi.. olabilir mi böyle bir şey.. oysa bir yıl aradan sonra gölün kenarında seninle birlikteydik yine.. sanki bir gün önce görüşmüştük seninle.. hiçbir şey olmamış gibi konuşman ve davranman.. bir yıl boyunca çektiklerimden şüphe duydum sana bakarken , seni dinlerken.. yoksa yaşamamış mıydım ben o günleri..

hiçbir şey diyemedim , neden diye soramadım bir kere bile sana o gün.. havadan sudan konuştuk çünkü gelirken arkadaşını da getirmiştin.. sana bakıp gülümsedim , konuşmanı dinledim..

seni , sesini ne kadar özlemişim senin..

sonra zaman aktı geçti gitti ve sen de gittin.. gidiş o gidiş..

sonra ne mi oldu.. seni aradım , mesaj attım , mail attım , her yerden aradım.. ama sen sır olmuştun..

ben de sensizlik cehenneminin içinde daha az acı çekmek için sırdaşım , teskin edicim alkolüme daha da gömüldüm..

sonuç mu :

bana bir kalp borçlusun ikizim..

geçen çarşamba oturduğum yerde bir kalp spazmı geçirdim..

sanki geleceğini biliyorlarmış gibi arkadaşlar yanımda oturuyor , havadan sudan konuşuyorduk..

sonra güzel bir ağrı hem göğsüme hem koluma girdi.. bütün vücuduma göğsümden yayılan bir sıcaklık da eşlik etmeye başladı.. kendimi sıktım , durdum , belli etmedim..

sonra yer altımdan kaymaya başlayınca ve ağrı şiddetlenince arkadaşlara durumu belli ettim.. ve apar topar hastaneye..

kalp hastalıkları hastanesi olmasına rağmen acilinde bekleyen doktor kardeşlerim ikinci kez beni orada ‘kalpten götüreceklerdi’.. başımda dört arkadaşım gülüp sıranın bana gelmesini bekliyorduk.. nöbetçi doktor teşrif edip önce kafa buldu benimle.. ama ilk ekg’yi eline aldıktan sonra yüzünü buruşturunca ben sakat bir durum olduğunu anladım , acı gerçekle yüzleşmem gerektiğinden ‘ne var’ dedim.. buz gibi boğuk bir sesle ‘kalp krizi olabilir’ diyince yamuldum.. oysa ben daha çok içecektim.. ‘bir yanlışlık olmasın’ dedim.. izleyeceğiz diye yine soğuk bir şekilde cevapladı.. daha önce de başıma aynı şekilde bir olay geldiğinden hemen salmadım kendimi..

alete bağladılar beni izlemeye başladılar.. sonra tekrar bir ekg bu sefer doktorun yüzü daha da buruştu.. ne var diyince anjiyoya alabiliriz , kalp krizi olma riski yüksek dedi.. benim bu sefer gardım düştü.. ya yapma etme doktor dedim.. arkadaşlarımdan birinin eve gidip eski ekglerimi ve testlerimi getirmesini istedim.. arkadaş koştu , dosyamla birlikte annem babam da geldi.. üzüldüm onları böyle korkuttuğum için..

sonra doktor eski tetkiklerime bakınca yüzü gülümsedi o an.. eski ekglerinizle uyumlu bugünküler.. sizin kalp atışlarınız size özgü dedi.. gülümsedim tabi o kalbin içinde ‘ikizim’ var dedim kendi kendime.. sonra doktor kalp krizi olmayabilir , kan , eko vs testler yapacağız akşama kadar buradasınız ama yatırabiliriz de duruma göre’ dedi.. ben yatmaya razıyım o hastanede yeter ki kalp krizi demeyin bana.. neyse kanlar alındı , eko yapıldı.. ve beklemeye başladık.. eko temiz çıkmıştı ama kan testleri bekleniyordu.. insan hasta olunca doktora dönüşebiliyor bir anda.. her şeyi kapıyordu beklerken ve bir anda doktor olabiliyordun..

testlerden troponin testi esas olandı.. iki kere altı saat arayla yapıyorlar.. temiz çıkarsa yırttın gibi oluyor.. neyse beklemek en kötüsü ama mecbursun bir kere.. beklerken hastane bir anda ana baba günü oldu sağ olsunlar önce ‘halo dayı’ , sonra diğer arkadaşlar akın etti.. haber vermek istemediğim , kendi derdi başından aşkın binlerce kilometre ötedeki canım kardeşim aradı.. bana moral verdi her zaman ki gibi.. ‘turrup gibisin abi , merak etme bir şeyin yoktur’ dedi.. gülümsedim.. marcos gibi olurdum ben de o zaman turp gibiysem.. sevindim.. marcosun dediği gibi : içi beyaz , dışı kırmızı.. bütün ihtimallere açık bir insan..’ 

tutsan tutsan bir yere kadar dayanıyorsun , en son bir yerde insan duygulanıyor boşalıyor gözyaşları.. kardeşimle konuştuktan sonra gözlerim doldu ve beklemeye başladım..

‘halo dayı’ da gelince kadro tam oldu.. ben hem kendime hem de etrafımdaki aileme , arkadaşlarıma ve ‘halo dayıma’ moral vermeye çalıştım..

espri olarak ‘hazır gelmişken halo senden de kan alsınlar bir check uptan geçiver’ diye söyleyince halo hemen kendini hastane bahçesine atıyordu.. sigara içip sonra tekrar geliyor , bacaklarıma ayaklarıma omuzlarıma masaj yaparak beni teskin etmeye çalışıyordu dayı ve ben her seferinde ‘halo’ya  ‘hayırdır , niyeti bozdun mu dayı.. hasta hasta bizi götüreceksin yani..’ diyince ‘halo dayı’ anne ve babama dönerek ‘sapık bu’ ya diyip yine hastane bahçesine kaçtı defalarca..

neyse beklemelerimiz sonunda iki troponin testinden de ‘kalbimizin akıyla’ geçince yırttık dedim.. ama saniye geçmeden doktor ‘olmaz beyim , yarın sabah efor testine teşrif edeceksin’ diyince ayaklarım titredi.. çünkü defalarca kötü hikayeler dinlemiştim efor testiyle ilgili.. hele altı sene önce özel bir hastanede efor testi öncesi bana imzalatılan ‘ölümüm halinde sorumlu hastane değildir..’ beyanını da hatırlayınca uykusuz bir gece geçirdim yine.. bu hastanede prosedür de başkaydı.. daha önceki efor testinde olmadığı halde bu yaşıma kadar itinayla uzayan göğüs kıllarımı kesmem gerektiği söylenince hayırdır hazırlık mı yapıyorlar acaba diye düşündüm.. doktora ‘biz anadolu erkeğiyiz doktor , kılları mılları ne ayağa keseceğiz.. sakalımı bıyığı mı da keseyim mi bari’ dedim.. ‘ona gerek yok , elektrotların iyi yapışması için senin gibi postlulardan bunu yapmalarını istiyoruz..’ karşı espirisini yiyince gülümsedim sadece..

sonra gece boyunca sıfır uyku , o televizyon kanalından bu kanala.. sonra açtım bornova bornova’yı izledim.. ‘olur mu gülseren teyze , ha salih abi ha ben’ diyalogunu izledim defalarca geriye alıp alıp.. 

ve sonra sabah oldu.. kaktım , hazırdım ama o koşu bandında ne koşacak halim ne de moralim vardı..

gariban annemle gittik hastaneye , kağıt işlerini bitirdikten sonra annemi dışarıda bırakarak efor odasına aldılar.. beklerken bir kaç kez kapıyı açıp anneme baktım.. o da merak içindeydi.. onu da hastane kapılarında süründürmek moralimi daha da bozuyordu.. son kez görüyorum belki diyip , hep kapıyı açıp ona bakıyordum.. bir ara ciğerim aradı beklerken ona hakkını helal et dedim.. artık gözyaşlarım aktı akacaktı..

sonra vakit geldi üzerime garip bir file geçirdiler bandın üzerine çıktım , bilmem kaç tane elektrotu bağladılar sağa sola.. bayan doktor vardı yanımda.. evraklarıma bakınca yüzünü buruşturdu ve ‘özür dilerim , sizi en sağdaki banda alalım çünkü evraklarınızda -bilmem neden- (burayı ben hatırlamıyorum) bahsediyor , bu alet biraz parazitli , murat beyin aletine alalım sizi , yaşınız genç , vebal almak istemem’ diyince benim tansiyon uçtu gitti tepelere fırladı , elim ayağım boşaldı , ne demek vebal almak , ne demek yaşım genç.. kafam bulandı , başım dönmeye başladı.. neyse murat bey’in ‘aletine’ doğru aldılar beni.. ‘darağacına ya da giyotine çıkan mahkumlar gibi çıktım bandın üzerine tekrar.. koşmaya başladık yavaş yavaş.. uzatmayayım.. testi zar zor dilim dışarıda fakat başarıyla tamamladım.. raporum buradan da yırttığımı söylüyordu.. sonra aldık raporu doktor doktor dolandık.. hepsi bir ‘b.k yok , domuz gibisin , duygusal ya da sinirsel nedenlerle gelişen bir kalp spazmı’ dediler.. neye kafayı taktıysan düşünme onu falan filan dediler..

en son olarak da babamın yirmi yıldır doktoru olan bir kardiyologa gittik.. ‘kötü alışkanlık var mı’ diye sordu.. tabi annem oğluna laf kondurur mu.. sanki beni doktora verecekmiş gibi ‘yok’ dedi.. ben de dedim ‘ne yanlış yönlendiriyorsun doktor beyi , günlük ortalama on – on beş arası bira ya da iki büyük rakım var doktor bey’ diyince önce beni buz gibi bir sesle tebrik etti.. sonra ekledi ‘bir süre kullanmasan ve kendine dikkat etsen iyi olur’ dedi.. teşekkür ettim.. ‘bir süre’ lafı bana ödüldü çünkü.. hem ‘bir süre’ derken süre konusunda net bir zaman bildirilmediğinden bu süre bir gün de olabilir bir haftada olabilir diye bir yorum geliştirdim kafamda mutlu oldum.. bana bir ilaç verdi ‘bir süre kullan ama istersen’ dedi.. ilaç kalp ritimlerini , tansiyonu düzenliyordu.. olur olur dedim.. yemin etmişim altı senedir hiçbir ilacı kullanmamaya.. yalan bu ilaç işi.. kullanmadım kullanmayacağım da..

hastanede beni yalnız bırakmayan aileme , canım kardeşime , arkadaşlarıma , ‘halo dayı’ma ne kadar teşekkür etsem azdır.. onlara o gün yaşattığım stresten dolayı da çok özür dilerim.. sağ olsunlar , var olsunlar hastanenin bahçesini , koridorlarını , acil servisi doldurup beni bir an olsun yalnız bırakmadılar..  

hastane ortamından birkaç anekdot anlatayım.. geberirken bile aklım hınzırlıktaydı.. ilk olarak hastanedeki acil kısmında bana müdahale eden doktorun yine ilk sorusu şuydu : ‘yaş , sigara var mı..’ ama bu soruyu sorarken bana doğru eğilen doktorun önlüğünün cebinde (reklama girmesin baş harfini söyleyeyim) ‘w……’ sigara paketi bana doğru sırıtıyordu.. gülümseyip , ‘sigara yok , kullanmadım ve kullanmıyorum ama siz de kullanmasanız ya da paketi en azından hastaların gözüne sokmasanız daha inandırıcı olur bu sorunuz’ diyince doktor beyle aramızda soğuk bir rüzgar esti..

hastanede doktorlar kalp krizi değil , spazm olabilir diyince yıllar önceye gittim fakültede kendini şair sanan bir arkadaşımız vardı , kendini doğuştan şair sayan ama şiirlerinden hiç kimsenin bir şey anlamadığı bir arkadaşımız.. onun devamlı bize okuduğu ama her okuyuşunda bizi kahkahalara boğan fakat kendisinin okurken o sırada duygulanıp doruğa çıktığı ve gözlerinden yaş geldiği ‘spazm.. yaklaşıyor orgazm’ dizesi aklıma geldi.. kahkaha atacaktım fakat ağlanacak halime gülmemek için sadece içimden kahkaha attım dışımdan gülümsedim..

bir de hastane bahçesinde iki gün boyunca hasta önlükleriyle sağda solda saklanıp gizlice sigara içmeye çalışan hastaları görünce aklıma elia suleiman’ın ‘intervention divine’ filmindeki hastane sahneleri aklıma geldi.. orada da hastalar , hemşireler , hasta bakıcılar ve doktorlarla birlikte bahçede bile değil hastanenin içinde kardiyolojiye benzer bir klinik koridorunda volta atıp sigara içiyorlardı.. ben de daha gerçek bir versiyonunu izledim bu sahnenin.. insan nasıl bir yaratık , yaşamın kıyısındayken bile alışkanlıklarından vazgeçemiyor zararını bile bile.. 

neyse sonrası mı ‘ikizim’..

sonrası şu oldu efor testinden vesaire doktor ziyaretlerinden beş dakika sonra ben birkaç parça eşyamı aldığım gibi arabaya atladım ve yollara koyuldum yine peşinden.. nereye gideceğimi bile bilmiyordum.. herkes geçmiş olsun , ne oldu test sonuçları diye sorup arıyordu beni ve ben herkese yolda olduğumu , araç kullandığımı , şehir dışında olduğumu söylüyordum ve insanlar şaşkınlıktan sessizliğe boğuluyorlardı.. bir gün önce ölecek olan ben değildim sanki..laf yetiştirmemek için telefonları da açmadım bir süre sonra..

‘ikizim’ nerede olabilirsin dedim.. seni bulamasam bile ‘ikizim’ olabileceğin yerlerin yakınlarında olmak istiyordum en azından.. manisa , izmir , denizli , aydın.. dolandım durdum.. sana ulaşamadım telefonlarından yine.. ama belki aynı yıldızlara baktım seninle , belki de aynı havayı soludum.. belki de defalarca yanından geçtim..

uzatmayayım hastanedeyken doktorların temel sorusu şuydu ‘niye bu kadar üzgünsün’.. her soruşlarında gülümsüyordum.. niye gülümsediğimi sadece sen anlayabilirsin ‘ikizim’..

ha sen şimdi inanamazsın bana her zaman ki gibi.. ama hastanenin tüm kayıtları açık ‘ikizim’.. hoş , sen neyime inandın ki..

bütün yaşadıklarım ve bu son kalp spazmı sana ulaşamamamın , senden haber alamamamın sonucu ama sen her şeye değersin  ‘ikizim’..

ama artık bana ikizim bir kalp borcun var..

şimdi nerde miyim.. binlerce kilometre yaptım sana doğru belki de senden uzağa.. şimdi senden belki uzakta belki yakınlarındayım ama gerçek şu kendimden çok uzaktayım ve belki de sonundayım her şeyin ‘ikizim’..

bu sayıklamayı burada bitirirken ikizim , sana ve tüm sevdiklerime günün şarkısı olarak timur selçuk’tan ‘ispanyol meyhanesi’ni dinleyin diyorum..  

 

Crockett..

‘yeter, yeter.. öleceksek ölelim..
haydi vur kendini şaraba , kedere ve aşka vur..
daha içelim hey.. daha içelim hey hey..

ispanyol meyhanesinde bir gece
seninle, seninle başbaşayız..
üstelik , sarhoşuz adamakıllı.. daha içelim, daha içelim..
ispanyol meyhanesinde olduğumuzu kimse bilmesin..’

Timur Selçuk..

Çizgili Pijamalı Çocuk – The Boy in the Striped Pyjamas

Bu filmi geçenlerde internette bişeyler ararken tesadüfen görmüştüm hemen Saygıdeğer büyüğüm kadim dostum Crockett ‘ e sordum bu film sende varmı diye kendisinin dev film arşivini bildiğimden ilk ona sorarım . Bu film kendisinde vardı hemen aldım filmi kendisinden ve izlemeye koyuldum çok duygulandım çok üzüldüm .

Bruno 8 yaşında bir çocuktur. Tüm çocuklar gibi arkadaş düşkünü ve oyun oynama canlısıdır . Bruno ‘ nun babası askerdir . Bir gün görevi gereği başka bir yere tayini çıkar ve bruno arkadaşlarından ayrılmak zorunda kalır ve bunu istemeyerek de olsa yapmak zorundadır . Yeni taşındıkları yerde ise bruno’nun hiç arkadaşı yoktur . Shmuel dışında …

Bruno evlerinin biraz uzağında bir çiftlik olduğunu görür lakin bu bir çiftlik değil bir yahudi kampıdır . Ve burada herkes çizgili pijamalıdır . Kendisi gibi 8 yaşında olan Shmuel ile arkadaş olur . Evden gizlice kaçıp ona yemek götürür . Bir gün Shmuel ‘ in babasını bulamadığını söyler Bruno ‘ ya ve Bruno da ona yardım etmek ister .

Bir gün Bruno tekrar evden kaçar ve tel örgülerin altını kazarak diğer tarafa geçer ve Shmuel ona kendi giydiği pijamadan getirir . Birlikte Shmuel ‘ in babasını aramak için Yahudi kampına girer . İki arkadaşın filmin sonunda yaşadıklarıysa İrlandalı yazar John Boyne’nun Nazi komutanı babaya verdiği çok acı bir ders niteliğinde. Yürek burkan, hayır hayır ne olur böyle bitmesin diye içinizden belki de yalvardığınız ve en nihayetinde gözünüzden birkaç damla yaşın akmasına engel olamadığınız bir hazin son.

BLACKHAWK

8.10 VAPURU.. – CEMAL SÜREYA

8.10 VAPURU

sesinde ne var biliyor musun
bir bahçenin ortası var
mavi ipek kış çiçeği
sigara içmek için
üst kata çıkıyorsun

sesinde ne var biliyor musun
uykusuz türkçe var
işinden memnun değilsin
bu kenti sevmiyorsun
bir adam gazetesini katlar

sesinde ne var biliyor musun
eski öpüşler var
banyonun buzlu camı
birkaç gün görünmedin
okul şarkıları var

sesinde ne var biliyor musun
ev dağınıklığı var
ikide bir elini başına götürüp
rüzgarda dağılan yalnızlığını
düzeltiyorsun.

sesinde ne var biliyor musun
söyleyemediğin sözcükler var
küçücük şeyler belki
ama günün bu saatinde
anıt gibi dururlar

sesinde ne var biliyor musun
söyleyemediğin sözcükler var..

CEMAL SÜREYA

White Dog – Beyaz Köpek 1982

Julié yolda giderken arabasıyla bir köpeğe çarpar ve onu veterinere götürerek iyileştirir . Veteriner bu köpeğin çok yaşlı bir alman çoban köpeği olduğunu söyler ve onu hayvan barınağına götürmesini söyler . Julié onu evine alır ve bir gece evine bir adam girer Julié ‘ ye tecavüz etmek isterken köpek Julié ‘ yi kurtarır . Bu olay Julié ‘ nin köpeği çok sevmesine ve ona bağlanmasına yol açar .

Ama büyük bir sorun vardır . Köpek eski sahibi tarafından zencilere karşı saldırmak için eğitilmiştir . Her gördüğü zenciye saldırmaktadır . Julié bu olayı çözmek için onu hayvanları eğiten bir yere götürür ve burada Keys ile tanışır . Keys bu işi gurur meselesi yapmıştır ve köpeği zencilere karşı bir ölüm makinası olmaması için eğitmeyi kabul eder .

Keys yaklaşık 5 haftalık bir eğitim uygulamaktadır köpeğe ve son deneme için Julié ‘ yi çağırır .  Son bir deneme yapacaklardır köpeğin iyişeşip iyileşmediğini görmek için . Sonunda ne mi oluyor ?  Orası Süpriz olsun kendinize  bir güzellik yapın bu filmi bir yerden bulup mutlaka izleyin . 1982 yapımı olan bu film bir çok ülkede gösterime girmemiş ve girdiği yerlerde bile çok az vizyonda kalmış . Film Romain Gary ‘ in romanından esinlenmiş . Bu güzel filmi bana veren sevgili Crockett ‘ e teşekkürlerimle …

BLACKHAWK

‘şirin.. şirin.. şirin..’ ‘şirin sinema..’

‘şöyleydi
su içen güvercinler gibi ürkektik , bakışıklıydık

bir de alkollere düşkündük ki kınanırdık , niye sanki

çünkü biz bilmez miydik alkol hiçbir zaman kurtuluş değildi

üstümüzde bir karabasandı yalnızca

yalnızca

bir anlayan olsa anlatırdık gözyaşını da

hem o zaman gözyaşı bile kınanırdı

hüzün de kınanırdı, yalnızlık da

ama çoğumuz bunları yazdı

şiirde , romanda , öyküde yazdı

örneğin roman güzelse biraz

o roman baştan sona bakımsızdı

ve her şey

bir yudum su içip başını yastığa koyan bir hasta gibi kaldı..’

EDİP CANSEVER

(fotoğraf : Crockett..)

‘son zamanlarda aylakadamız’da sinema ve yeni filmler hakkında yazı olmadığına dair sitemler alıyoruz.. bu konuda haklılar sitem eden dostlar ama film tanıtımı yapmak için boş vakit gerekiyor.. boş vakitlerde devamlı film izlemekle geçtiğinden tanıtıma fırsat bulamıyoruz.. günde ortalama üç dört film izliyorum.. sinemayla yatıp kalkıyorum.. hafta sonları izlediğim film sayısı bazen altı yedileri buluyor.. e doğal olarak vakit kalır mı film tanıtmaya bu kadar abartınca.. kalmıyor.. beyin bile isyan ediyor bu performansa.. ama işte  sinema , ‘sensizlik’ cehennemindeki benim birkaç ‘tutamağımdan’ en önemlisi.. 

vaktim yine az bu yüzden şimdi de fazla bir şey yazamayacağım ama yine de son dönemde izleyip de sizin de izlemenizi isteyeceğim filmlerin bazılarından bahsetmek istiyorum biraz..

ilk bahsedeceğim film pelin esmer’in yönettiği ‘11’e 10 kala’ filmi.. son zamanlarda izlediğim en iyi yerli yapımlardan birisi.. tabi izleyen herkesin aynı hazzı , zevki alacağını sanmıyorum.. filmde anlatılan kolleksiyoncu ‘mithat amca’nın hikayesi.. saatlerden kitaplara , gazetelerden dergilere kadar her türlü şeyin kolleksiyonunu yapan mithat amca’nın evi adeta bir antikacı , kitapçı karışımı kutsal bir mekan.. mithat amca’nın vefasız ve görgüsüz komşularına , akrabalarına karşı onurlu direnişini ve kendi dünyası içinde uğraşıp didinmesini anlatıyor film.. sanırım beş altı kez izledim.. filmi izlerken bir yandan duygulanırken bir yandan da o kadar huzur doluyorum ki anlatamam.. hiç sıkılmadım , her izleyişimde ayrı bir heyecanlandım.. başrollerde mithat esmer ve nejat işler’in olduğu bu filmde kapıcı ali rolünü oynayan nejat işler’in performansı da her zaman ki gibi mükemmeldi.. nejat işler’i ilk izlediğimden beri hiçbir zaman kötü bir oyunculuğuna rastlamadım.. bir torpil de söz konusu değil asi kişiliğinden dolayı.. en güçsüz senaryo da bile ön plana oyunculuğuyla hemen çıkıyor.. nedense yerli oyuncular arasında serdar orçin ve nejat işler’i her zaman en iyi oyuncular kabul ediyorum.. neyse konuyu yine dağıtıyorum sanki bu yüzden konumuza geri döneyim 11’e 10 kala izlenmesi gereken bir film kaçırmayın hemen edinin ve izleyin..

bahsedeceğim ikinci film ise onur ünlü’nün ‘beş şehir’ filmi.. onur ünlü de benim torpilli yönetmenlerim arasında.. ah muhsin ünlü olarak şairliği konusunda aynı şeyi söyleyemeyeceğim.. hele son mavi marmara katliamından sonra bir sitede yazdığı küfür dolu şiiri ona hiç yakıştıramadım.. her ne kadar kendisi ‘bir şiirimi yapacağım on iyi filme değiştirmem’ dese de filmleri birer başyapıt.. şiirleri konusundaki olumsuz düşüncelerime rağmen işte aynı onur ünlü’nün tüm filmleri gibi son filmi ‘beş şehir’ için ne yazsam azdır.. ustanın önünde saygıyla eğiliyorum.. usta döktürmüş yine.. beş şehir , her ne kadar ismi beş şehir olsa da bir polis , tezgahtarlık yapan bir öğrenci , bir seyyar oyuncak tren satıcısı , 11 yaşındaki bir çocuk ve bir öğretmenin üç ayrı şehir de geçen ama bir noktada kesişen beş insanın hayat hikayesini anlatıyor.. ha bir de filmimizin bir kedisi var ki onur ünlü’ye filmin bu kedisi konusunda ne kadar teşekkür etsek azdır.. her ne kadar bazı yönlerden aksamalar ve eksiklikler olsa da kedili sahneler filmin en bayıldığım kısımlarındandı.. filmin başrol oyuncularından bülent emin yarar her zaman ki büyük oyunculuğunu gösterirken , beste bereket , tansu biçer ve ahmet rıfat şungar’ın oyunculukları da üst düzeyde.. ama bence tansu biçer en öne çıkan oyuncu filmdeki.. antalya altın portakal film festivalinde en iyi senaryo ödülünü alan beş şehir kaçırılmayacak bir film ama beş acı hikayeye dayanamam derseniz izlemeyin derim.. onur ünlü usta’nın yeni filmlerini sabırsızlıkla bekliyoruz.. bu yazının repliği de bu filmden olsun :

‘şevket (ahmet rıfat şungar) : – belli..senin hiç şiir falan okuduğun yok..eğer okusaydın bilirdin ki aşk adamı sınanmaz…’

izlerseniz kendinize bir güzellik yapacağınız filmlerden birisi de tolstoy’un son zamanlarını anlatan yönetmen michael hoffman’ın ‘last station’ filmi.. christopher plummer tolstoy’u canlandırıyor.. tolstoy’un son zamanlarını nasıl geçirdiğini , çok sevdiği eşinden hangi şartlarda ve nasıl kaçtığını , çocukları ile ilişkilerini  yanında çalışan özel kalemi bulgakov’un gözünden anlatan bir film.. tolstoy’un eşini oynayan helen mirren döktürüyor oyunculuğuyla.. bir de benim kadrolu oyuncularımdan ‘paul giametti’nin performansı da çok güzel.. filmde tolstoy’un sağ kolu ‘vladimir chertkov’u canlandırıyor paul giametti.. tolstoy’un ölümünün halka açıklandığı sahne ‘camille claudel’ filminde victor hugo’nun ölümünün paris’te kulaktan kulağa yayıldığı anların anlatıldığı sahneler kadar etkileyiciydi..

sizlere izlemenizi önereceğim dördüncü film ise amelie’nin yönetmenliğini yapan ‘jean-pierre jeunet’in son filmi : ‘micmacs à tire-larigot’.. dany boon’un filmin ana karakteri ‘bazil’i oynadığı film hafif bir militarizm , silahlanma ve ırkçılık karşıtlığı içeriyor ama ileriye gidemiyor.. ‘bazil’in hayatında silahlardan yana hiç şansı yok.. kendisini yetim bırakan sonra büyüdüğünde yine kendisini ölüme yaklaştıran hep silahlar oluyor.. ama bazil’de sonunda şartel atıp , kayış kopuyor intikam almaya karar verdiği anda müthiş heyecan başlıyor.. iyilerin film boyunca kötülerin ödünü koparıp yüreklerine indiği , iyilerin kazandığı bir masal izlemek istiyorsanız kaçırmayın bu filmi.. eğlenceli , hayat dolu bir film.. ama sadece o kadar..

filmler ve sinemadan konu açılınca yazmak yazmak hep yazmak istiyorum.. ama şimdilik bu kadar yeterli sanırım çünkü neredeyse abbas kiarostami’nin ‘şirin’ filminden bahsedecektim.. ama anlatmaya başlarsam sayfalar dolusu yazarım.. abbas kiarostami yine bir şaheser film yaratmış : ‘şirin’..  ‘şirin’.. ‘şirin’.. ya arkadaş bu nedir ya.. tamam güzel bilirdim acem , iran kadınlarını ama filmin  ilk anlarından itibaren manyak etti beni kiarostami.. yaşlısından gencine ilk on dakika içinde onlarca iranlı kadın görünüyor filmde.. hepsine ayrı ayrı taptım.. iran’a mutlaka gitmek istiyordum , şimdi iran’a gitmek farz oldu , şart oldu.. yok böyle güzellik.. ha bu güzellerin arasında herkesin tanıdığı birisi de var iran’lı kadınlara eşlik eden : juliette binoche.. kimse kızmaz umarım fakat filmdeki iranlı kadınların eline su bile dökemez güzellik konusunda bu güzel oyuncu..

tamam tamam ‘bazil’ gibi bende de kayış koptu yine bitiriyorum dedim ama başka filme girdim yine.. burada bitiriyorum.. sonra uzun uzun bahsederim ‘şirin’den.. aklınızda bulunsun değişik bir film ‘şirin’.. bu ne ya diyebilirsiniz.. bazılarına değişik gelebilir tarzı sonra kızmayın.. ama eminim o güzellikler karşısında donup kalacaksınız ve kızmayı unutacaksınız bana..

şimdi intervention divine (yadon ilaheyya-kutsal direniş) filminin müzikleri arasında da olan ‘tango el amal’ı nour el houda söylüyor.. ‘tango el amal’ ve ben ‘seninleyim’ yine sana inat ‘İKİZİM’..  

gülüşünüzle kalın , filmsiz de kalmayın..’

Crockett..

‘İçinde Yaşamayı Seçtiğimiz Hapishaneler..’- DORIS LESSING

‘siyasi liderler , insanları harekete geçiren ve eski zamanlardan beri icra edilen numaraları becerikli bir biçimde kullanıyorlardı : shakespeare’in jülyus sezar’ına bakınız.. şimdi , tüm bunları daha da etkili hale getirecek uzanmaları da görevlendirdikleri bir aşamaya geçtik.. ama bunun panzehiri , bize karşı kullanılan bu numaraları bizim de açık bir toplumun içinde inceleyebilmemizdir.. elbette dallas’ı yada başka bir şeyi izlemek yerine onları incelemeyi seçersek..

dikkat çekmek istediğim nokta bize , bireyler , gruplar , kalabalıklar , güruhlar olarak kendimize dair ulaştırılan bilginin , bilinçli bir biçimde ve kasten uzmanlar tarafından kullanılmasıdır.. dünyadaki neredeyse bütün hükümetler vatandaşlarının idaresini ellerinde tutmak için bu uzmanları kullanır.. hükümetlerin araştırma sonuçlarını beyin yıkamak için kullandıklarını gözlemeye gün geçtikçe daha da muktedir olacağız ; ancak bunu istersek , onların kurbanları haline gelmeme kararlığında olursak..

bu arada , kendilerini iyiliğin , iyi niyetliliğin orduları olarak görmeyi seven bu insanların böyle araçları küçük görmesi de ilginç.. onların bu araçları kullanması gerektiğini söylemiyorum ; ama genellikle bunları araştırmayı bile reddediyorlar ; böylece onlar tarafından manipüle edilmeye açık hale geliyorlar.. bunu sınamak için , örneğin greenpeace’de , sosyalizmin çeşitli akımlarında yer alanlar ; nükleer savaşa karşı , yurttaşlık hakları için , tutuklu hakları için , işkencenin durdurulması , vs. için mücadele edenler gibi günümüzün iyi niyetli hareketlerinde yer alan bir dizi arkadaşımla bu konu hakkında konuşmaya çalıştım.. hepsi aynı şekilde tepki verdi : insan davranışlarını , bizim davranışlarımızı tarafsız bir biçimde , önceden tahmin edilmesi öğrenilebilir gibi incelemek gerici , ya da anti-özgürlükçü , ya da anti-demokratik bir şeymiş gibi , duygusal isteksiz , ve güvensiz bir tepki verdiler..

bize  karşı olanların böyle çekinceleri yok..

eğer kendi tanımlarına göre haklı , iyi ve doğru olduğundan emin ve kendilerine karşı olanlar kötüdür gibi tutumlara uygun olarak kendilerinden hoşnut bir grubun üyesiyseniz ; doğal olarak , araya bir mesafe koyarak nesnelliğe giden yolda gerekli olan bu adımları atmak zordur..

ama bu bazen thatcher’in son seçimi tüm bunları tama anlamıyla toparladı gibi geliyor : bir sahne amirinin yönetimi altında , gayet incelikli bir toplumsal reçeteye uygun olarak her hareketiyle ; çıkışı , girişi , gülüşü ve sözüyle sahnedeydi.. bu sırada michael foot yüce gönüllü ve hırçın bir biçimde , bir tren penceresini bilgi alamaya çalışan muhabirlerin yüzüne kapatıyordu..

hindistan’ın rajiv gandi’sinin , seçimleri milyonlarca insanın idolü olan bir film yıldızı dostunun yardımıyla kazandığını gördük.. sizin güneyinizde , yüzyılın en popüler başkanı bir film yıldızıdır – böyle söylendiğini duydum.. reagan’ın neden bu kadar başarılı olduğu tartışılırken , insanların ona oy vermesinin bir nedenin de , onun zaten bilet gişesinde seçimi kazanmış biri olabileceğinden hiç söz edilmediğini duydum ; bu yüzden çok güçlü bir gerçek dışılık hissine kapılmadım da değil..

gösteri aracılığıyla yönetmek.. her otoriter hükümet bunu gayet iyi anlar.. hitler’in , milyonlarca insanın histeriye tutulduğu kitlesel gösterilerini aklınıza getirin ya da dans eden güzel kızları , çiçekleri , şarkıları.. korku ve tehdidi bir arada kullanan sovyetler birliği’nin devasa askeri geçit törenlerini düşünün..’

‘hayatınızın birçok döneminde size baskılara karşı durmanın bir anlamı yokmuş , yeterince güçlü değilmişsiniz gibi gelecek..’

‘ancak size , bu kitlesel fikirleri , bu görünüşte karşı konulmaz baskıları nasıl sorgulayacağınız , kendiniz hakkında nasıl kafa yoracağınız ve kendinizi nasıl gerçekleştireceğiniz öğretilecek..’

‘size , fikirlerin ne kadar kısa ömürlü olabileceğini , görünüşte en karşı konulmaz ve ikna edici fikirlerin bir gecede nasıl tarihe karışabildiklerini görmeniz için tarihin nasıl okunulacağı öğretilecek.. size , insanların ve halkların gelişimini anlamanız için , insan türünün kendi kendini sorgulaması olan edebiyatı nasıl okuyacağınız öğretilecek.. edebiyat antropolojinin bir dalıdır , tarihin bir dalıdır ve biz bir fikri uzun vadeli insan hafızasının bakış açısına göre nasıl değerlendireceğiniz bilmenizi sağlayacağız.. çünkü edebiyat ve tarih , insan hafızasının , kayıtlı hafızanın birer dalıdır..’

‘kendi davranışlarınızı ve dostlarınızla anlaşmazlığa düşmek her zaman acı verici olacağı için – seni grup hayvanı seni- tüm hayatınız boyunca hem teselliniz hem düşmanınız , hem destekçiniz , hem de en büyük caydırıcınız olacak olan grup davranışlarını anlayabilmeniz için , bu derslere , bu yeni bilgi dalları , yani psikoloji , sosyoloji , vs. bilimleri eklenecek..’

‘size görünüşte ne kadar uyum göstermeniz gerektiğine bakılmadan – çünkü yaşayacağınız hayat genellikle uyumsuzluğun bedelini ölümle ödetir- kendi varlığınızı , kendi yargılama gücünüzü , kendi düşüncenizi derinlerde canlı tutmanız öğretilecek..’

İçinde Yaşamayı Seçtiğimiz Hapishaneler , DORIS LESSING , Çeviri : BERNA KURT , ÇİTLEMBİK Yayınları , 2003..

‘bizler içerideki kedileriz.. bizler tek başına yürüyemeyen kedileriz ve bizler için tek bir yer var..’ – WILLIAM S. BURROUGHS

‘daha sonraları atom bombasını yaptıkları ve sarı tehlike’nin üstüne atmakta tereddüt etmedikleri los alomos ranch okulunda , oğlanlar ağaç kütükleri ve kayalar üstünde oturup bir şeyler yerlerdi.. bayırın sonunda bir ırmak vardı.. kamp sorumlusu yüzünde bir politikacı edası olan bir güneyliydi.. kamp ateşinin etrafında bize sinsi ‘sax rohmer’in ırkçı çöplüğünden derlenmiş hikayeler anlatırdı – doğu kötüdür , batı iyi..

birdenbire , bir porsuk çocukların arasına fırlayıverdi – bunu neden yaptığını bilmiyorum ,çok şakacı , dosta ve deneyimsizdi , tıpkı ispanyollara meyve koparıp ikram eden ve sonra da elleri kesilen aztek kızılderilileri gibi.. bizim kamp sorumlusu hızla çantasına el atıp 1911 yapımı 45 kalibrelik otomatik tabancasını çıkardı ve porsuğa ateş etmeye başladı , iki metre uzaklıktan yaptığı her atışı ıskaladı.. en sonunda silahını porsuğa 10 santim mesafe kala tuttu ve ateşledi.. bu sefer porsuk bayırdan aşağı nehre yuvarlandı.. felakete uğramış hayvanı , onun büzülen üzgün yüzünü , bayırdan aşağı yuvarlanışını , kanlar içinde can verişini görebildim..

‘bir hayvan görürseniz , onu öldürün tamam mı.. çocuklardan birini ısırabilirdi..’

porsuk sadece sıçrayıp oynamak istemişti ve devlet malı bir 45’likle vuruldu.. ona dokunun.. onunla bütünleşin.. onu hissedin.. ve kendinize sorun , kimin hayatı daha değerli.. porsuğunki mi , yoksa bu kahrolası beyaz bok parçasının mı..

brion gysin’in dediği gibi ‘insan kötü bir hayvandır..’

‘televizyonda kocaayakla ilgili kısa bir belgesel.. northwest dağındaki arazilerde ayak izleri ve görüntüler.. bölge sakinleriyle görüşmeler..  karşınızda 150 kiloluk bir dişi mankafa :

‘sizce eğer hala yaşıyorlarsa bu yaratıklara ne yapılmalı..’

çirkin yüzünü koyu bir gölge kaplıyor , gözleri inançla parlıyor : ‘öldürün onları.. insanlara zarar verebilirler..’

‘aynı yaşlarda bir başka düş : tavan arasında gün ağarırken uyanığım ve tuğla evimin içinde gri adamların oynadığını görüyorum.. 1920 yapımı bir hızlı filmdeki gibi hızla hareket ediyorlar.. fıışt.. kayboluyorlar.. gri şafak ışığında sadece boş tuğla ev.. bu sekansta hareketsizim , sessiz bir tanık..

büyülü ortam yerle bir oluyor.. artık orman parkında yeşil ren geyiği yok.. melekler tüm kovukları terk ediyor , içinde tek boynuzlu atın , kocaayağın , yeşil ren geyiğinin bulunduğu ortam giderek azalıyor , tıpkı yağmur ormanlarında yaşayıp soluk alan diğer yaratıklar gibi.. ormanlar motellere , hiltonlara ve mcdonaldslara yer açmak için yok olurken tüm büyülü evren ölüyor..’

İÇERDEKİ KEDİ , WILLIAM S. BURROUGHS , Çeviri : FAHRİ ÖZ , NİHAN HATİPOĞLU , ALTIKIRKBEŞ Yayınları , Ağustos 1997..

HÜZÜNLÜ GEZİNTİ GÜVERTESİ.. – BİRHAN KESKİN

HÜZÜNLÜ GEZİNTİ GÜVERTESİ – II

yüzüm

hangi dağa baksam

içinde öfkelerinden habersiz

korkunç atlar gezdiren

bu sessiz , yıldızsız..

yüzüm

hangi yola çıksam

bu yetim avlusu , bu ateş

bu ağlamaklı şey..

HÜZÜNLÜ GEZİNTİ GÜVERTESİ – IV 

ben hangi kelimeye açsam ağzımı

ben hangi kelimeyi nereye koysam

bir sonbahar konaklar sesimde..

 

ben hangi kelimeyle girsem akşama

ben hangi kelimeyle nereye gitsem

yokluğunun renginde depremler düşer boynuma..

 

ben hangi yaprağın ince hüznüyüm

sen hangi sersem haydut..

BİRHAN KESKİN

Kim Bağışlayacak Beni , BİRHAN KESKİN , METİS Yayınları , Mart 2005..

‘ormana nasıl seslenirsen , o şekilde susar..’ – GEORG SIMMEL

BAHANE..

hayvanlarda benzeri görülmeyen , salt insana özgü olan bir davranış keşfetmeye çok çalışıldı.. oysa dil ve devlet , hatta ahlak ve sanatın bile gelişimlerinin ilk belirtilerini insan altı varoluşta bulmak mümkün.. ama bir noktada , insanla hayvan arasındaki mesafede en ufak bir azalma olmamışa benziyor.. bazı hayvanlar bir haksızlık yaptıklarını hayal meyal sezebilirler belki – ama hiçbir hayvan özür dilemez.. kabahati bir de başarıya dönüştüren bahane yalnızca insanın tinsel mülküdür ve en üstün hayvan bile buna cesaret edemezken , en alçak insanın beşiğine türünün vaftiz armağanı olarak konulur.. bu bana insan tininin en büyük hizmeti gibi geliyor.. dünyanın kütlesini yerinden oynatabilen arşimed’in kaldıracı nedir ki bunun yanında.. oysa bu noktada tüm ahlaki dünya devreye girer ; bahane sayesinde , ahlaki gerçekliği sınırsız irademizin biçimlerine sokabiliriz.. ve mistik olan , insan ruhuna özgü bu eylemin daha alt düzeylerde daha da gür ve arı bir biçimde yeşermesidir ; tin mirasından mahrum bırakılmışların anavatanıdır o ; derin bir iç adalet , insan ruhunun en benzersiz şeyini en sıradan olanlara layık görmüştür..

türümüze bahşedilen bu lütuf , bir seyahatnamede ayıdan geldiğine inanan bir kızılderili kabilesine rastladığımda aklıma geldi.. bu kabile her ayıya ataları diye saygı gösteriyor , onu kutsal sayıyor.. ama ne de olsa ayı eti lezzetlidir.. bu kutsal atayı öldürdüklerinde , ona kendi etinden bir kurban yemeği sunuyorlar ve şu konuşmayı yapıyorlar : ‘görüyorsun , çocuklarımız aç.. seni öyle seviyorlar ki , bedenlerine katmak istiyorlar.. büyük ayı için , çocukları tarafından yenmekten daha güzel bir şey olabilir mi..’

buraya kadar yazdıktan sonra metni bir arkadaşıma okudum.. o ise , hayvanların bahane bulamayacağını sanmanın insan kibrinin yine tipik bir örneği olduğunu ve bahanenin salt insana özgü olmayan kozmik bir gerçek olduğunu söyledi.. ama benim karşı argümanlarımı kabul etmek zorunda kalınca dedi ki : ‘ne yani , yavrularını yediği için suçlanan dişi aslanın ne dediğini kendi kulaklarımla duymadım mı : ‘bunu yaptım’ , dedi ‘çünkü ailem için yaşamak zorundayım..’

GEORG SIMMEL

BİR AŞK FELSEFESİNDEN FRAGMANLAR..

bölüm : 2

her ticari anlaşmada , bu anlaşmaya daha az önem veren taraf daha baştan avantajlıdır.. aynı paradoks aşkta da tekrarlanır.. her aşk ilişkisinde daha az seven tarafın ağırlığı daha fazladır ; şartlar öner sürebilir , öbürü ona mahkumdur , çünkü aşkına bağlılığından ötürü avantajlarını fark edemez , farkına vardıklarından da yararlanamaz.. evlilikte de yine aynı koşullar altında , daha az hisseden , ötekine hükmeder.. evlilikte olduğu kadar özgür ilişkilerde de genellikle erkeğin bu durumda olması , bana erkeklerin kadınlar üzerindeki ağırlığını açıklayacak önemli bir neden gibi geliyor.. yine de bütün bunlar adaletsiz sayılmaz.. çünkü aşkta daha derinden seven o kadar daha derin bir mutluluk duyar ki , varsın öbürü de hakim olma konusunda ve ilişkinin dış kenarında yer alan şeylerde ağır bassın..

bölüm : 3

birine olan aşkımızdan ötürü , en soylusundan en adisine , en zekicesinden en aptalcasına kadar yapamayacağımız şey yoktur – tek istisna şudur : onu sevmek , ona olan aşktan ötürü olamaz.. aşkı , insanın tüm özgeciliğinin kökü diye överler.. pekiyi , kökü olsun , ama meyvesi asla olamaz.. bir insanı asla salt kendinden ötürü sevemem  , zira o zaman onu daha sevmeden önce sevmiş olmam gerekirdi.. seni sevdiğim zaman bu aşk sana karşı ruhumu bencilliğin tüm izlerinden arındırıyor olabilir ; fakat seni sana olan aşkımdan ötürü  sevemem.. yoksa aşkın bencillikten kaynaklanan bu kökü – ki o yalnızca bencillikten kaynaklanabilir , eğer düşüncesi kendi etrafında dönüp durmayacaksa ve etkisi nedeni haline gelmeyecekse – aşkın bu kökü etkilerine ve meyvelerine de kök suyundan akıtıyor olmasın..

GEORG SIMMEL

‘Öncesizliğin Ve Sonrasızlığın Işığında An Resimleri – Felsefi Minyatürler..’ – GEORG SIMMEL , Çeviri : ALİ CAN TAŞPINAR , DOST Kitabevi Yayınları , Şubat 2000..

‘çaya , çorbaya , adaya , modaya limon..’ – ‘HALO DAYI’

‘kadehim doluysa boşaltan ben, kadehim boşsa dolduran yine ben..’

William IRISH (‘The Bride Wore Black’ – F. TRUFFAUT)

dünya kupası bitti sonunda ve o zulmeden ‘vuvuzela’ mıdır nedir adı o zımbırtının sesi kesildi.. yırttık yani.. o neydi öyle ya.. evde maç izlerken annem her gün gelip televizyonda arıza mı var diye sorup duruyordu.. bitti , bitti artık.. arı vızıltısı da değil , dünyadaki tüm arı kovanları sanki statlara doluşmuştu.. ayrıca o kafası her daim bizden güzel top ‘jabulani’den de kurtulduk.. serseri mayından beter düştü mü yere nereye gideceği belli değil.. kesin içi hava değil alkol doluydu , kafasını kırmışlardı jabulani denen topun..

fitbol afyondur , çağımızın mükemmel kafa buldurucusu , kafayı kaybettiricisidir.. hem de günah değildir bildiğim kadar hiçbir yerde.. bunları kabul ediyorum fakat bizim gibi kafası güzel arkadaşlara pek etkisi olmuyor eğlenmek , kafamızı boşaltmak dışında.. bu yüzden topluca maç izlemenin hastasıyız.. dün akşam final maçının sadece uzatmalarını izleyebildim çünkü ‘reis’ ve ‘serdar’la kafaları yumuşatıyorduk.. adam başı ikişer kasa birayı afiyetle tarihe ve mideye gömdük.. bu yüzden ziftlenmeyi bıraktığımızda ancak maçın uzatmalarına yetiştik..

final maçında ve turnuva boyunca gönlüm portakallardan yanaydı.. ama olmadı azgın boğalar ispanyollar aldı maçı son dakikada.. o biraz tesellimiz oldu.. ne de olsa ‘halo dayımızın’ dediği gibi ispanyollar da ‘arkadişimiz , hepsi arkidişimiz ve kanımız aynı yere akıyor..’ kanımız aynı yere akıyor derken futbolu afyon olarak kullanan ve 3f si (futbol fado fiesta , kimisi de 3s der , buna girmeyelim koparız , dağıtırız ) ile tüm faşistlerin taptığı ispanyol diktatörü franco’yla alakamız yok tabi.. dünkü maçtan hafızalarda kalacak olan sneijder’in gözyaşları ve iki şey daha : ispanyol ve hollandalı seyirciler yan yana , omuz omuza maçı izledi ve yan yana gülüp , ağladılar ve ikinci güzel şey ise ispanya kupayı aldıktan sonra sahaya inen ispanyol futbolcular kupayla sahaya indiklerinde iki sıraya ayrılmış hollandalı futbolcular hem ellerini sıktılar hem de alkışladırlar.. her şeyin top , başarı , futbol , skor olmadığını gösterdiler , herkese örnek olur umarım..

neyse bir dünya kupasını daha kapattık , halbuki daha dün gibi başlamıştı ve hiç bitmeyecek gibiydi.. uzun süre sohbetlere meze olur.. epeyi malzeme çıktı dünya kupasında.. mesela alın size ‘dayı’mızla ilgili yakın zamanda yaşanmış komik bir anekdot dünya kupasından..

‘dayı’ , ‘abidin dayı’ , ‘ciğerim’ , bir urfalı ahbabımız ve ben kadıköy’de yıllardır takıldığımız bir mekanda oturmuş dünya kupası maçı izleme ayağına ziftlenip içiyoruz.. maç ‘almanya-arjantin’ maçı.. ben ve ‘abidin dayı’ hariç herkes arjantin’i tutuyor.. che hayranı , che dövmeli , castro’nun yakın arkadaşı ve fahri kübalı maradona’ya rağmen nedense ben almanya’yı tutuyorum.. her zaman olan kılçıklığımdan değil ama.. o sırada mekanda var yirmi kişi , aralarında ‘abidin dayı’yla birlikte almanya’yı tutan iki kişiden biriyim.. benimkisi belki de alman oyuncu philip lahm’a olan ‘aşkımdandır’..

her neyse aşklara meşklere girmeyeyim , maçı almanya’nın baştan zaten kopardığı açıkça belli olunca ben televizyona arkamı dönüp urfalı ahbabımızla kadehleri bir ileri iki geri seri şekilde tokuşturup havadan sudan konuşurken baktım ‘dayı’ yerinde duramıyor , kıpır kıpır , spikerin her sesi yükselişinde ayağa fırlıyor ‘dayı’.. bir ara ‘dayı’ bana dönüp sırtıma sağlam bir yumruk indirip ‘arjantin bastırıyor , geliyor goller’ diyince arkamı döndüm televizyona baktım fakat yine almanya atak üstüne atak yapıyor.. gülümsedim.. o sırada ‘dayı’ öyle bir ‘yuh’ çekti ki döndüm baktım tekrar televizyona almanya yine yüzde yüzlük gol kaçırmış ama ‘dayı’ bir bağırıyor ki sormayın : ‘allah belanızı versin bu golü atamayacaksanız da almanya’yı nasıl yeneceksiniz.. al şu kazmayı oyundan maradona daha ne duruyorsun’ diyince yenilgiden dolayı sinirli olan herkes ve abidin dayı , ben gülmekten yıkıldık yerlere.. meğer dayı maçı takip etmeye başladığı andan itibaren almanya’yı , arjantin diye izliyormuş.. kaç dakika güldük bilmiyorum ama ‘dayı’ bize küfür edip yandaki kahveye kaçtı , bir iki el kağıt oynayıp ikinci yarının ortalarında çaktırmadan yanımıza geldi.. fakat maç bitene kadar maçla ilgili tepki vermedi.. ‘dayı’ sen bizim her şeyimizsin..

Crockett..