Archive for Mart, 2010

İki film birden : ‘NUNTA MUTA’ , ‘ATTACK ON LENINGRAD..’

İki film birden : ‘NUNTA MUTA’ , ‘ATTACK ON LENINGRAD..’

 

hep diyorlar ya ‘be kardeşim beğenmediğin bir film de yok senin..’ ben de bugün beğenmediğim iki filme öpücükler yollayıp eleştirmek istiyorum.. müsadenizle.. 

sosyalizm öldü.. komünizm rüyası bitti. ama hala derdiniz ne bu ikisiyle anlamıyorum..

son hafta izlediğim filmlerden ikisi hala bu iki ‘kötü’ sistem , ideoloji vs. hakkında hala kötü şeyler söylemeye devam etmişler.. en kötü insanların , en kötü şeylerin bu iki kelimeye inananlar arasından çıktığını ispatlamaya çalışırcasına vermiş veriştirmişler filmlerde.. bu filmlerden birisi romanya yapımı ‘nunta muta’ , diğeri rusya yapımı ‘attack on leningrad’..

‘nunta muta’nın yönetmeni horatiu malaele , romanya yapımı.. romanya’da bir köyde geçiyor.. çok eğlenceli başlayıp devam eden , ancak filmin içinde acımasızca sosyalizme , komünizme inanan ve gönül verenlerle dalga geçen , iftira atan bir film.. eğlenceli anlatımıyla size bir emir kustirica tadı veriyor.. ama o güzel , eğlenceli anlatımın içinde verip veriştiriyor sosyalizme , komünizme.. ‘la gardaşım öldü bitti bunlar hala derdiniz ne’.. eski tarih müzesine gömüldü gitti yahu bunlar endişelenmeyin..

 

‘nunta muta’ çok güzel bir film olabilirdi o eğlenceli anlatımıyla.. 

ama en acı sahnede , en acı şekilde köyün delisi olarak görülen köyün en güzel kızına ‘orak çekiç’in , bir sistemin tecavüz ettiğini , yani bir sovyet askerinin tecavüz ettiğini , ölen kızın avucundaki rozetten bilincimize çakan film her şeyi sıfırlıyor o noktada..

 

ya kardeşim tamam kötü , çirkin insanlar yok mudur bu ‘geberen’ sistemde , ve bu sisteme inanlar arasında.. vardır elbette.. her sistemde , her kurumda , her millette , her ülkede , her meslekte vs vs vs olabileceği gibi.. ama sen tutup ‘stalin’ kültünü , putunu eleştireceğim diye ‘orak çekiçi’ , bir sistemi , bir ideolojiyi , bir ütopyayı , bir tarihi  lekelemeye çalışırsan (dikkatinizi çekerim sorgulama değil amaç..) o zaman ben de kalkarım bu filmleri en acımasız şekilde eleştiririm..

 

oysa ‘nunta muta’ o kadar sağlam bir film ki yazık etmişler filme.. yanlış anlaşılmasın ben sonuna kadar varım sovyetler birliği , sosyalizm vs eleştirilerine.. en sert şekilde eleştiririm , dalga da geçerim her şeyle.. sonuçta asıl olan insandır.. ama sen gelip de insanlık tarihinin en yüce ütopyasının somutlaşmış simgelerinden orak çekice iftira atarsan eleştireceğim diye ve en aşağılık insanlık suçunun müsebbibi olarak ‘orak çekiç’i koyarsan ortaya , ben de art niyet ararım her saniyesinde ve o filmi en ağır şekilde yerin dibine sokarım.. 

staline ver veriştir , boğ onu en acımasız şekilde , sosyalizmi vs sistemleri eleştir en ağır şekilde..  ama en temiz bir ütopyanın somutlaşmış bir simgesini o pislik suçun sorumlusu olarak insanların gözüne sokarsan o filmin ancak olur bir paçavra..

 

efendim filmin konusu özetle şöyle : şirin , eğlenceli mutlu bir romen köyünde iki genç birbirlerini çok seviyor , önce aileler karşı çıkıp , kapışıyor , sonra anlaşıp düğüne karar veriyorlar.. ancak karar verilen düğün tarihinden bir gün önce ‘yüce’ stalin göçüyor bu diyardan.. düğün günü köyü parti yöneticileri basıyor ve ‘gülmek bile yasak’ diyorlar ve düğünü de doğal olarak yasaklıyorlar.. tabi gelen yöneticilerden askeri kanat sorumlusunun göğsündeki pırıl pırıl parlayan ve orak çekiçli madalyanın yeni olduğu göze sokuluyor tecavüz edilerek öldürülen köyün delisi kızı hatırlatılarak.. 

kısacası ‘nunta muta’ bir tarihe , bir sisteme eleştiri değil de sonuçta sadece bir ‘iftira’ olmuş.. bu kadar açık ve net..

 

sonra gelelim rus ‘aleksandr buravsky’nin yönetmenliğini yaptığı rusya yapımı bir ikinci dünya savaşı filmi.. 

konu faşist alman işgaline karşı direnen sovyetlerin leningrad kentinde geçiyor.. oradaki onurlu direnişi izlemeye gelen yabancı gazetecilerden amerikalı bir bayan gazetecinin gözünden direnişi anlatıyor film.. filmin ilerleyen sahnelerinde o bayan gazetecinin aslında amerikaya sığınmış ve kızıllara karşı savaşmış , beyaz orduların bir generalinin kızı olduğu anlatılıyor ve general bir melek olarak karşımıza çıkıyor hemen.. bu gazeteci bayan bir şekilde leningrad’da mahsur kalıyor ve sonra verip veriştiriyor filmimiz sosyalizme , ve tüm sovyet yöneticilerine… tüm sovyet yöneticileri birer psikopat , acımasız bürokrat ve sistem de bir faşist diktatörlük.. neredeyse direnen leningrad sanki ‘güzel bir işgale direniyormuş’ gibi gösteriliyor.. leningrad’ı açlıkla tehdit eden , acımasız bombardımanla şehri yerle bir eden ve iki milyon insanı katleden faşist naziler değil , asıl kötüler ve tehdit olan sosyalizm.. tüm yöneticiler hitlerden bile zalim birer manyak.. bir tane bile iyi yönetici yok filmde , bir tane bile onuruyla ölen insan yok.. aylarca açlıkla boğuşup bir dilim ekmekle günü geçirip faşizme , işgale karşı canları pahasına onurlu şekilde direnen sovyet yöneticileri , askerleri , SOVYET İNSANI YOK FİLMDE.. sadece demagoji , demagoji , demagoji.. sadece bu.. hollywood yapımlarından farkı yok.. peh peh peh.. ‘la canlarım , cicilerim’ bu sistem öldü zaten yıkıldı yau.. bu kadar sert , acımasız eleştiri niye.. neden bu kadar korku.. rahat olun be yau..

tamam stalin çok hataları olan bir insandı , yanında bir sürü kötü yöneticiyle bir devrimi boğmuş ; bir ütopyayı bir ülkeye hapsetmişti.. tamam ‘enternasyonal’i ülkenin marşı olmaktan çıkarıp anavatan rusya’ya dönmüştü , tamam ispanya’da onuruyla direnen sosyalistleri , komünistleri , anarşistleri satmıştı ve bunları birbirlerine kırdırarak  ispanya devrimini acımasızca  yemişti.. tamam oluşturduğu bürokratik sistemiyle çok kötü şeyler yapmıştı.. biliyoruz : partinin çoğunu en acımasız şekilde tasfiye etmişti.. haberimiz var : muhaliflerini en acımasız şekilde ‘yedi sülalelerini’ ve tüm ilişkilerini yok edecek şekilde ortadan kaldırmıştı.. ve hatta çok iyi biliyor ve hatırlıyoruz ki : stalin ikinci dünya savaşından önce hitlerin temsilcisi ribbentrop’u moskova’da bizzat karşılayıp elinden kan damlayan bu şahsın elini sıkıp daha sonra bu faşistle oturup ‘saldırmazlık paktı’ adı altında çok salakça bir anlaşma yapmış , kuduz köpek gibi her önüne saldıran faşist alman devletinin sovyetlere saldırmayacağına inanmış ve faşist hitlere kanmıştı.. bunların hepsine tamam ama sen tutup leningrad direnişinden bu filmi çıkarırsan sana ancak gülünür ve ‘yürrü anca gidersiniz’ denir sizlere..

 

vaktinizi harcamayın , bu filmlerin üstünü çizin demiyorum , ‘ahanda izleyin ve görün’ ‘geberen , çöpe giden sistemlerle’ hala nasıl savaşıldığını , bunlardan nasıl korkulduğunu  ve bunlara nasıl saldırıldığını görün.. ‘iyi seyirler..’ 

Crockett..

 

ROLL..

(roll birinci sayı..)

ROLL..

 

hayatımda sevdiğim şeyler son zamanlarda birer birer yok olup tarihe karışıyor.. önce VİRGÜL dergisi yayın hayatına son verdi.. bir kolum kesilmiş gibi oldum..

sonra durup dururken 2009 kasım ayında o tarihe kadar 144 normal sayı , 6  özel sayı olarak çıkan ROLL dergisi kapanma kararı aldı.. 144. sayının içindeki ‘ROLL OVER.. ROLL IS OVER..’ veda yazısını okuduğumda inanamadım.. ‘müsadenizle bir veda sigarası yakalım..’ diye başlıyordu ve ‘tenk yu şeytan’ diye bitiyordu yazı..  ve kapanışla ilgili başka bir takım yazılar daha okudum sağda solda.. hiç birisi doyurucu ve okuyucuyu inandırıcı bir açıklama içermiyordu.. kusuruma bakmasınlar ama bu veda yazıları sadece bir şeyler geveliyordu.. gerçek belli ki gizleniyordu okuyucudan.. çok üzüldüm.. araştırdım durdum.. bulamadım gerçeği.. veda yazılarının içinde yeni bir isim altında yeni bir dergi müjdesi de vardı sanki , ama bu müjde hiç beni mutlu etmedi..

yıllarca express ve postexpress dergileriyle omuz omuza çıkan ROLL dergisi bize çok şey kattı , çok şey verdi.. müzik kültürümün gelişmesinde sevgili ‘mirza’nın ve onun bir zamanlar program yaptığı ‘açık radyo’nun ve ROLL dergisinin büyük katkıları emekleri olmuştu..

ve işte ROLL dergisi de kapandı.. kalakaldık ortada..

şimdi mart ayının başlarında  yeni bir isim altında : ‘BİR+BİR’ olarak ROLL dergisini çıkaran ekip yeni bir dergi çıkardı..

koştum aldım dergiyi , içerik olarak dolu dolu ve sarardıkça daha taze olan bir dergi gibi görünüyor.. ‘yanisi abilerim , ablalarım , kardeşlerim’ hemen hemen ROLL’ün aynısı.. kapak ve düzenleme değişmiş sadece..

bu muydu yani.. madem aynı dergiyi çıkaracaktınız , neden..

içimiz kan ağlayarak ‘BİR+BİR’in ROLL’ün yerini doldurmasını umalım ve çıkaran sevgili ekibe sonsuz kolaylıklar , başarılar dileyelim ama ben bağnazca ROLL’ün yerini hiçbir derginin dolduramayacağına inanıyorum.. en azından şimdilik..

çıkmayacağını bile bile dergilerimi aldığım yerlerde gözlerim hala ROLL’ü arıyor express dergisinin yanında.. ama YOK YOK YOK.. KAPANMIŞ..

Crockett..

(roll son sayı , 144..)

(yeni çıkan BİR+BİR dergisinin ilk sayısı..)

ALINA ORLOVA..

ALINA ORLOVA 

günlerdir ALINA ORLOVA’yı dinliyorum.. aylardır elimin altında durduğu halde ona sıra gelmemişti , daha doğrusu şansı yoktu ALINA’nın..

dayıyla pazartesi günü yaptığımız rutin aylaklık yolculuklarımızdan birinde bunu çektim dinlemeye başladık.. yol boyunca bu çaldı arabada , kimse konuşmadı.. 72 yaşındaki dayı da huşuyla dinledi sesini çıkarmadı , gelen telefonları bile açmadı.. ‘müdürüm , çok nazik , ince ve cezbedici bir sesi var bu hanım kızımızın , insanı büyülüyor değil mi’ dedi.. gerçekten de öyleydi.. kapılıp gitmiştim..

ALINA ORLOVA 1988 Litvanya doğumlu.. her parmağında ayrı bir marifet olan ALINA şarkıcılığının yanı sıra fotoğraf , resim alanında da yapıtlar veriyor.. iyi bir piyanistte olan ALINA ORLAVA şarkılarını litvanca yanında rusça ve ingilizce olarak da seslendiriyor..

internette yayınladığı şarkılarla üne kavuşan ALINA ORLVA ilk albümünü 2008’de ‘Laukinis Suo Dingo’ adı altında çıkardı..

ALINA’nın albümünü ilk dinlemeye başladığımızda EMILY WELLS’in albümünü yanlışlıkla cd çalara koyduğumu sandım.. çıkarıp baktım , hayır ALINA ORLOVA cdsi.. bu kadar benzerlik olmazdı , gerçekten sanki aynı sese sahipler..

ALINA’nın şarkıları çok eğlenceli ve bir o kadar da huzur dolu.. ALINA’nın sesinde dağılıp kaybolmak için hemen satın alın , kendinize bir iyilik yapmış olursunuz..

müzik kutumuzda da yakında ALINA’dan şarkılar dinleyebilirsiniz..

 

Crockett..

‘İçtikçe içesim geliyor..’ – Metin Eloğlu

İNCE ELEK 

İçtikçe içesim geliyor gayrı ne bilgi ara ne hüner

Beni bu rakıyla baş başa bırakma

Adam olayım çalışıp para kazanayım

Beni böyle işsiz güçsüz bırakma

Beni uslandır beni yüreklendir

Beni deli edip bırakma

Bilsen nereleri var kalk gidelim

Beni hep buralarda bırakma

Beni aç bırak evsiz urbasız bırak

Beni sensiz bırakma

 

Beni ne yap biliyor musun

Beni yont beni arıt beni ayıkla

 

METİN ELOĞLU

 

ŞİŞEDEKİ 

Şişede durduğu gibi durmaz ki kâfir

Tutar insana yaşamayı sevdirir

METİN ELOĞLU

İşimiz Çetin.. – ÖZGÜR MUMCU

İŞİMİZ ÇETİN..

Altı- Yedi Eylül 1955 olayları bir kontrgerilla operasyonuydu. Faturasını dönemin solcularına çıkartmaya çalıştılar. Bu çaba, Aziz Nesin tarafından mizah tarihimizde güzide bir çalışma olarak not edildi.
Kanlı Pazar bir kontrgerilla operasyonuydu. Polis ve askerle kolkola Amerikan 6. Filo protestocularına saldırıp, iki kişinin ölmesine yol açanları kıvama getiren Mehmet Şevket Eygidir. Dönemin valisi, İçişleri bakanı Kanlı Pazar’dan, orada saldırıya uğrayanları sorumlu tuttu. Sıkıntıyla hatırlıyoruz.
1 Mayıs 1977 katliamı bir kontrgerilla operasyonuydu. Dönemin Tercüman gazetesi faturasını solculara çıkartmaya çalışıp, kontrgerillanın izlerini silmeye uğraştı. Gazete arşivleri tanığımızdır.
Temmuz 1978’deki Fatsa nokta operasyonu kontrgerilla tarafından düzenlendi. Yüzü maskeli kişiler, sokak sokak askerlere rehberlik etti. Yine dönemin Tercüman gazetesi operasyona kamuoyu sağladı. Fatsa belediye başkanı Fikri Sönmez’in mahkemedeki savunması ve yine gazete arşivleri kanıtımızdır.
1979 Çorum ve Maraş katliamları bir kontrgerilla operasyonudur. Katliamların kıvılcımını yakan düzmece bombayı koyanlar meclise MHP-Refah Partisi seçim ittifakıyla, soyadlarını değiştirerek girdi. Milletvekili mazbatası ortadadır.
Bahçelievler’deki katliam bir kontrgerilla operasyonudur. Yedi TİP’li öğrenciyi boğarak ve kurşunlayarak öldürenleri hapisten “kazara” tahliye edenler, onlara sahte pasaport verenler bellidir. Bu katilleri “kurşun atan da yiyen de şereflidir” diye öven Tansu Çiller. Onun danışmanı Mümtaz’er Türköne’dir.
12 Eylül, kontrgerilla operasyonlarının sonucudur. Darbecilere selam çakıp, cunta hükümetinde bakanlık kapan Turgut Özal. Darbecilerden Yamak Paşa’yı Cumhurbaşkanı yaveri yapan yine Turgut Özal’dır.
Güneydoğu birçok kontrgerilla operasyonuna sahne oldu. Bu operasyonlarda faal olanların hamileri, 12 Eylül öncesi faşistlerin hamileriyle aynıdır. Bu hamiler devletin her kademesine gelmiş, sağ iktidarlarca koruyup kollanmıştır. Bin gizli operasyon malumumuzdur.
Susurluk bir kontrgerilla çetesidir. Ona karşı çıkanlarla “glu glu dansı yapıyorlar” diye dalga geçen Necmettin Erbakan, ışıklarını söndürüp çeteyi protesto edenlere “mum söndü oynuyorlar” diyerek iğrençleşen Şevket Kazan’dır. Hafızamız sanıldığı kadar sığ değildir.
Haydi tarihimizle gerçekten yüzleşelim. Aramızdaki kontrgerillacıları ve darbecileri hakikaten açığa çıkaralım. Sadece 9 Mart ve 28 Şubat’a çatarak düzelmiyor her şey.
Milliyetçisi ve muhafazakârıyla kontrgerillaya eleman ve ideolojik destek veren bir siyasi akımdan bahsediyoruz. Bu yukarıda sayılan kontrgerila operasyonlarına destek olanlar ve onların siyasi mirasçıları başka bir kontrgerilla çetesi olduğu söylenen Ergenekon çetesini sizce nasıl çözer? Hakikaten kontrgerillanın göz bebeği Türk sağından nasıl medet umulur?
Bu siyasi akımın kontrgerillayla nasıl mücadele edeceği ortada. Eskisi gibi elbette. Bulandırarak, asli unsurları gözlerden kaçırarak, ilgisiz unsurları içine katarak. Kafaları karıştırarak. Bugüne dek hep böyle çalıştılar. Ergenekon iddianamesi bunun en önemli işareti.
O sebeple sapla samanı ayırmak yine sola düşer. Ergenekon’da gerçekten kontrgerilla unsurlarla, ilgisiz kısımları ayırt etmek vazifesi eski kontrgerillacı, yeni demokratlara bırakılmayacak kadar ciddidir.
Bırakın diğerleri hâlâ Deniz Gezmiş’i ulusalcılıkla suçlayarak demokratlık oynasınlar. Bir darbede asılan genç bir çocuktan beklesinler tarihle yüzleşmesini. Onlar eğlenedursun. Bizim işimiz var. İşimiz çetin. Hem gidinin kontrgerillacılarının propagandasını deşifre etmek hem de solun şovenleşmesini önlemek.
Hepimize kolay gelsin.
(Bu yazıyı iki sene önce yazdım, işimiz hâlâ çetin)

Özgür Mumcu

(Halkın Gazetesi BİRGÜN – 29.01.2010)

Atatürk’ün tırnağı olmak…

BİLİYORUM; size gurur verecek, 50-60 yılda yaptığınız bir şey arıyorsunuz, ama
bulamıyorsunuzdur…
Bir ender metro mesela…
Hani dünya ülkelerinde bilinen bir Türk markası otomobil…
Mesela bir görkemli ekonomi…
Bir tarım, bir ulaşım, bir eğitim, bir sağlık
Bilim adamları…
Buluş…
İcat…

Diyelim ki dünyaya gururla gösterebileceğiniz; bir sanat, bir moda, bir akım, bir ünlü yapıt, bir marka…
Yok…
Dün Çanakkale‘deki törenleri izlerken bunları düşündüm…
Tek gururumuzdur; dünyanın her yerinde bilinen, Mustafa Kemal’in o eşsiz ve şanlı özgürlük savaşı… Ve arkasından bir harabenin üzerine kurduğu, çağdaşlığa yüzü dönük laik cumhuriyet…
Göğsümüzü gere gere, dünyayla gösterebileceğimiz ve dün de Çanakkale’de bağıra çağıra göstermeye çalıştığınız tek gururumuz…

Ama ne yapacaksınız?..
Ne zamandır yerlere çalınan, horlanan, azarlanan, itilen, kakılan, tekmelenin bu ülkenin işte o tek gururu…
Altında savaştığı bayrağının üzerindeki kalpaklı fotoğrafının dahi göze battığı… Maddi mirası çiftliğinden, manevi mirası çağdaş kavramlara kadar, bıraktığı her
şeyin paramparça edilip yağmalandığı….
Her gece televizyonlarda aşağılanan-horlanan…
Gazete köşelerinde küfredilen…
Eserlerinin üzerine oturanların hışmına uğrayan…
İşte; o tek gururu bu ulusun…

Dün Çanakkale‘deki törenlere baktım uzun uzun…
Söylenecek çok söz yok…
Sadece…
Tırnağına kurban olun Atatürk’ün…

Bekir Coşkun (19.03.10 HaberTurk)

AYRILIK.. – Birhan Keskin

AYRILIK 

kaç gecenin çölüdür bu ayrılık

kaç şiirin dölüdür üstüme

örttüğün bu ince sessizlik

kalbim alış artık, kır kendini

kendi duvarında, sesini

kendi duvarına haykır.

 

tesadüfen birbirine rastlamış

başka başka aşklarsınız siz artık

geceyle gündüz gibi birbirine

ayrılmış. o ki rüzgâr, bir zaman

senin çölünde kumlar uçurmuş,

o ki gece ve esmer, görmüyor

sahrayı, sesi içinde karışmış.

 

her ayrılıkta kendine saplanan bir hançer

kendi sabrını deneyen taş,

kendi uykusuzluğunda yatak oldun.

kül koy şimdi yanına korunun

seni kavuran onu da yakmasın.

aşkla besle kendini, gül yetiştir,

sardunya çoğalt.

ki, sen aşktan ve ayrılıktan

başka ne anlıyorsun.

 

BİRHAN KESKİN

BİRHAN KESKİN kitapları :

KİM BAĞIŞLAYACAK BENİ , 2005 , METİS YAYINLARI

BA , 2005 , METİS YAYINLARI

Y’OL , 2006 , METİS YAYINLARI

(1. FOTOĞRAF : UZAK filmi , NURİ BİLGE CEYLAN ,

 2. FOTOĞRAF : Crockett..)  

birer yabancı..

BİRER YABANCI..

‘ağır ve de hemen hemen tek başına bir içme süreci yaşamıştım dün..

‘dayıyla’ başladık içmeye.. tüm gündüz beraberdik.. sözde çalıştık , birkaç yere uğradık , iş yapar gibi yaptık.. daha sonra yolumuz nedense adana dostlar kebapçısına yöneldi.. öğleden sonra olduğundan sakindi lokanta.. dışarıdaki güneşli masalardan birine oturduk.. rakı istendi acil şekilde masaya.. birer duble içildikten sonra tansiyonlar normale döndü ve sinirler gevşedi.. çok acıkmışım.. mideme zararlı ne varsa istedim meze olarak , ama en güzeli nar ekşili roka salatası.. yedikçe acıkıyorum ve içim açılıyor sanki.. böyle bir lezzet olamaz.. bizim memlekette bu salataya taze nane ve maydanoz da koyarlar o zaman direk gökyüzüne doğru havalanırsınız.. hele hele yanında rakı da varsa..

neyse dayıyla iki saat orada demlendikten sonra çöplüğümüze döndük.. çöplüğümüzde ziftlenmeye devam ettik..  sohbet sohbeti açtı.. ‘dayının’ canı benden sıkkın , benim ki ondan.. ‘dayıyı’ bir ara oğlu aradı , evde ki bilmem hangi saçma nedenden dolayı onunla tartışmaya başladı.. dayı incileri diziyordu telefonda oğluna : ‘seni doğuran kadına söyle canımı sıkmasın daha fazla.. yeter be , yetmiş küsür yaşındayım kimse bu kadar kötü niyetli davranmadı bana.. bu son artık bir daha tekrar ederse  çekip gideceğim , kaçacağım.. sizin suratlarınızı görmemek , zırıltınızı , paranoyanızı çekmemek için..’ dedi ve telefonu oğlunun suratına kapattı.. sonra bana döndü ve yine bal damlıyordu ağzından : ‘çocuklarımın annesi olan kadın..’ diye başladı dert yanmaya ve esti , yağdı , gürledi..

kaç duble rakıdan sonra bilmem , canımın sıkıntısından biraya döndüm.. şişeleri dayının yanına yere diziyordum , ‘dayı’ yazacaktım her zaman ki gibi şişelerle.. fakat yazamadan  ‘dayının’ gelen ‘özel konuğu’ ortamı bozdu ve ‘dayı’  çıkmak zorunda olduğunu özürleriyle bildirdi.. tam iki kat yaşı var benden dayının : 36 X 2 = 72.. yaş farkına rağmen hayatımdaki en yakın arkadaşım oldu.. yaşına rağmen hiç of demiyor , yoruldum kelimesi yok lügatında.. en önemlisi yalan yok.. direk söylüyor söyleyeceğini , evirip çevirmiyor.. haklı da , haksız da olsa mermi gibi akıyor kelimeleri suratınıza.. neşelendiğinde ‘ben sahtekarım değil mi müdürüm’ der en nazik şekilde.. gülmekten çatlarsınız.. neyse dayı özürleriyle beni ‘sattığını’ söyledi ve çıktı ‘konuğuyla’..

kutsal yalnızlığıma kavuştum yine.. soap kills’in tüm albümlerini açtım , sesi yükselttim ve içerken , seninle fotoğraflarımıza bakmaya başladım.. daldım gittim sana..

kaç ay oldu  , kaç gün oldu göremedim seni..

kaç kere geldim de sana rastlayamadım o denizin yanında olmasına rağmen kapkara olan o şehire..

sokaklarında aylak aylak saatlerce dolandım.. parklarında oturdum.. oturduğun , çalıştığın  yerlere gittim , yoktun hiçbir yerde..

şaka gibiydi.. hayatıma usulca bir kenardan girdin , her noktasını işgal ettin ve bir gün birden kendini benden aldın , esirgedin.. her şey olmamış mıydı , her şey yalan mıydı , bir rüya mıydı.. sen yok olmadın aslında beni yok ettin..

kaç kere gittim o kara şehre.. kaç bin kilometre yol yaptım seni en azından görebilmek için.. ama her defasında hüsran , hayal kırıklığı.. her defasında yeni bir umutla şehre son sürat giriyordum ve saatler sonra yıkık  , yenik bir ordunun askeri gibi ya da diğer köpeklerce hırpalanıp benzetilen bir köpeğin kuyruğunu kıstırıp dönmesi gibi dönüyordum istanbula..

hiçliğime hiçlik katıyordu her kilometre.. yokken beni var etmen , sonra kendi ellerinle beni yok etmen , yok sayman acımasızca.. cezam acımasızca infaz ediliyor ve ben suçum ne bilmiyorum.. dayanabilmek için bu cezaya aylardır içtiğimin haddi hesabı yok.. içmediğim gün yok.. alkolle değiştirdim damarlarımdaki kanı , alkol akıyor damarlarımda  kan yerine.. neden diye sorsalar ‘küçük prensteki’ gibi neden içiyorsun bu kadar , oradaki ayyaş gibi ‘unutmak için’ derdim.. neyi unutmak için diye sorsalar cevabım farklı olur : ‘hiçliğimin , yok sayılmamın verdiği acıları unutmak için’ derdim..  

bunlara daldığım yerden ekranın karşısından kalktım.. kafam kazan gibi.. eve gittim yatağa kendimi attım.. yattığım yerden yine kendimi kandırmaya başladım ,  ‘yarın yine git o kara şehre erkenden.. yarın belki görebilirsin , belki rastlarsın’.. derken kendi kendime uyumuşum..

seni gördüm yine rüyamda.. her zaman görüştüğümüz haldun tanerin önündeki bankta bekliyordum seni.. arkamdan gelip yine gözlerimi kapatacak mısın ya da aniden yanıma pat diye oturacak mısın diye düşünüyordum.. aynı şeyleri ben de sana defalarca yapmıştım fakat sen yaptığında suda boğulurken bir anda oksijene kavuşur gibi heyecanlanıyor nefes nefese kalıyordum.. ben yaptığımdaysa bunları sen sigarandan bir duman çekerek ismimi uzatarak bana bağırıp neşeyle kızıyordun..

rüyamda da bekledim , bekledim seni.. bu sefer de gelmedin , seni beklerken derin bir çarpıntıyla yataktan fırladım.. inanılmaz bir baş ağrısı vardı.. sabahın beşiydi.. yatakta beş on dakika gözlerim kapalı uzandım.. seni düşündüm düşündüm , ağladım , yalvardım sana.. neden dedim neden..

gözlerim yaşla dolu fırladım yataktan , elimi yüzümü yıkayıp üstümü değiştirip attım kendimi arabaya.. o kara şehre doğru sürmeye başladım..  oturduğun mahalleye gidip evine en yakın otobüs durağında seni bekleyecektim..

saat altıyı geçiyordu gazı kökledim.. bir saniyelik gecikme belki seni görememe yol açacaktı..her şey yolunda giderken trafik birden durdu.. kaza olmuş , yolu temizliyorlardı.. sabır sabır dedim fakat küfrettim kendime..

bir süre beklemeden sonra trafik açıldı ve soap kills ‘tango’ diyordu ben iki yüzlere çıkarken.. bir anlık dikkatsizliğim ya da lastik patlaması son ‘tango’m olmasına yol açardı bu hızla giderken ama sensizlikten daha kötü ne olabilirdi ki..

kara şehre girdim son hızla.. şehir merkezini geçtim , arka mahallelere doğru sürdüm , trafik ışıkları hep yeşil yanıyordu ya da ben öyle sanıyordum..

ve senin mahallen ,  siten , durağın göründü sırayla.. hızımı azalttım sitenin olduğu caddeye girdiğimde.. yaklaştıkça kalbim yerinden çıkacak gibi oluyordu.. üç dört senedir böylesini yaşamamıştım.. durakta önce bir beyaz renk yoğunluğu gördüm kalbim çatlayacaktı sanki.. sen hep beyaz giyerdin – ya da mor-.. yaklaştıkça inanamadım sendin duraktaki , elinde laptop çantan , siyah ceketin ve beyaz , bembeyaz pantolonunla işte sendin duraktaki.. aylar sonra seni görüyordum ; kaç saniye , kaç saniyeydi.. bilmiyorum.. yavaşladım.. ve beni fark ettin sende görüş alanına girer girmez , fark etmemen imkansızdı ki.. aylarca bu arabanın içinde yaşamıştık adeta..

ve o an işte o an ,  beni fark ettiğin anda kafanı çevirdin ya..

yok olmak istedim o an , her şey dursun istedim , her şey son bulsun..

ilk dönebildiğim yerden döndüm geriye hemen , inip sana sadece ‘merhaba’ diyecektim ve devam edecektim ama döndüğüm yerde halk otobüsü önüme geçti , otobüs seni almadan onu geçmem lazımdı , geçemedim.. otobüsün arkasından beni görebileceğin şekilde hızla geldim durağa doğru.. ve sen benim geldiğimi gördün.. beni görmene rağmen yavaş yavaş acıyı kalbime sapladın , yokmuşum gibi benim olduğum tarafa bakarak otobüse bindin..

sen önde otobüste , ben arkada arabada şehir merkezine doğru yol almaya başladık..

aylardır kapalı olan telefonlarımdan birini açtım , sana ‘ne kadar komik değil mi birer yabancı gibi sen önde otobüste , ben arkada gidiyoruz’ diye mesaj attım.. kapattım hemen telefonu çünkü zevkle tatmak istiyordum bu acımasız yok sayılışı..

peşi sıra giderken otobüsü bir anda kaybettim bir kırmızı ışıkta salaklığımdan.. ben de direk çalıştığın işyerinin olduğu caddeye gittim , arabayı park edip caddenin girişine koştum.. yürümeye başladım caddenin diğer başına doğru ama yoktun etrafta , yürüdüm yürüdüm yoksun.. bir ara arkamı döndüm işte sen arkamdaydın , sessiz sakin ve hiçbir şey olmamışçasına yürüyordun.. görmüştün beni ve görmezden geldin yine.. ben de yürümeye devam ettim..

bir elinin arkamdan omzuma dokunmasını , seslenmeni bekledim.. caddenin sonu geliyordu yavaş yavaş ve düşündüğüm şey olmadı.. kimse dokunmadı ya da seslenmedi..

caddenin sonuna geldim , ne yapacaktım geriye mi dönecektim ya da hangi yöne gidecektim.. durdum , o an gözlerimi kapattım bir süre beklemek istedim , arkamdan yaklaşıp gözlerimi ellerinle kapatacağını hayal ettim.. zaman yavaşladı sanki.. kalbimin atışları da yavaşladı.. yanımdan , sağımdan , solumdan insanlar , arabalar geçiyordu ve ben gözlerim kapalı bekliyordum.. bana yaklaşan her ayak sesinde heyecanlanıyordum ama hiçbir el kapalı gözlerimi kapamadı..

gözlerimi açarken caddeye doğru döndüm.. seni iş yerine girerken gördüm.. bir yerde durmuş ya benim uzaklaşmamı beklemiştin ya benim ne yapacağımı izlemiştin ya da bir şeyler almak için bir dükkana girip çıkmıştın , yoksa çoktan işyerine girmen lazımdı..

döndüğümle kaldım caddenin başında.. hiçbir yöne kıpırdayamıyordum.. sabahın ayazı zaten donduruyordu.. ben var mıydım gerçekten bu dünyada , şu yaşadıklarım hepsi bir rüya mıydı..

bir süre öylece kalakaldıktan sonra caddeden aşağıya geri yürümeye başladım.. içim kan ağlıyordu.. ‘yok olsam yok olsam yok olsam’ diye sayıklıyordum kendi kendime..

arabanın yanına ulaştığımda son kez geriye dönüp caddeye doğru baktım bir umutla.. ama yoktun..

arabaya bindim..

senden , kendimden  , kara şehirden hızla uzaklaşmaya başladım..

hangi yöne nereye gidecektim ki olmadığım , yok sayıldığım bir dünyada..

bir bankın bile beni acıtıp , ağlattığı ; bankın yanından her geçişimde tüm ağırlığıyla , acımasızlığıyla kalbime saplandığı  şehre mi geri dönecektim..

her köşesinden , her noktasından  senin karşıma çıktığın şehre mi geri dönecektim..

her yerde sen ve senden bir şeyler var..

zaten sen nerede yoksun ki..

benim olduğum her yerde sen de varsın.. kendimden kaçmam lazım.. bir insan kendinden kaçabilir mi.. 

işte kaçıyorum kendimden..

kara şehirden otoyola çıktım , gazın sonuna kadar bastım yüz , iki yüz..

‘follow’ çalıyordu soap kills’ten ve her şeyden  , her yerden , kendimden uzaklaşıyordum..

ne olurdu ki bir merhabanı duyabilseydim..

ne olurdu ki..

bilmiyorum..

ama son bildiğim , öğrendiğim şu oldu : nereye gittiğini bilmez bir halde iki yüz kilometre hızla üç şeritli otoyolda ilerlerken birden önünüzdeki üç şeridin en sağındakinde beton kamyonu , diğerinde tır , en soldakinde de otobüs belirirse her şey birden duvar olur ve son olur.. 

Crockett..

(resim  :VINCENT VAN GOGH , fotoğraf : BLACKHAWK..)

EL SECRETO DE SUS OJOS – Gözlerindeki Sır.. – Juan Jose Campenalla

EL SECRETO DE SUS OJOS – GÖZLERİNDEKİ SIR..

 

Yönetmen : Juan Jose Campenalla

Senaryo : Eduardo Sacheri , Juan Jose Campenalla

Görüntü Yönetmeni : Felix Monti

Müzik : Emilio Kauderer , Federico Jusid

Yapım : Arjantin , İspanya , 2009

Süre : 127 dakika

Oyuncular : Ricardo Darin , Soledad Villamil , Pablo Rago , Javier Godino , Guillermo Francella , Jose Luis Gioia..

 

değerli bir arkadaşımın blog sayfasında okuyunca gittim aldım bu filmi.. onun beğenisine ve tahlillerine son derece güveniyorum..

 

hemen izledim , film gerçekten sıkı bir film , çok beğendim.. şimdi bazıları diyecek ki kardeşim sen de her izlediğini beğeniyorsun.. ama ben her filmi izlemiyorum ki , her filmi izleyecek vaktim yok , keşke olsa.. tavsiyelerden , hakkında okuduklarımdan ve hislerimle yola çıkarak genelde alıyorum tanımadığım , bilmediğim  yapımları.. 

 

oscarla adı anılan filmlere de nedense hiç sıcak bakmam.. lise yıllarımda ‘unforgiven’ı sinemada izlerken uyumamdan ve benimle arkadaşlarımın dalga geçmesinden  kaynaklanıyor belki de.. gerçekten bende bir oscarlı film antipatisi var ama nedenini hala çözemedim.. filmimiz de bu sene ki oscar ödüllerinden nasiplendi ve en iyi yabancı film ödülünü aldı..

filme tekrar geri dönersek : filmimiz güney amerika sinemasına olan hayranlığımı biraz daha arttırdı.. özellikle arjantin kökenli veya arjantin konulu filmler çoğaldı ve bu filmlerin hepsi de üst seviyede yapımlar oluyor.. el secreto de sus ojos en iyilerinden birisi.. koltuğunuza sizi yapıştırıyor ve filmden bir an olsun gözlerinizi ayıramıyorsunuz..

film 1999 yılında başlıyor.. emekli bir savcı yardımcısı olan benjamin esposito bir roman yazmayı düşünmektedir.. romanın konusu uzun süre önce gerçekleşmiş morales cinayetiyle ilgilidir.. kendisini ve hayatını oldukça etkileyen bu davayla iligili eski amiri ve çok sevdiği ama bir türlü açılamadığı irene menendez’in yanına gider.. bu konuyu irene’ye danışır.. irene eski yardımcısına önce karşı çıksa da daha sonra romanı yazması konusunda teşvik eder.. morales cinayeti savcı irene’nin de hayatına büyük etkide bulunmuştur.. bu andan sonra filmimiz geçmişe geri dönüşlerle hayli sürükleyici ve sizi koltuğunuza mıhlayacak kadar gerilimli hale gelir..

arkadaşlığın , sevginin , fedakarlığın , aşkın , adalete olan inancın güzelliklerini filme çok güzel işliyor yönetmen campanella.. bunun yanı sıra askeri darbe sürecinde ülkedeki değişimin nasıl adalet sitemine yansıdığını , kişisel hırs ve intikam istekleri için devlet gücünün nasıl pervasızca kullanıldığını da filmde işliyor campenalla..  arjantindeki askeri yönetimin nasıl insan  hayatının her milimine sızabildiğini ; nasıl insan öldürmenin olağan bir hale geldiğini ve faşizmin gözünü kırpmadan adalet mekanizmasını kendi kişisel çıkarları için nasıl fütursuzca kullanabildiklerini slogan atmadan çok güzel gösterip , o günleri hissettiriyor bizlere..

(fotoğraf : yönetmen ‘campenalla’..)

filmde özellikle öldürülen kadının kocasının karısına duyduğu büyük aşk ve onun ölümünden sonra onun için yaptıkları gerçek aşkın örneklerinden birisini veriyor bizlere.. 

filmin ana karakterleri benjamin ve irene’yi değil de bunların dışında filmde benim en sevdiğim karakter arkadaşı için çaktırmadan ölmeyi göze alan ve ölen alkolik ‘sandoval’ karakteri.. bittim izlerken sandoval’ı.. hele sandoval’ın , savcının bürosunu arayanları her defasında ‘yanlış numara burası kasap , berber , bakkal filan’ diye tersleyip telefonu kapatmaları benim ve ‘dayının’ çoğu zaman yaptığımız şeyler olduğundan gülmekten yıkıldım.. savcının bürosunda geçen sahnelerdeki diyaloglar mükemmel..

filmde bir stadyum sahnesi var ki küçük dilinizi yutabilirsiniz.. kamera gökyüzünden stadyumdaki kalabalığın içine kesintisiz şekilde inerek kahramanları buluyor ve bu andan sonra müthiş bir tek parçalık uzun kovalamaca sahnesi başlıyor..

beni etkileyen sahnelerden birisi de savcı irene ile yardımcısı benjamin’in , katile suçunu itiraf ettirmek için kurguladıkları mizansen ve katili çıldırttıkları sahne..

ama beni en çok etkileyen sahne  öldürülen morales’in karısının katilinin bir gün mutlaka tren istasyonundan evine gideceğini düşünerek istasyonda her gün sabırla beklemesiydi.. geçmişteki ve günümüzdeki bekleyişlerime götürdü beni.. sonsuz bekleyişlerime.. 

neyse filmi olduğu gibi yazmayalım buraya..  bir şey de kalmadı filmden zaten izleyeceğiniz.. şaka şaka , filmde çok yoğun ve karışık bir olay örgüsü var.. ana karakterler ve ana temalar dışında yan karakterler ve ara temalar da var..

filmdeki tek handikap son yarım  saatte artık tamamen filmin nasıl çözülebileceğini hissediyorsunuz.. senaryo burada biraz zayıflıyor ama bu benim bu filme on üzerinden on vermeme engel olmuyor.. iyi seyirler.. 

Crockett..   

 

Filmden unutulmaz replikler :

benjamin : ‘neden hiçbir şey yapamıyorum ? yirmi beş yıldır kendime bunu soruyorum ve yalnızca tek cevabım var :unut gitsin.. başka bir hayattı. bitti. sorma. başka bir hayat değildi. bu hayattı.. işte bu. anlamak istiyorum nasıl boş bir hayat yaşayabilir.. hiçbir şey ile dolu bir hayat nasıl yaşanır.. ‘

sandoval : ‘bir erkek her şeyini değiştirebilir. yüzünü, evini, ailesini, kız arkadaşını, dinini, tanrısını.. yine de değiştiremeyeceği bir şey var benjamin : tutkularını değiştiremez!’

Günün şarkıları :’Sen ve Ben’,’Tiempo Y Silenco’..

bugünün iki şarkısı var..

‘SEN ve BEN..’ – KRAMP

birincisi günlerdir müzik kutumuzdan dinlediğiniz yılların eskitemediği şarkılarıyla rock müziğin güçlü sesi KRAMP grubunun ‘SEN VE BEN’ şarkısı.. 1984 yılında kurulan ve bir çok özgün şarkıya ve albüme imza atan KRAMP’ın şarkılarını zaman eskitemiyor.. Grubun ‘TEK BAŞINA’ şarkısı bir manifestoydu.. ‘SEN ve BEN’ şarkısı ise.. dinleyin de siz karar verin..

SEN ve BEN..

Saçlarımız uçuşsun rüzgarda

Coşalım azgın sularla

Erişelim seninle bulutlara

El ele sen ve ben,

El ele sen ve ben.. 

KRAMP

‘TIEMPO Y SILENCO..’ (ZAMAN ve SESSİZLİK) – CESARIO EVORA  

günün diğer şarkısı da büyük üstat JULIO MEDEM’in bence bir başyapıt olan fakat herkesin burun kıvırdığı veya acımasızca eleştirdiği ‘CAOTICA ANA’ filminin eşsiz müziklerinden sadece birisi olan ‘TIEMPO Y SILENCO’ (ZAMAN ve SESSİZLİK) şarkısı.. filmin müzikleri beni filmin içine hapsetti bırakmadı.. (ayrıca bu filmi niye bu kadar sevdim , niye günlerce izledim bilmiyorum.. belki de filmin başında vurulan ve bir ağıtla gökyüzünden yere çakılan güvercinin gözbebeklerinde hiçliğimi gördüm..) CESARIA EVORA bu şarkıyı söylerken eşsiz sesiyle büyülüyor insanı.. 

 

(Fotoğraf : ‘Caotica Ana..’ – Julio Medem)

TIEMPO Y SILENCO.. 

una casa en el cielo
un jardin en el mar
una alonda en tu pecho
un volver a empezar 

un deseo de estrallas
un latir de gorrión
una isla en tu cama
una puesta de sol

nacer en tu risa
crecer en tu llanto
vivir en tu espalda
morir en tus brazos

tiempo y silencio
gritos y cantos
cielos y besos
voz y quebranto..

ZAMAN VE SESSİZLİK..
Gökyüzünde bir ev..
Denizde bahçe..
Göğsünde bir çayır..
Yeniden başlamak yıldızların isteği
Papağan dövüşü ve yatağındaki ada
Gün batımı… 

Zaman ve sessizlik
Şarkılar ve maniler
Gökyüzü ve öpücükler
Ses ve kayıplar…

gülümseyişinden doğdu
Gözyaşlarında büyüyor
seninle sırt sırta yaşıyor
kollarında ölmek için…

Zaman ve sessizlik
Şarkılar ve maniler
Gökyüzü ve öpücükler
Ses ve kayıplar..

Bu iki güzel  şarkıyı müzik kutumuzdan dinleyebilirsiniz.. şarkıları dinledikten sonra bence koşa koşa KRAMP grubu ile CESARIO EVORA’nın albümlerini almaya gitmelisiniz..

Crockett..