Archive for Mart, 2010

‘Biz başka çocuklar için endişe duyan çocuklarız..’ – RACHEL CORRIE

 

RACHEL CORRIE 1979 yılında ABD’de Washington’a bağlı Olympia kentinden doğdu.. Eğitimini bir devlet okulunda sürdüren CORRIE mezuniyetinden sonra yazar ve oyuncu olmak istiyordu..

RACHEL CORRIE eğitimine devam ettiği sıralarda dünyada , çevresinde olanlara duyarsız kalmıyor , aktif biçimde küresel , sosyal problemlerle ilgileniyor , etkinliklere katılıyordu.. Olympia Adalet ve Barış Hareketi’nin de bir üyesiydi..

Başını çevirip bana ne diyebileceği sorunları , çatışmaları , sefaleti , savaşları görmezden gelmedi , devamlı surette ezilenlerin yanında oldu..

Dünyanın diğer ucundan kalkıp Filistin’e geldi.. Filistin’de evleri İsrail buldozerleri tarafından yıkılan insanların , keksin nişancılarca vurulan çocukların yanında yer aldı.. İsrail buldozerlerine karşı kendisini siper eden RACHEL CORRIE dünyanın görmezden geldiği Filistin’de yaşanan drama sessiz kalmadı.. Açlığın , sefaletin kol gezdiği , barınma hakkının bile buldozerlerce yok edildiği ve yaşama hakkının yok sayıldığı her gün çocukların keskin nişancılarca vurulduğu Filistin’de RACHEL CORRIE tüm yaşanan bu acımasızlıklara karşı durdu ve elinden geldiğince dünyaya bu küçük ülkede yaşananları duyurmaya çalıştı..

Ancak 16 Mart 2003 günü Gazze’deki Refah Mülteci Kampı’ndaki bir doktorun evini yıkmak için gelen buldozerin karşısında durduğunda , buldozeri kullanan canavarın bu kadar soysuzlaşacağını düşünmemişti..

İsrailli buldozer sürücüsü psikopat 10 tonluk buldozeriyle , elinde sadece bir pankart olan RACHEL CORRIE’nin üzerine sürüp RACHEL’in o yiğit güzel insanın üzerinden iki kere geçerek RACHEL’i katlederek yok edeceğini sandı.. RACHEL’i arkadaşları hemen hastaneye götürdü ama tüm müdahalelere rağmen RACHEL kurtarılamadı..

RACHEL CORRIE de , CARLO GIULIANI gibi 23 yaşındaydı..

İnsanlık onurunun , vicdanının sesi olan RACHEL CORRIE korunaklı , sıcacık , konforlu evinden , binlerce kilometre uzaktaki ABD’den kalkıp açlığın , soğuğun , katliamların sürdüğü bu ülkeye koşarak gelmiş ve hiç korkmadan dimdik canavar buldozerlerin önünde vücudunu çekinmeden siper etti..

Yazılacak , söylenecek çok şey var ama sadece ve sadece yazıp konuşacağız ve tüm dünya bir araya gelsek RACHEL CORRIE kadar güzel , cesur bir yüreğe sahip olamayacağız..

RACHEL CORRIE’nin yazdıklarını , onun için yazılmış bence en güzel şiir olan KAMİL EŞFAK BERKİ’nin ‘RACHEL CORRIE’ şiirini ve onun için bestelenen ALMORA grubundan ‘RÜZGARIN KIZI’ şarkısını  müzik kutumuzdan dinleyerek yüzümüzü yere çevirerek utancımızı , hiçliğimizi gizleyelim.. Bu kadar yüreksiz olduğumuz için utanalım ve RACHEL CORRIE’den özür dileyelim ama ne fayda..

Crockett..

‘..Dün iki küçük çocuğunun ellerinden tutmuş olarak tankların ve bir nişancı kulesinin, buldozerlerin ve jiplerin önünde evini terk eden bir babayı seyrettim. Hepsinin birden vurulacaklarından endişe ettiğim için tankla onların arasında durdum. Bu her gün oluyor ancak bu babanın iki çocuğuyla öyle aşırı üzgün bir halde yürüyüp çıkışları beni çok etkiledi..’ – RACHEL CORRIE , 27.02.2003 tarihli mektubundan..

‘Biz başka çocuklar için endişe duyan çocuklarız..’

RACHEL CORRIE

RACHEL CORRIE

Yeni çocuklar gelecek

Dönüp geriye bakacaklar

Rachel Corrie’yi görecekler

Anne, bana Rachel’i anlat diyecekler

Anne ‘şey’ diyecek : ‘şey tatlım , biz babanla…’ diyecek

Çocuk , annesini süzecek…

Ve çocuk , diyecek :

-anne Rachel yaşıyor!..

Ben , Rachel’i bildim anne

Ben , Rachel’i sevdim anne

Rachel’in güzelliğini bir bilsen !..

Rachel’in bir yolun tam ortasında durduğunu bir bilsen !..

Ben çağrılıyorum anne

Bana içimde bir ses oluyor anne

BABA !.. İNSAN İNSANIN KURDUDUR DERDİN

İNSAN İNSANIN YURDUDUR DİYEBİLİRDİN BABA !..

Baba! İçimden bana bir çağrı oluyor

Kulak veriyorum insanın izzeti adına

Aşk işte böyle bir şey , sade ve yüce

Benzer Rachel’in yaptığı sürprize

RACHEL GEÇMİŞTE DEĞİL GELECEKTE KALDI

AŞKIN VE BARIŞIN DEĞERİNİ BİLECEKLERE

Aşkta hile olmaz dedi Rachel

Kanı toprağa aktı , çıktı Tanrı katına

O sütsüz ninnisiz nereye? demedi

Bir ruh annesi oldu Gazzeli çocuklara

Baba !.. Tanrı Ağacı bir yemiş daha verdi !..

Rachel elma dişlemeyi severdi

Büyüdü büyüdü büyüdü !…

Bir insan suyu kaldı buldozerle toprak arasında…

Varsın her şey geçsin anne !..

Toprakta bir kahraman kaldı…

Rachel şöyle yazmış ailesine , arkadaşlarına :

-gidip okyanusu görmeye hakkım var

Soluk soluğa çöllere koştu Rachel

Herkes için bir ölüm öldü Rachel

O’NDA

FAZLALIKLARINDAN KURTULMUŞLARIN BAKIŞI VAR

Dikildi işte yolun ortasında

Rüzgarları solduranların karşısına !..

Dikildi işte

Anne ! çekilmedi Rachel

ANNE ! BİR ZULME KARŞI DURMUŞ OLAN

BÜTÜN ZALİMLERE KARŞI DURMUŞ OLUR…

-şey tatlım biz babanla bu akşam restorana !..

Gidin anne ! toprakta bir porsiyon kahraman kaldı

RACHEL CORRIE GELECEKTE KALDI…

Kamil Eşfak Berki

“bu sabahtan sonra kendimi çok daha iyi hissediyorum. oturup uzun uzun, ne kadar büyük kötülüklere muktedir olduğumuzu ilk elden keşfedişimin verdiği düş kırıklığı üstüne yazdım. oysa en ağır koşullarda bile insan kalabilme gücü ve yeteneğini keşfetmekte olduğumu da yazmalıydım, ki bunu daha önce bilmezdim. GALİBA ASLOLAN, ONUR…” – RACHEL CORRIE

‘çoğumuz hatta aslında hiçbirimiz, bu kadar duyarlılığa ve cesarete sahip olmadık. içimizde hissettiğimiz acının peşinden gitmedik. durduk. sonuçlarına katlanamazdık çünkü. televizyondan seyretmesi daha kolaydı. gazetelerden okumak da öyle. oturduğumuz yerden bir şeyler karaladık en fazla. öfkelendik, kaleme/klavyeye davrandık… ha, şu anda ben de farklı bir şey mi yapıyorum? hayır… bu durumda seyircilerden biri miyim? evet… insan olmak, en çok böyle durumlarda acı geliyor işte. onurdan çok zulme yakın olup bu olanlara alıştığımız zaman… umursamamaya, gazetede görünce sayfa çevirip televizyonda denk gelince kanal değiştirmeye başladığımız an… orda ölenler biz olmadığımız için mi bu kadar rahatız? yoksa kanıksadığımız için mi? ölen her herde ölüyor, giden hiçbir yerde geri gelmiyor oysa…’ – RACHEL CORRIE

İYİ Kİ DOĞDUN CARLO GIULIANI !..

CARLO GIULIANI’nin bugün doğum günü..

14 Mart 1978’de Roma’da doğan CARLO hep aramızda , yanı başımızda ve CARLO sonsuza kadar hep 23 yaşında..

‘Pek demokrat , böyyük demokrat ülkelerden’ İtalya’nın Cenova kentinde 20.07.2001 tarihinde yapılan G8 Zirvesi’nin ilk gününde zirveyi protesto eden onbinler arasında bulunan CARLO GIULIANI şiddet karşıtı beyaz blok korteji içinde bulunmasına rağmen Alimonda Meydanında tüm dünyanın gözleri önünde İtalyan polisi tarafından hedef gözetilerek başından vurulmuş , bununla yetinmeyen ‘faşist pislik mussolini artığı canavarlar’ bir de kendisini vuran polisin bulunduğu ciple CARLO’yu ezerek kaçmışlardır..

‘Pek demokrat’ İtalyan devletinin ‘pek adil’ adalet sistemi tarafından yapılan yargılama sonucunda ‘uyarı amacıyla havaya ateş açan polisin kurşununun havada protesto göstericilerinin attıkları taşlardan birine çarpıp sekmesi sonucu direkt olmayan bir atışla CARLO’nun kafasına isabet ettiğine karar vermiş ve katil polis bir iki aylık bir cezayla kurtulmuştur’.. Şaka değil , hikaye değil , işte buna ‘adalet’ deniyor.. Bunların demokrasilerinden ve adalet sistemlerinden kan damlıyor.. 

Ama katiller ve katillerin hamileri CARLO’yu hiçbir zaman gerçekten yok edemediler , edemeyecekler de.. Bugün ve gelecekte G8 zirvesine katılan liderlerden , CARLO’yu öldürenlerden ve işbirlikçilerinden kimse övgüyle bahsetmeyecek ve şu anda olduğu gibi o zirveye katılanların hiçbirisi hatırlanmıyorlar , hatırlanmayacaklar , tarihin lağımlarına akıp kaybolup gidecekler..

Fakat CARLO’nun kalbi tüm dünya ezilenlerinin kalplerinde sonsuza kadar beraber atacak..

İYİ Kİ DOĞDUN , İYİ Kİ VARSIN CARLO , ÇOK YAŞA CARLO !

Crockett..

‘HİÇBİR ŞEYİN ŞARKISI’ndan..

Bir sokağın ortasında yatıyor
Yoldaşları kenti altüst ediyor
Carlo kalkıyor hesap soruyor
Güneş, güneş yine doğuyor…

Sabah oluyor , sabah oluyor.

Güneş, güneş yine doğuyor.

BANDİSTA

‘SONBAHAR’..

Filmin sonunda ‘..Her daim düşleri peşinde koşan sabırsızlık zamanının güzel çocuklarına..’ diyerek ‘sabırsızlık zamanının güzel çocuklarına’ filmi ithaf eden ve ‘aylakadamiz’in sonsuza kadar en iyi film olarak en üstte tutacağı SONBAHAR filmini yaratan ÖZCAN ALPER’e aylakadamiz’dan sonsuz sevgi ve saygılarımızla..

BLACKHAWK

BLACKHAWK‘tan ‘YUSUF’a..

(Fotoğraflar : BLACKHAWK..)

‘Ey benim yitip giden dinginliğim,
Huysuz gözlerim, taşkın duygu ırmağım.
Sakınır oldum şimdi dileklerimi bile,
Yaşantım benim, düşte mi gördüm seni yoksa?
Sanki ilk yazın tınlayan erkeninde
AKTIM GEÇTİM PEMBE BİR TAYLA DÖRTNALA..’

SERGEY YESENİN 

Günün Şarkısı : Karanfil.. -YENİ TÜRKÜ

Günün şarkısı YENİ TÜRKÜ’den : ‘KARANFİL’..

Bir yerlerden bana bakan ve her an yanında , her zaman arkasında olduğum halde beni görmeyene..

Müzik kutusundan ‘Karanfil’i benim için , onun için hatta kendiniz için bile dinleyebilirsiniz ey aylakadamiz ahalisi.. Crockett

KARANFİL

karanfiller açıyordu, o zamanlar gözlerinde
bir baksam kül olurdum yüzüne
başın alıp gittiğinde yağmurlar küstü bana
bir daha yağmadılar coşkuyla

bir karanfil, yağsa yağmur büyülense yeniden dünya

gün olup da geleceksen usul usul gün yağarken
gözlerinde karanfiller açacaklar tutuşup yine..

Söz : Meral Özbek

Müzik : Derya Köroğlu

‘DAYI’ ile yolculuklar-1 : ‘Müdürüm mutlu musun benimle ?..’

‘Müdürüm mutlu musun benimle ?..’

 ‘..hakiki gezginler ise gitmek için gidenlerdir..’ – Baudelaire 

‘Dayı’yla yine yollardayım.. Sabah erkenden yola koyulduk , İstanbul çoktan arkamızda kaldı.. Yine kurtulduk ‘cehennemimizden’..

Hava rüzgarlı ve çok soğuk.. Gökyüzü kapkara , arabanın silecekleri camı temizlemek için çırpınıyor ama yağmurun hızına yetişemiyor.. Deniz de coşmuş , yol boyunca dalgalar kıyıyı büyük bir hınçla dövüyor ve yetmiş iki yaşındaki ‘Dayı’ hiç anlamadığı müziğin sesini biraz daha açıyor ve neşesi havanın kötülüğüne inat biraz daha artıyor , ‘child in time’ a neredeyse eşlik edecek..

Araba kendi kendine ilerliyor büyük bir hızla.. Çoğu zaman benim arabayı değil de arabanın beni ‘kullandığını’ hissederim.. Adeta ‘kutsal bir bütünleşme’.. Yol ve yolculuk hayatımın temel taşları.. Hayat bir yolculuk ve ben bu yolculuğun içinde sayısız yolculuklar yapıyorum hemen hepsi amaçsız.. Ama hep bir yerlere yetişmek ister gibiyim ; hep telaşlıyım sanki bir kimseye , bir yere geç kalacakmışım.. Oysa kendime , düşüncelerime bile yetişemiyorum.. 

‘Dayı’ kemikleşmiş ‘yol ve araba korkusundan’ ayrıca ‘Kadıköy dışına çıkma sendromundan’ kurtulmak için ve benim direksiyon başında uyumamamdan çekinerek sayısız anısını sıkmadan , sıkılmadan , gülerek , ağlayarak anlatıyor , sürekli konuşuyor ve arada : ‘müdürüm uykun yok değil mi , aman uyku çökerse çek kenara biraz hava alırız sonra devam ederiz acelemiz yok müdürüm..’ diyor.. Komik adam ‘Dayı’ ama acı şeyleri de yumuşakça enjekte ediyor kalbinize.. Evet yetişecek bir yerimiz , kimsemiz yok ‘Dayı’.. Ama sen de mi ‘Dayı’ , sen de mi bunu hatırlatma görevini aldın bir yerlerden.. ‘Dayı’ya kızamıyorum çünkü dünya da kızamadığım beş , altı insandan birisi..

‘Müdürüm çok uzadı bu yol’ diyor her zaman ki gibi ‘Dayı’.. ‘Dayı’nın en uzun yolculukları on beş dakikayı geçmez , sevmez uzun yolculukları , sıkılır hemen.. Bir koltuğa hapsolmaktan nefret eder.. Şehirlerarası yolculuklar günler öncesinden düşünülmeye başlanan birer ‘işkencedir’.. Hele otel odaları ‘işkencenin’ en üst seviyesidir.. Neyse ki bugün ‘otel odası’ seansı yok bu yüzden biraz rahat.. Ama daha yolculuğun başında ‘ne zaman döneriz’ diye sormuştu işte şimdi de ‘ne zaman döneriz’ diye soruyor..

‘Dayı’nın gözleri bir ben de , bir yol kenarındaki  tabelalarda.. Yalvarır gibi bakıyor yaklaşan her tabelaya ve gördüğü her tabeladaki kilometrenin doğru olup olmadığını yine bana onaylatıyor.. Ben de oyalanmadan hemen tasdik ediyorum gördüğü rakamı.. Benim için kısadan da kısa bir yolculuk olmasına rağmen ‘Dayı’ için günlerce anlatılacak bir seyahat bu..

‘Dayı’nın işkencesini kısaltmak için gaz pedalına çaktırmadan basıyorum yüzlerden , yüz seksenlere çıkıyoruz..

‘Dayı’nın anıları eşliğinde varıyoruz deniz kenarındaki bugünkü durağımıza.. Rüzgar burada daha da şiddetli , dalgalar yolu tehdit ediyor ve şehir sanki salgın bir hastalık ya da bombardıman tehlikesi altındaymış gibi bomboş , bir tek insan bile yok sokaklarda.. Şaşkınlık içindeyiz.. ‘Dayı’nın ilk yorumu ‘müdürüm bu ne ya , ölü toprağı serpilmiş gibi , korktum..’ diyor.. Tanımadığımız şehrin sokaklarında kayboluyoruz ama hala bir insanoğluna rastlamadık bunun sıkıntısı hemen ‘Dayı’nın diline vuruyor : ‘rastlayacağımız ilk insanın yanında dur öpeceğim..’ diyor.. Gülüyoruz..  

‘Dayı’ya soruyorum ‘saatin yaklaştı Dayı , önce yemek mi , iş mi ?’ diyorum.. İş dediğim iş olsa keşke : ‘her zaman kendimize kendimizi unutmak için yarattığımız saçma sapan gereksiz bir işin’ peşindeyiz yine..

‘Dayı’ cevap veriyor : ‘hayır’.. Neye ‘hayır’ , anlayabilmeniz için ‘Dayı’nın kafasında ‘günün senaryosunu’ kurmasını beklemeniz lazım.. Çünkü yol boyunca ‘varacağımızdan’ emin olmadığı için ve devamlı bir şeyler anlattığı için bu kısmı hiç düşünmemiştir.. ‘Saatimiz kaç’ diye soruyor.. ‘Bire beş var’ cevabını alınca ‘önce iş’ diyor ‘gidelim beş dakika da işimizi halledelim sonra bir iki lokma bir şeyler yeriz’ diyor.. ‘Dayı’mızın ‘bir iki lokma bir şeyler yeriz’ demesi şudur ki uzun ve neşeli bir yeme , içme süreci bizi bekliyor..

Şehirdeki ilk insana rastlıyoruz , bir balıkçı teknesinin üzerinde rüzgarla , dalgalarla çalkalanan teknesiyle cebelleşerek ağlarını tamire çalışıyor.. Fakat ‘Dayı’ öpmüyor ona ilk rastlayacağımız insanı öpme sözünü hatırlatınca ‘s…r et , döver bu ayı bizi’ diyor , gülüyoruz..

Şans eseri işimizin olduğu devlet kurumunu hemen buluyoruz ama taşranın yavaşlığı burada da taş koyuyor işimize.. Binada in cin top oynuyor.. Ana kapı hariç çaldığımız tüm kapılar kapalı , tüm binayı söksek götürsek kimse bilmez çünkü bir kişi bile yok binada öylesine de korunaksız.. Herkes yemekte anlaşılan..

‘Dayı’ kızıyor , en nazik küfürlerinden birisini sallayıp ‘yürü müdürüm , bir iki lokma yiyelim’ diyor.. Benim bilmediğim ama ‘Dayı’nın bir iki kere geldiği bu şehirde ‘en güzel balık yapan’ yere değil de her zaman ki gibi ‘en güzel rakı içilen’ mekana doğru yol alıyoruz.. ‘Dayı’nın hisleriyle daha önce içtiği mekanlardan birine ilerliyoruz.. Ama ben kumar oynayarak gösterdiği mekana değil de yanındaki mekana yöneliyorum.. Diğer mekan çok kalabalık , yani kısacası ‘Dayı’yla bana göre değil.. Herkesten özenle kaçıp saklanmayı başarabilen bir ‘çiftiz’. Girdiğimiz balık lokantası ürkütüyor beni , bomboş ama beş yıldızlı bir lüks mekan..

‘Dayı’ hemen şef garsona girer girmez uyarıyı çakıyor : ‘Şefim nerelisin..’ , beni bir gülme alıyor.. ‘Dayı’nın ‘olta sorusu’ bu.. ‘Nerelisin’ diye sordu mu alacağı cevap ne olursa olsun verilecek cevaptan en karlı çıkan hep ‘Dayı’ olur.. Şef tuzağa düşüyor : ‘Ordu , Akkuş’luyum’ diyor.. ‘Dayı’ hemen atlıyor ‘Oo ! hemşerim’ diyerek Akkuş’lu şefe sarılıyor ve bombayı patlatıyor ‘Vayy koca Akkuşlu ben de Ordu , Mesudiyeliyim..’ Ben makaraları koyuvermemek için masaların en güzeline yöneliyorum , her açıdan denizi gören masalardan birine yığılıyorum..

‘Dayı’ şefle muhabbeti koyulaştırırken eliyle beni işaret ediyor ‘yeğenim’ , ‘savcı’ , ‘iyi hizmet edin’ lafları kulağıma çalınıyor.. Artık dayanamıyorum kahkahaları atıyorum.. ‘Dayı’ masaya geliyor , fırçayı çekmeye başlıyorum ‘Dayı’ ne yaptın ,  ne savcısı yahu’ diyorum.. ‘Siktir et , hepsi arkadaşimiz yeaau’ diyor ve ‘Akkuşlu , koca oğlan neredesin , gel’ diye mutfağa sesleniyor..

Akkuşlu koşarak geliyor eğilip bükülüyor , hazır ola geçiyor.. Masaya gülerek yığılıyorum.. ‘Dayı’ hemen klasik pazarlığına başlıyor.. ‘Akkuşlu , bak en baştan söyleyeyim , sayın savcımla burada oturduk ama peşin söyleyeyim sigara içemezsem içeride kalkar giderim oturmam , bu yaşlı adamı bu soğukta dışarıya çıkartmayacaksın değil mi’ diye soruyor ‘Dayı’.. Akkuşlu ‘ne demek efendim’ demesiyle bir küllüğü yoktan var edip ‘Dayı’nın yanındaki sandalyeye koyuyor.. Küllüğü koyarken ‘Dayı’ Akkuşlunun sırtını sıvazlayıp ‘aferin evladım’ diyor ve siparişe girişiyor hani ‘bir iki lokma bir şeyler’ yiyeceğiz ya , siparişin verilmesi yalnızca on dakika sürüyor ve şöyle başlıyor : ‘ şimdi evladım bak öncelikle bir otuz beşlik tekirdağ rakı acil gelecek buzla beraber , sayın savcım prensiplidir araba kullanırken içmez ben içeceğim ona rakı servisi açma , sonra bir kalamar tava , bir karides güveç , bir salata , bir deniz börülcesi , bir ahtapot salatası , bir patlıcan közleme..’

‘Dayı’ , ‘bir iki lokma yiyeceğimiz’ yemekleri sayarken ben denize dalıyorum kabarıp gelen dalgalara bakıyorum.. Hüzün dalgalarla gelip kalbime çöküyor ve çok yorulduğumu hissediyorum birden.. Yaklaşık yedi aydır yaşamıyorum , yaşar gibi yapıyorum ve elli gündür de çok kötü hastayım , bir türlü düzelemiyorum.. Kullanmadığım ilaç kalmadı ama ben hala hastayım.. Her güne daha da hasta kalkıyorum , vücudum tamamen benden kurtulmak istiyor sanki , kaldıramıyor artık ‘sürüdüğüm’ bu hayatı , nefes almaktan sıkılmış bu insandan vücudum da bıkmış..

Dalgalara bakarken dalmış olduğum yerden ‘Dayı’nın ‘Allah Allah , müdürrrrrrrr’ diye bağırmasıyla irkilip masaya geri dönüyorum.. ‘Ne oldu ‘Dayı’’ diyorum.. ‘Dayı’ cep telefonuna bakarak ‘Ya Müdürüm anlamadım bu işi , sabahtan beri yanındayım farkında mısın telefonum hiç çalmadı kimse aramıyor ya , affedersin umumhane telefonu gibi olan telefon hiç çalmıyor , iş sahipleri ya da tanıdıklarım neden aramıyor Allah Allah , küstü mü herkes bana’ diyerek hayıflanıyor.. Ben daldığım hüzün dalgalarından kocaman bir kahkaha atarak ‘Dayı’nın endişesine neşeyle atlıyorum..

‘Ya gülme Allah aşkına ya , lütfen benim telefonu bir çaldır , acaba telefon mu bozuk’ diyor.. ben neşeyle iki aydır kapalı olan telefonlarımdan birisini açarak ‘Dayı’nın telefonunu arıyorum.. Telefon çalar çalmaz ‘Dayı’ neşeleniyor , gülümseyip ‘neyse dünyayla bağlantım sağlammış müdürüm..’ diyor..

Rakı , mezeler sofrayı donatmaya başlıyor yavaş yavaş ve ‘Dayı’ domuz sıkısı olarak koyduğum ilk rakı kadehinden sıkı bir ilk yudumu koklayarak , gülümseyerek alıyor ve ‘Ohhhh be..’ diyor ve ardından neşeyle en klasik , en sevimli sorularından birisini soruyor ‘Müdürüm mutlu musun benimle..’ Cevap olarak gülümsemem yetiyor kendisine.. Yemeğe dalıyoruz ama ‘Dayı’ bir yandan anlatmaya da devam ediyor..

Geçmişte bu tip sofralardan kalkıp iş yapmaya gitmek beni ürkütürdü , rakı ve yemek kokusuyla insanlarla , resmi dairelerdeki çalışanlarla muhatap olmak iletişime geçmek korkuturdu.. Ama ‘Dayı’yla yıllarca teşrik-i mesai yapınca her şey olağanlaşıyor..

‘Dayı’ ikinci dublesinde kıvama gelip yineleyerek : ‘Müdürüm mutlu musun ?  Hele Ciğerimi bir ara be , soframızı , ortamımızı anlat’ diyor o arada da Akkuşluya bağırıyor ‘evladım balıklar nerede kaldı , geç kaldık..’

Balıklar gelirken ‘Dayı’ şişenin dibine yetişmeye çalışarak bana dalga geçerek ‘müdürüm senin araba kullanırken içmeme prensibine hayranım’ diyor.. ‘Geç dalganı’ diyerek gülümsüyorum..

Yemek faslı biterken akkuşluya bir daha bağırıyor  ‘hesabı münasip bir kalemle yap da getir , fazla geçirme hesabı bize , kontrol edeceğim ha evladım’ diyor , Akkuşluyla ben gülme krizine giriyoruz.. ‘Dayı’ kıvama gelmiş ve biz şimdi sarımsak ve rakı kokusuyla hakimlerin , memurların , müdürlerin yanına gideceğiz ama umurumuzda değil , tüm bunlar onların problemleri.. ‘Rakı ve sarımsak kokusu sağlıklı , zeki bireylerin işareti’ der hep ‘Dayı’.. Akkuşlu hesabı hangi münasip kalemle yaptıysa getirip ‘Dayı’nın önüne çekinerek koyuyor ama tüm eğilip bükülmesine rağmen ‘Dayı’dan fırçayı yiyor : ‘Evladım getiriyorsun bari oku hesabı , ben hem yaşlıyım hem sarhoşum nasıl göreceğim’ diyor , Akkuşlu özür dileyerek sanki bir suç işlemiş gibi hesabı söylüyor.. ‘Dayı’ tamam diyerek parayı hesap kutusuna koyup şefe uzatıyor..

‘Dayı’ ayaklanıyor , ayaklanınca peşinden yetişmek için topuklamanız lazım çünkü otuz beşlik rakı dopingini aldı ‘Dayı’.. Mekandan çıkarken ‘Dayı’ , Akkuşlunun uzattığı kolonya şişesini elinden kaparak kolonyayla adeta yıkanıyor , içtiği alkole deri yoluyla da destek veriyor böylece..

Ve kapıda ‘Dayı’  rakı mesaisine şimdilik ara verirken repliğini tekrar ediyor şefe ‘Akkuşlu uzaktan yakından kimseye , sağa sola borcumuz yok değil mi biz kaçıyoruz ona göre..’

Beş dakika sonra rakı , balık , sarımsak kokularıyla resmi kurumun kapısını adeta kırarak giriyoruz.. İçeride bu sefer insan dolu ama sessiz yine , biz bu sessizlikten korkar gibi gülerek ve yüksek sesle konuşarak odaları ziyarete başlıyoruz..

Taşranın o saçma sapan yavaşlığı içinde ve memurların işi yokuşa sürmek için saçma sapan elli takla atmasına rağmen işin sonuna geliyoruz.. Cehennemimiz İstanbul’da on dakikada bitireceğimiz işi on binlik bu ilçede iki buçuk saatte ancak bitirtiyorlar bize.. Ama son durak mal müdürlüğü.. ‘Dayı’ kafada otuz beşlik rakı ve memurlardan yüklendiği elektrikle hışımla müdürün odasına dalıyor hemen , selam çakıyor , kısa bir izahattan sonra olta sorusunu şöyle soruyor : ‘iyi günler müdürüm , bir maruzatım olacaktı , şöyle bir yazı getirdik mahkemeden , bu arada müdürüm memleket neresi..’ Mal müdürü oltaya takılıyor tabi ki ‘Bolu merkez’ diyor önce yüz vermeyerek.. ‘Dayı’ bana göz kırparak oltayı sertçe kendine doğru çekiyor balık kaçmasın maksat ve müdüre ‘Aa ! Müdürüm ne tesadüf ben de Bolu Mengen’liyim diyor birazdan kimliğini müdürün isteyebileceğini umursamayarak.. Kahkahalarımı içime gömerek kendimi binanın dışına atıyorum.. Dışarıda rüzgar ve yağmurun altında kahkahalarla gülüyorum.. Dönüp binanın içine bakıyorum cam kapıdan , müdür telaşla önde ‘Dayı’ arkada odalar arasında mekik dokuyorlar..

‘Dayı’ beş dakika sonra ağzında sigara resmi kurumdan keyifle çıkıp sigarasını yakıyor ve ‘nasıl da hallettim işi hemen..’ diyor.. Güle güle ve rüzgarla cebelleşerek arabaya yetişiyoruz.. Arabadaki ilk sözü ‘çok sahtekarım değil mi’ diyor.. Sadece gülümsüyorum ve içimden keşke dünyadaki tüm sahtekarlar senin gibi olsa diyorum..

Deniz kıyısındaki küçük ilçeden kaçarcasına çıkıyoruz.. Fakat ‘Dayı’ bu kez beş dakika geçmeden ‘Müdürüm acıkmadın mı bir şeyler yiyelim iki lokma , sonra devam edelim’ diyor ben ona ters ters bakıp gülümseyerek gazı köklüyorum..

Direksiyon başında uyumamam için ‘Dayı’ yine anılarının deryasına teknemizi batırıyor ama bilmiyor ki ‘müdürünün’ ilacı yollar , ‘müdürünün’ kendisini unuttuğu tek yer yollar ve yollar da hiç uyumaz..

O sırada aklıma bir şey takılıyor , ufak bir hesap kitap işi yapıyorum sonra ‘Dayı’ya soruyorum ‘Halo , bugünkü işten kaç lira kazanacaksın’ hemen cevabı veriyor ‘700-Lira evladım Allah bereket versin..’ İkimiz yine kahkahaları koyuveriyoruz benim ‘Ee , ne anladık bu işten , iş yapmaya geldik 450-lira masraf yaptın’ sorumla..

Dünyada parayla işi olmayan iki aylağız.. Bizim amacımız iş yapmak değil ki , amaç kendimizi bir gün bile olsa cehennemlerimizden dışarı atabilmek..  

Güneş batarken , kendimize gülerek , kendimizle ve hayatla dalga geçerek , kimselere bulaşmamaya çalışarak ‘Dayı’yla yeni maceralara doğru yol alıyoruz..

‘yolcu yol yoktur , yolu sen yaparsın..’ – Antoni Maçau

CROCKETT , aylakadamiz

ÖLÜ KELEBEKLERİN DANSI.. – Hüsnü Arkan

..Bazen bir şeyin , bir kimsenin yokluğunu duyunca bir acı saplanır ya böğrünüze , dün kitaplara dalmışken aynı şeyi hissettim birden.. Hüsnü Arkan’ın Metis’ten çıkmış ve şu anda baskısı olmayan ‘Ölü Kelebeklerin Dansı’ kitabını aradı gözlerim odalara yığılmış kitapların , kitaplıkların arasında.. Ama yok yok yok.. Savaşta kolunu , bacağını kaybetmiş bir hiç gibiydim adeta.. Baskısı olmayan bu kitabı hangi ‘salaklığımla’ vermiştim onu düşünmeye çalıştım.. Hatırladım , ‘bir arkadaşın arkadaşı’ kitap hakkında çok bahsettiği kız arkadaşına kitabı okutmak istiyordu.. Ben de boş bulunu , o anda hangi kafayı yaşıyorsam vermişim kitabı.. Kitap gidiş o gidiş , bir daha geri gelmedi.. Hüsnü Arkan’ı her dinlediğimde kitabı hatırlıyordum ; acısı , yokluğu çöküyordu üzerime.. Kitabı verdiğim arkadaşın arkadaşını da , arkadaşı da bir daha hiç görmedim.. Görmek de istemem , görürsem acılarımı , hissettiklerimi suratlarına haykıracağım..

Baskısı olmayan kitaplarınızı kimseye vermeyin arkadaşlar , okumak isteyenlere de yanınızda okutun kitapları ne derlerse desinler.. Kitaplar , kitabı sahiplenme , bir kitaplık oluşturma bilincini herkes bilmiyor , anlamıyor , hissetmiyor ama buna sahip olanlara saygı duyun lütfen..

Güzel insan Hüsnü Arkan’ı herkes Ezginin Günlüğü’nden bilir muhakkak.. Ama çoğu kişi onun yazar kimliğini bilmez.. Romanları ve şiirleriyle benim vazgeçemeyeceğim yazarlardandır kendisi.. ‘Ölü Kelebeklerin Dansı’ (1998-Metis) , ‘Menekşeler Atlar ve Oburlar’ ( 2001) , ‘Uzun Bir Yolculuğun Bittiği Yer’ (2005) adlı üç romanı , ‘Hiçe doğru’ (2005) şiir kitabı var Hüsnü Arkan’ın..

‘Ölü Kelebeklerin Dansı’ gördüğünüz her kitapçıda (kitapçılarda bulursanız ben kendim size ekstra üç kitap hediye edeceğim , müracaat : aylakadamiz , crockett ) ve sahafta vakit geçirilmeden kapılacak kitaplardandır.. Kaçırmayın , gördüğünüz yerde üzerine atlayın ve parasını öderken okumaya başlayın.. ‘Ölü Kelebeklerin Dansı’nın yeni baskısını kim ve ne zaman yapacak bilmiyorum ama yapacak olan yayınevi büyük övgü alacak okurlara tekrar bu fırsatı sağladığı için fakat benim bildiğim Metis tekrar basıksını yapar bu kitabın. He ya yapar yeni baskıyı Metis , ben şahsımda 100 adet satışına kefilim , kendim yaparım 100 adet satışını , garanti veriyorum.. Zaten günümüzde kitap baskıları 1.000-2.000 arası dolaşıyor maalesef..

‘Ölü Kelebeklerin Dansı’nı gördüğünüz yerde kaçırmayın okuyun , edinebiliyorsanız da hemen alın aylakadamiz ahalisi..

 

Crockett , aylakadamiz..

(Müzik kutusundan Hüsnü Arkan’ın ‘Bir Yalnızlık Ezgisi’ albümünden  ‘Turnalar Nereye Uçar’ı dinleyebilirsiniz , tabi REİS şarkıyı eklemişse..) 

Kitap Künye :

 

Ölü Kelebeklerin Dansı – Hüsnü Arkan , Metis Kitap

144 sayfa..

Kapak Fotoğrafı : Chriss Moore

Kapak Tasarım : Semih Sökmen

İlk Basım (Tek Basım) : Ekim 1998

 Kitaptan Tadımlık : 

       ‘Öldüm ve Tanrı burada da yok! Ne yapabilirim?
       Ölümden sonra da bir hayat var mı? Binlerce yıldır tüm dinler ve felsefi sistemler bu soruya cevap arıyor. Ama daha dehşet verici bir soru sormak mümkün: Ya ölümden sonra bir hayat varsa ve tıpkı bu hayata benziyorsa, aynı sıkıntıları, aynı anlamsızlık duygusunu, aynı çaresizlikleri tekrar tekrar yaşıyorsak?
       Ya ceza ve ödül yoksa?
       Ya bize kalacak olan puslu bir belirsizlikse yalnızca?
       ‘Düşünde kendini bir kelebek olarak gören biri bir kez uyandıktan sonra, bir kelebek olmadığından ve artık düşünde kendini bir insan olarak görmediğinden hiçbir zaman emin olamaz.’
 

“On Altıncı Gün”,

‘İnsan ölünce sesi ateşe, soluğu rüzgâra, aklı aya, özü etere, saçı otlara karışır. Peki insanın kendisi nerde? Elini ver dostum, bu sırrı ancak sana açıklayabilirim.’
– Upanişadlar

 

‘Rab kendi kavminden razıdır.
Hor görülenleri kurtuluşla güzelleştirir.
İnananlar izzet içinde sevinçle coşsunlar
Yataklarında sevinçle mırıldansınlar
Rabbin tekbirleri ağızlarında
Ve ellerinde iki ağızlı kılıçları
Milletlerden öç alsınlar
Ve ümmetleri tedip etsinler
Krallarını zincirlerle bağlasınlar
İleri gelenlerini demir bukağılarla
Ta ki, yazılmış olan hükmü
Onlara karşı yürütsünler.’
– Mezmur

 

Bugün ölümümün on altıncı günü. 26 Nisan 2018…
       Ölümümün on altıncı gününde anılarımı yazmaya karar verdim ben.
       Öldükten sonra karşılaştığım insanlar, anılar evinde gezinmenin bir ölüye hiçbir yarar sağlamayacağını söyledilerse de onlara inanmadım.
       Önce Doktor Sematyen gördü beni. Elimde bir defterle bir kalem vardı, yazacaklarıma başlamak üzere odama gidiyordum.
       “Nereye böyle?” dedi.
       “Hiç,” dedim, “yaşadıklarımı yazmaya gidiyorum.”
       Meğer, bir ölünün anılarını yazması görülmemiş bir şeymiş, hatta saçmalıkmış.
       Bugün öğleden sonra, Doktor Sematyen’le birlikte kaldığımız eve, yani Doktor Sematyen’in evine, genç bir papaz geldi. Söylememe gerek yok, o da bir ölü… Anılarımı yazacağımı duyunca heyecanlandı ve şöyle dedi:
       “Bu konuda Tanrı’nın kesin bir yasak koymuş olduğunu sanıyorum.”
       Bu yasağın hem kesin hem de sanılabilir bir şey oluşunu anlayamadığımı söyledim ona. O zaman Doktor Sematyen araya girdi.
       “Din adamları kutsal kitapların diliyle konuşmaya bayılır,” diyerek durumu açıklamaya çalıştı.
       Aslında ikisinin de kötü niyetli olmadıklarını biliyorum. Acı çekmemi istemiyorlar, hepsi bu. Ölmüş olduğumu hâlâ kabullenemediğimi düşünüyorlar, belki de depresyona girmemden korkuyorlar.
       Oysa yanılıyorlar. Ben anılarımı yazmaya, ölmüş olduğumu, kesin olmasa da şöyle ya da böyle kabul etme noktasına geldiğim bir anda karar verdim. Bu nedenle, yazacaklarım herhalde bir tür kabul bildirgesi olacak. Ya da hiçbir şey olmayacak, ne bileyim? Hayatıma ve ölümüme ait her şeyi anladığım gün yırtıp atacağım belki onları..
       Doktor Sematyen’le daha önce de konuştuk bu konuyu. Yazmamam gerektiğini daha önce de söyledi bana. Bugüne dek onun öğütlerine uydum. Başka türlü de davranamazdım zaten! Benden daha eski bir ölü o. Daha yaşlı, daha deneyimli… Ölülere nelerin acı verdiğini, ruhsal çöküntünün bir ölü için ne anlam taşıdığını biliyor. Onun, ölü töreleriyle gözümü korkutmaya çalışmasını anlayışla karşılıyorum. Fakat öte yandan, kendi yaşamımı, yani kendi ölümümü kendi kararlarımla yönlendirmek istiyorum. Genç bir adamım ben. Serseri ruhlu biri olduğumu kimse söyleyemez ama biraz çaba gösterirsem düşlerimin peşinde koşmayı pekâlâ göze alabilirim.
       Henüz hiçbir şeyden emin değilim; öldüğümden, yaşadığımdan, yaşamış olduğumdan… Tıpkı Sematyen’in sözünü ettiği, çok eski çağlarda yaşamış şairin dediği gibi;
       “Düşünde kendini bir kelebek olarak gören biri bir kez uyandıktan sonra, bir kelebek olmadığından ve artık düşünde kendini bir insan olarak görmediğinden hiçbir zaman emin olamaz.

       Bu sabah uyandığımda, kendimde bir farklılık hissettim. Farkın ne olduğunu tam olarak anlatamayacağımı biliyorum, çünkü tam olarak ben de anlamış değilim.
       Birden uyandım bu sabah. Yataktaydım. Kendimi tuhaf düşünceler içinde kıvranırken yakaladım o anda. Şöyle mırıldanıyordum; bir ölüysem ve hep böyle kalacaksam, bir süre sonra düşüncelerim ve davranışlarım birtakım yeni alışkanlıklarla belirlenecektir. Evet, hayat gibi ölüm de bir alışkanlıktır. Bu yüzden, anılarımı yazmak istiyorsam hemen yapmalıyım bunu, çünkü yarın çok geç olabilir…
       Bir daha karşılaşırsam Sematyen’in papaz dostunun sözlerini de ciddiye almayacağım.
       Aslına bakılırsa, Tanrı ve onun yasaklarıyla ilgili sözleri hiç etkileyici değildi. O, eninde sonunda bir papaz, bu gerçeği Tanrı’ nın kendisi bile değiştiremez. Bulunması gereken yerde o. Olması gereken tarafta. Nasıl düşünmesi uygun görülmüşse öyle düşünüyor. Tanrı’yla öldükten sonra bile hiç karşılaşmamış olmasına rağmen, onun varlığına inanmaktan duyduğu hoşnutluk, kendisine yalnızca aptalca bir gülümseme değil sonsuz bir iç rahatlığı da kazandırmış.
       Deli doktoru Sematyen’e gelince… Şu on altı gün içinde onu yeterince tanıdığımı söyleyebilirim. Herkes bilir ki, aynı evi bir başkasıyla üç gün paylaşan biri, dördüncü gün o bir başkasının dışa vurulmayan iç çekişlerini de duymaya başlar; hatta denebilir ki, bu iki kişinin iç çekişleri günden güne birbirlerininkine benzer.
       Doktor’un içler acısı halinin anlaşılmayacak bir yanı yok aslında. Gördüğüm kadarıyla, bir ateist olarak Tanrı’nın yokluğundan hiç hoşnut değil. Ayrıca, bugüne dek bunu açıkça kimseye söylememiş olması, bunalımını daha da ağırlaştırıyor. Papaz’ın sözlerinin benden çok onu etkilemesi başka nasıl açıklanır?
       “Bazen kutsal kitaplar da doğru söyler,” dedi Papaz gittikten sonra.
       Sanırım bağışlanmayı hazmedemiyor Doktor. Belki de bu yüzden hata yapmadan yaşadığını sanıyor.
       Bir sabah uyandığında inanıvermeye başlayacak sanki. Dini bütün bir adam olacak o gün. Kendinde, hata yapma yeteneğine sahip yeni bir Sematyen keşfedecek, her hatasında Tanrı’ya sığınacak ve sonunda günahkâr ya da işin gerçeği ahlaksız biri olacak; işte bundan korkuyor.
       Bana kalırsa aptalca bir takıntı bu. İlle de bir şeye inanmam gerekiyorsa Tanrı’nın bağışlayıcılığına inanırım ben! Ayrıca inanıyorum da buna. Böylece huzurlu oluyorum. Bir çocuk kadar huzurlu, bir ermiş kadar huzurlu, hatta bir inek kadar huzurlu… Eğer Tanrı’ya inanmış olsaydım, bu inanç herhalde ancak bu kadar huzur verebilirdi bana.
       Sematyen, kendi boşluklarını dolduracak, bazen de kendi kişiliğinin yerine koyabileceği sihirli bir şey arıyor aslında. Hayata bakışı, protez eşya satan bir dükkânın önünde duran kolsuz bir adamın vitrini seyredişine benziyor. Yalnızca hayata değil, ölüme ve Tanrı’ya bakışı da öyle. Onun sorunu Tanrı’nın olup olmaması da değil bence. Tanrı’yı nereye koyacak? İşte bunu bilemiyor. Umutlarının yerine mi, umutsuzluklarının yerine mi?
       Beni, anılarımı yazmaktan vazgeçirebilmek için söylediği şu son sözler, onun bütün bu iç karışıklığıyla nasıl başedebildiğini göstermesi açısından ilginçtir.
       “Bizim durumumuz bir mektubun içeriğine benziyor,” dedi. “Yalnızca ilgilileri ilgilendirdiği için zarfın içinde kalmalı ve hiç açılmamalı. Sen dağıttığın mektupları açıyor muydun?”
       Sırası gelmişken belirteyim, sağlığımda posta dağıtım memuruydum ben. Arada bir, can sıkıntısından başkalarının mektuplarını açıp okuduğum olurdu.
       “Bazen,” diye yanıtladım Doktor’u, “ama her zaman değil.”
       Bu durumda boyun eğmekten başka yapabileceği bir şey yoktu. O da öyle yaptı.
       “Sen ahlaksızsın,” dedi bana.
       Tanrısal huzuru başka şeylerde arayan ateistler için en güvenli yoldur bu; bir şeye boyun eğmen gerekiyorsa kendi ilkelerine göre boyun eğ!
       Yazdıklarımdan, Tanrı’yla aramda sorun olduğu gibi bir sonuç çıkarılmasını istemem. Ondan, böyle gelişigüzel ve ısrarla söz etmemin tek nedeni, acılarımın anlayışla karşılanmasını umut ediyor olmamdır. Öldüm ve Tanrı burada da yok! Ne yapabilirim?..’

Büyük usta TURHAN SELÇUK’u kaybettik..

Büyük usta TURHAN SELÇUK’u kaybettik.. Ailesinin , İlhan Selçuk’un , Cumhuriyet Gazetesi çalışanlarının ve tüm sevenlerinin başı sağolsun.. Yaprak dökümü sürüyor , bir dönem kapanıyor , edebiyat ve sanat dünyamızın ustalarını teker teker sonsuzluğa uğurluyoruz ve yerlerini dolduracak değil ortalıkta , ufukta bile kimseler görünmüyor.. Ne acı.. 

aylakadamız.. 

‘Turhan Selçuk’u kaybettik’

‘Cumhuriyet Gazetesi çizerlerinden Turhan Selçuk, dün gece karındaki aort damarının genişlemesi (abdominal aort anevrizması) teşhisi ile tedavi gördüğü Maslak Acıbadem Hastanesi’nde yaşamını yitirdi.

Cumhuriyet’te “Söz Çizginin” köşesinde okurlarıyla buluşan ‘Abdülcanbaz’ karakterini yaratıcısı, çizerlerin duayeni Turhan Selçuk, Cumhuriyet Gazetesi İmtiyaz sahibi ve başyazarı İlhan Selçuk’un ağabeyiydi.

Turhan Selçuk kimdir?

Türk mizahının önde gelen isimlerinden, duayen karikatürist Turhan Selçuk 1922’de Milas’ta doğdu. İlk karikatürleri Adana’daki ortaöğrenimi sırasında aynı yerde çıkan Türk Sözü gazetesi ile İstanbul’da Kırmızı Beyaz ve Şut spor dergilerinde yayımlandı (1941). 1943’te Akbaba’nın kadrosuna girdi, 1948’de Tasvir’de karikatürcü ve ressam olarak çalıştı; Refik Halit Karay’ın çıkardığı Aydede’nin baş çizeri oldu. Kardeşi İlhan Selçuk’la birlikte 41 Buçuk (1952), Dolmuş (1956) mizah dergilerini çıkardı. 1949’da, dünyada Steinberg’in öncülüğüyle başlayan modern karikatür anlayışına yöneldi. Yeni İstanbul gazetesindeki yazılarında “grafik mizah”ın karikatürün evrensel anlatımı olduğunu savundu; çalışmalarını bu yönde sürdürmeye başladı.

Yeni İstanbul, Yeni Gazete, Akşam, Milliyet, Cumhuriyet gazetelerinde ve Akis, Yön, Devrim, Toplum, vb. dergilerde çizdi. 1957’de Milliyet’te çizmeye başladığı Abdülcanbaz dizisi büyük ilgi gördü. Tiyatroya ve sinemaya uyarlanan bu çizgi romanın bir deseni 1991’de PTT tarafından pul olarak basıldı. 1969’da iki arkadaşıyla Karikatürcüler Derneği’ni kuran Turhan Selçuk 1973’te Sanatçılar Birliği tarafından “Halkın Sanatçısı”, 1983’te Gazeteciler Cemiyeti tarafından “Yılın Karikatürcüsü” seçildi. 1997 yılında da ”Cumhurbaşkanlığı Büyük Sanat Ödülü”nü alan Selçuk’un, 1992 yılında Dışişleri Bakanlığı’nın önerisi üzerine hazırladığı ”İnsan Hakları” konulu sergisi Avrupa Konseyinin önerisiyle ilk kez Strasbourg’da açıldı ve 1997’ye kadar Avrupa’nın çeşitli kentlerinde ve Güney Afrika’da izlenime sunuldu.

1997’ye kadar Avrupa’nın çeşitli kentlerinde ve Güney Afrika’da dolaştı. “Barış ve Kitap” konulu karikatürü 1992’de Avrupa Konseyi’nin başlattığı kitap okuma kampanyası boyunca bütün afiş ve dokümanlarda logo olarak kullanıldı. Sanatçı, çalışmalarını Turhan Selçuk Karikatür Albümü (1954), 140 Karikatür (1959), Turhan 62 (1962), Hiyeroglif (1964), Hal ve Gidiş Sıfır (1969), Söz Çizginin (1979) adlı albümlerinde topladı. Türkiye ve Avrupa’da bir çok müzede karikatürleri sergilendi.

Milliyet gazetesinin ardından Cumhuriyet gazetesinde çizen Turhan Selçuk 88 yaşındaydı.’

(Alıntı : Cumhuriyet Gazetesi Portalı , www.cumhuriyet.com.tr , 11.03.2010)

YORUMSUZ..

Cuntacı , cunta sever , darbeci , darbe sever mi arıyordunuz aaaaaa durun yahu , fazla uzağa gitmeyin yahu her gün ekranlarda , gazetelerde boy gösteren şimdinin ‘böyyük demokratlarından , demokrasi havarilerinden’ 12 Eylül Darbesine ve cuntacılarına methiyelerinden , incilerinden seçmeleri bir okuyun aşağıda ve ‘kendilerine demokratları’ , ‘şimdinin açılım severlerini’ ve ‘demokrasi oyununu ve  yalanını’ bir daha görün ‘NETEKİM’..

YORUMSUZ..

NAZLI ILICAK’tan inciler :

‘Kızıl ahtapotun kolları ülkemizi yavaş yavaş sarıyor.. ve hala at gözlüğü takanlar , faşizmin tırmanışından söz ediyor.. Türün’ü faşistlikle mi suçluyorsun , Mit’e kontrgerilla damgasını mı vuruyorsun , devlet teröründen mi bahsediyorsun , işkence iddiaları ile yeri göğü inletiyor musun , faşizm geliyor diye yaygarayı mı basıyorsun.. geç kardeşim uzatma o eli bana , çünkü o el kızıl ahtapotu boğmak yerine onu besliyor.. ben o kirli eli sıkmam..’ (27 Temmuz 1980)

‘Türkiye’de demokrasi , demagojiye ve anarşiye dönüşmüştür. Otorite ve hürriyet arasındaki denge , birincisi aleyhine bozulmuş , bir otorite boşluğu doğmuştu.. Türk Silahlı Kuvvetleri bu boşluğu doldurdular.. (14 Eylül 1980)

’12 Eylül bir darbe değildir diyen Orgeneral Kenan Evren’e tamamıyla katılıyoruz.. 12 Eylül ne darbedir ne de bir ihtilal.. zira ‘darbede beğenilmeyen yönetim devrildikten sonra , şahsen iktidara geçip hükümet etme hırsı galiptir ve kalıcı olma vasfı ağır basmaktadır.. halbuki 12 Eylül’de geriye dönük bir genel tasvib mevcuttur..’ (18 Eylül 1980)

‘Birkaç gündür 12 eylül harekatı ile 27 mayıs mukayesesi yapılıyor ve hemen herkes birincisinin üstünlüğünü ortaya koyuyor.. biz bu konuda tarafsız olamayız.. çünkü 27 mayıs mensup olduğumuz demokrat parti camiasına karşıydı.. halbuki 12 eylül’de açıklanan hedeflerle yıllardır bizim yazdıklarımız arasında geniş bir mutabakat mevcuttur.. ümidimiz memleketimizin birlik ve beraberliğimizin son şansı olan Türk Silahlı Kuvvetleri harekatının başarısı ile neticelenmesidir..’ (16 Eylül 1980)

’12 eylül’ün gerekçesi haklıdır.. 12 eylül terörden bezen halkın meşru müdafaaya geçtiği gündür..’ (17 Ekim 1980)

TERCÜMAN gazetesinden inciler :

‘13 ilde sıkıyönetim yürürlüğe girdi. Huzura susamış milletimiz yürekten sesleniyor : merhaba asker !’ (27 aralık 1978)

‘Huzur , 1 yaşında ..’ (12 eylül 1981)

‘Allah Yardımcıları Olsun !’ (Tercüman gazetesinde başyazı olarak yayınlanmış.. 13 Eylül 1980’de darbenin hemen ertesi günü..)

‘ Böyle bir durumda bizim cuntayı , evet 12 eylülü desteklemekten başka bir şeyimiz söz konusu olamaz , destekledik.. bütün basın da destekledi.. bu bir vakıadır , istisnalar çok azdır mutlaka.. ancak aşırı soldan gelen birkaç itiraz söz konusu olmuştur..’ (Ahmet Kabaklı – Tercüman)

MEHMET BARLAS’tan inciler :

‘Cumhurbaşkanı Evren 10 Kasım’da Anıtkabir Defterine duygularını yazarken : ‘demokratik parlamenter sisteme geçiş sınavını başardık’ müjdesini vermektedir Atamıza.. Bir insan yürekten bunun sevincini duymasa , böyle bir ifadeyi seslendirir mi ?’ (14 Kasım 1983)

‘Yediden yetmişe , Edirne’den Ardahan’a bütünüyle Türk Milleti , bu kutsal görevinde Türk Ordusunun yanındadır.. 12 eylül harekatının bir amacı da yozlaşan , çöken , kan denizinde batmakta olan demokrasiye yeniden sağlam bir yapı kazandırmaktadır..’ (12 Eylül 1981)

GÜLMEYİN YETERRRRRRRRRRRR NETEKİM !

ACI AMA GERÇEK.. İŞTE GAZETE ARŞİVLERİ , KÜTÜPHANELER ‘DEMOKRASİ’ YALANI İCAT EDİLDİĞİNDEN BERİ OYNANAN OYUNLARIN METHİYELERİYLE , ENTRİKALARIYLA DOLU..

RAHAT !  HAZIR OL ! TAMAM GÜLÜN NETEKİM !

GÜLMEYELİM DE NE YAPALIM ŞU YAZILANLARA.. BÜYÜK USTALAR AZİZ NESİN , MUZAFFER İZGÜ YAZAMAZ BÖYLE EĞLENCELİ YAZILARI.. GÜLÜNNNNNNNNNNN..

İŞİNİZE GELİNCE , ORTAM RAHATKEN , BİRİLERİNE , BİR YERLERE GÜVENEREK DEĞİL DE YÜREĞİNİZ YETİYORSA HER ZAMAN POSTAL KARŞITI OLUN DA , NETEKİM BİZ DE SİZE İNANALIM O ZAMAN ‘BÖYYÜK DEMOKRATLAR’..

Hayal Kırıklıkları Kitabı.. – MARGIT SCHREINER

Hayal Kırıklıkları Kitabı.. – MARGIT SCHREINER

‘..her şeyin eskisi gibi olabileceğini düşünürüz hep.. ama bu doğru değildir.. hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır.. hiçbir şey.. kırışıklıklar hiçbir zaman düzleşmeyecektir.. ne duruş bozukluklarımız ne görme , işitme duyularımızdaki zayıflıklar ne de eklemlerimizdeki hasarlar giderilebilir cinstendir.. bir bacak kırığı, her şeyi değiştirir ; tıpkı her burkulma , her deneyim , her aşk ve her sitem gibi.. her şey ardında izini bırakır.. özellikle de hayat..’

MARGIT SCHREINER – Hayal Kırıklıkları Kitabı

Çeviri : Ogün Duman , Metis Yayınları , Nisan 2008 , 115 sayfa.. 

AKSAK RİTİM.. – Gaye Boralıoğlu

AKSAK RİTİM.. GAYE BORALIOĞLU

Bir başyapıt olan ‘MEÇHUL’ün yazarı Gaye Boralıoğlu’ndan yeni bir roman : ‘AKSAK RİTİM’.. 

‘Güldane’nin hüzünlü , yorgun gözleri ağır aksak kırmızı kurdeleden Halil’e doğru kaydı o sıra. ‘Niye gelmedin?’dedi.

Halil irkildi. Bakışlarını koyacak yer bulamadı. Acemice odanın o köşesinden bu köşesine taşıdı. ‘Bilmiyordum ki,’ dedi , ‘beni beklediğini bilmiyordum ki.’

‘Söyledim ya,’ dedi Güldane. ‘Sordum sana. Benimle gelir misin dedim.’

Halil kıpırdandı yerinde. Onunla birlikte kalbi ruhu hafızası da kıpırdandı ağır ağır. Hep sormak istediği sorunun vakti gelmişti işte :

‘O gerçek miydi?’

Güldane gülümsedi. ‘Gerçekti ya,’ dedi. Hem de en hakikisinden.’

Halil de gülümsedi o zaman. Sonra bir hüzün çöktü omuzlarına. ‘Ben’ dedi ‘Bilemedim ki. Hiç. Var mısın. Yok musun.’

Güldane o zaman elini uzattı, Halil’in avucunun içine koydu. Halil’in avucu bir yangın yerine döndü o an; hem de en felaketinden.

Güldane gözlerini Halil’e dikti: ‘Ya şimdi,’ dedi ‘var mıyım yok muyum?’

Halil de dimdik , cesaretle , inançla ona baktı. Ne var ki görüntü bulutlanıyordu. Ağlayacak mıydı ne  ? Ama sesi dümdüz , sahici, şüphesiz çıktı.’

‘Varsın!’dedi..’

AKSAK RİTİM– Gaye Boralıoğlu

İletişim Yayınları , 236 sayfa , Ekim 2009