..Bazen bir şeyin , bir kimsenin yokluğunu duyunca bir acı saplanır ya böğrünüze , dün kitaplara dalmışken aynı şeyi hissettim birden.. Hüsnü Arkan’ın Metis’ten çıkmış ve şu anda baskısı olmayan ‘Ölü Kelebeklerin Dansı’ kitabını aradı gözlerim odalara yığılmış kitapların , kitaplıkların arasında.. Ama yok yok yok.. Savaşta kolunu , bacağını kaybetmiş bir hiç gibiydim adeta.. Baskısı olmayan bu kitabı hangi ‘salaklığımla’ vermiştim onu düşünmeye çalıştım.. Hatırladım , ‘bir arkadaşın arkadaşı’ kitap hakkında çok bahsettiği kız arkadaşına kitabı okutmak istiyordu.. Ben de boş bulunu , o anda hangi kafayı yaşıyorsam vermişim kitabı.. Kitap gidiş o gidiş , bir daha geri gelmedi.. Hüsnü Arkan’ı her dinlediğimde kitabı hatırlıyordum ; acısı , yokluğu çöküyordu üzerime.. Kitabı verdiğim arkadaşın arkadaşını da , arkadaşı da bir daha hiç görmedim.. Görmek de istemem , görürsem acılarımı , hissettiklerimi suratlarına haykıracağım..
Baskısı olmayan kitaplarınızı kimseye vermeyin arkadaşlar , okumak isteyenlere de yanınızda okutun kitapları ne derlerse desinler.. Kitaplar , kitabı sahiplenme , bir kitaplık oluşturma bilincini herkes bilmiyor , anlamıyor , hissetmiyor ama buna sahip olanlara saygı duyun lütfen..
Güzel insan Hüsnü Arkan’ı herkes Ezginin Günlüğü’nden bilir muhakkak.. Ama çoğu kişi onun yazar kimliğini bilmez.. Romanları ve şiirleriyle benim vazgeçemeyeceğim yazarlardandır kendisi.. ‘Ölü Kelebeklerin Dansı’ (1998-Metis) , ‘Menekşeler Atlar ve Oburlar’ ( 2001) , ‘Uzun Bir Yolculuğun Bittiği Yer’ (2005) adlı üç romanı , ‘Hiçe doğru’ (2005) şiir kitabı var Hüsnü Arkan’ın..
‘Ölü Kelebeklerin Dansı’ gördüğünüz her kitapçıda (kitapçılarda bulursanız ben kendim size ekstra üç kitap hediye edeceğim , müracaat : aylakadamiz , crockett ) ve sahafta vakit geçirilmeden kapılacak kitaplardandır.. Kaçırmayın , gördüğünüz yerde üzerine atlayın ve parasını öderken okumaya başlayın.. ‘Ölü Kelebeklerin Dansı’nın yeni baskısını kim ve ne zaman yapacak bilmiyorum ama yapacak olan yayınevi büyük övgü alacak okurlara tekrar bu fırsatı sağladığı için fakat benim bildiğim Metis tekrar basıksını yapar bu kitabın. He ya yapar yeni baskıyı Metis , ben şahsımda 100 adet satışına kefilim , kendim yaparım 100 adet satışını , garanti veriyorum.. Zaten günümüzde kitap baskıları 1.000-2.000 arası dolaşıyor maalesef..
‘Ölü Kelebeklerin Dansı’nı gördüğünüz yerde kaçırmayın okuyun , edinebiliyorsanız da hemen alın aylakadamiz ahalisi..
Crockett , aylakadamiz..
(Müzik kutusundan Hüsnü Arkan’ın ‘Bir Yalnızlık Ezgisi’ albümünden ‘Turnalar Nereye Uçar’ı dinleyebilirsiniz , tabi REİS şarkıyı eklemişse..)
Kitap Künye :
Ölü Kelebeklerin Dansı – Hüsnü Arkan , Metis Kitap
144 sayfa..
Kapak Fotoğrafı : Chriss Moore
Kapak Tasarım : Semih Sökmen
İlk Basım (Tek Basım) : Ekim 1998
Kitaptan Tadımlık :
‘Öldüm ve Tanrı burada da yok! Ne yapabilirim?
Ölümden sonra da bir hayat var mı? Binlerce yıldır tüm dinler ve felsefi sistemler bu soruya cevap arıyor. Ama daha dehşet verici bir soru sormak mümkün: Ya ölümden sonra bir hayat varsa ve tıpkı bu hayata benziyorsa, aynı sıkıntıları, aynı anlamsızlık duygusunu, aynı çaresizlikleri tekrar tekrar yaşıyorsak?
Ya ceza ve ödül yoksa?
Ya bize kalacak olan puslu bir belirsizlikse yalnızca?
‘Düşünde kendini bir kelebek olarak gören biri bir kez uyandıktan sonra, bir kelebek olmadığından ve artık düşünde kendini bir insan olarak görmediğinden hiçbir zaman emin olamaz.’
“On Altıncı Gün”,
‘İnsan ölünce sesi ateşe, soluğu rüzgâra, aklı aya, özü etere, saçı otlara karışır. Peki insanın kendisi nerde? Elini ver dostum, bu sırrı ancak sana açıklayabilirim.’
– Upanişadlar
‘Rab kendi kavminden razıdır.
Hor görülenleri kurtuluşla güzelleştirir.
İnananlar izzet içinde sevinçle coşsunlar
Yataklarında sevinçle mırıldansınlar
Rabbin tekbirleri ağızlarında
Ve ellerinde iki ağızlı kılıçları
Milletlerden öç alsınlar
Ve ümmetleri tedip etsinler
Krallarını zincirlerle bağlasınlar
İleri gelenlerini demir bukağılarla
Ta ki, yazılmış olan hükmü
Onlara karşı yürütsünler.’
– Mezmur
Bugün ölümümün on altıncı günü. 26 Nisan 2018…
Ölümümün on altıncı gününde anılarımı yazmaya karar verdim ben.
Öldükten sonra karşılaştığım insanlar, anılar evinde gezinmenin bir ölüye hiçbir yarar sağlamayacağını söyledilerse de onlara inanmadım.
Önce Doktor Sematyen gördü beni. Elimde bir defterle bir kalem vardı, yazacaklarıma başlamak üzere odama gidiyordum.
“Nereye böyle?” dedi.
“Hiç,” dedim, “yaşadıklarımı yazmaya gidiyorum.”
Meğer, bir ölünün anılarını yazması görülmemiş bir şeymiş, hatta saçmalıkmış.
Bugün öğleden sonra, Doktor Sematyen’le birlikte kaldığımız eve, yani Doktor Sematyen’in evine, genç bir papaz geldi. Söylememe gerek yok, o da bir ölü… Anılarımı yazacağımı duyunca heyecanlandı ve şöyle dedi:
“Bu konuda Tanrı’nın kesin bir yasak koymuş olduğunu sanıyorum.”
Bu yasağın hem kesin hem de sanılabilir bir şey oluşunu anlayamadığımı söyledim ona. O zaman Doktor Sematyen araya girdi.
“Din adamları kutsal kitapların diliyle konuşmaya bayılır,” diyerek durumu açıklamaya çalıştı.
Aslında ikisinin de kötü niyetli olmadıklarını biliyorum. Acı çekmemi istemiyorlar, hepsi bu. Ölmüş olduğumu hâlâ kabullenemediğimi düşünüyorlar, belki de depresyona girmemden korkuyorlar.
Oysa yanılıyorlar. Ben anılarımı yazmaya, ölmüş olduğumu, kesin olmasa da şöyle ya da böyle kabul etme noktasına geldiğim bir anda karar verdim. Bu nedenle, yazacaklarım herhalde bir tür kabul bildirgesi olacak. Ya da hiçbir şey olmayacak, ne bileyim? Hayatıma ve ölümüme ait her şeyi anladığım gün yırtıp atacağım belki onları..
Doktor Sematyen’le daha önce de konuştuk bu konuyu. Yazmamam gerektiğini daha önce de söyledi bana. Bugüne dek onun öğütlerine uydum. Başka türlü de davranamazdım zaten! Benden daha eski bir ölü o. Daha yaşlı, daha deneyimli… Ölülere nelerin acı verdiğini, ruhsal çöküntünün bir ölü için ne anlam taşıdığını biliyor. Onun, ölü töreleriyle gözümü korkutmaya çalışmasını anlayışla karşılıyorum. Fakat öte yandan, kendi yaşamımı, yani kendi ölümümü kendi kararlarımla yönlendirmek istiyorum. Genç bir adamım ben. Serseri ruhlu biri olduğumu kimse söyleyemez ama biraz çaba gösterirsem düşlerimin peşinde koşmayı pekâlâ göze alabilirim.
Henüz hiçbir şeyden emin değilim; öldüğümden, yaşadığımdan, yaşamış olduğumdan… Tıpkı Sematyen’in sözünü ettiği, çok eski çağlarda yaşamış şairin dediği gibi;
“Düşünde kendini bir kelebek olarak gören biri bir kez uyandıktan sonra, bir kelebek olmadığından ve artık düşünde kendini bir insan olarak görmediğinden hiçbir zaman emin olamaz.
Bu sabah uyandığımda, kendimde bir farklılık hissettim. Farkın ne olduğunu tam olarak anlatamayacağımı biliyorum, çünkü tam olarak ben de anlamış değilim.
Birden uyandım bu sabah. Yataktaydım. Kendimi tuhaf düşünceler içinde kıvranırken yakaladım o anda. Şöyle mırıldanıyordum; bir ölüysem ve hep böyle kalacaksam, bir süre sonra düşüncelerim ve davranışlarım birtakım yeni alışkanlıklarla belirlenecektir. Evet, hayat gibi ölüm de bir alışkanlıktır. Bu yüzden, anılarımı yazmak istiyorsam hemen yapmalıyım bunu, çünkü yarın çok geç olabilir…
Bir daha karşılaşırsam Sematyen’in papaz dostunun sözlerini de ciddiye almayacağım.
Aslına bakılırsa, Tanrı ve onun yasaklarıyla ilgili sözleri hiç etkileyici değildi. O, eninde sonunda bir papaz, bu gerçeği Tanrı’ nın kendisi bile değiştiremez. Bulunması gereken yerde o. Olması gereken tarafta. Nasıl düşünmesi uygun görülmüşse öyle düşünüyor. Tanrı’yla öldükten sonra bile hiç karşılaşmamış olmasına rağmen, onun varlığına inanmaktan duyduğu hoşnutluk, kendisine yalnızca aptalca bir gülümseme değil sonsuz bir iç rahatlığı da kazandırmış.
Deli doktoru Sematyen’e gelince… Şu on altı gün içinde onu yeterince tanıdığımı söyleyebilirim. Herkes bilir ki, aynı evi bir başkasıyla üç gün paylaşan biri, dördüncü gün o bir başkasının dışa vurulmayan iç çekişlerini de duymaya başlar; hatta denebilir ki, bu iki kişinin iç çekişleri günden güne birbirlerininkine benzer.
Doktor’un içler acısı halinin anlaşılmayacak bir yanı yok aslında. Gördüğüm kadarıyla, bir ateist olarak Tanrı’nın yokluğundan hiç hoşnut değil. Ayrıca, bugüne dek bunu açıkça kimseye söylememiş olması, bunalımını daha da ağırlaştırıyor. Papaz’ın sözlerinin benden çok onu etkilemesi başka nasıl açıklanır?
“Bazen kutsal kitaplar da doğru söyler,” dedi Papaz gittikten sonra.
Sanırım bağışlanmayı hazmedemiyor Doktor. Belki de bu yüzden hata yapmadan yaşadığını sanıyor.
Bir sabah uyandığında inanıvermeye başlayacak sanki. Dini bütün bir adam olacak o gün. Kendinde, hata yapma yeteneğine sahip yeni bir Sematyen keşfedecek, her hatasında Tanrı’ya sığınacak ve sonunda günahkâr ya da işin gerçeği ahlaksız biri olacak; işte bundan korkuyor.
Bana kalırsa aptalca bir takıntı bu. İlle de bir şeye inanmam gerekiyorsa Tanrı’nın bağışlayıcılığına inanırım ben! Ayrıca inanıyorum da buna. Böylece huzurlu oluyorum. Bir çocuk kadar huzurlu, bir ermiş kadar huzurlu, hatta bir inek kadar huzurlu… Eğer Tanrı’ya inanmış olsaydım, bu inanç herhalde ancak bu kadar huzur verebilirdi bana.
Sematyen, kendi boşluklarını dolduracak, bazen de kendi kişiliğinin yerine koyabileceği sihirli bir şey arıyor aslında. Hayata bakışı, protez eşya satan bir dükkânın önünde duran kolsuz bir adamın vitrini seyredişine benziyor. Yalnızca hayata değil, ölüme ve Tanrı’ya bakışı da öyle. Onun sorunu Tanrı’nın olup olmaması da değil bence. Tanrı’yı nereye koyacak? İşte bunu bilemiyor. Umutlarının yerine mi, umutsuzluklarının yerine mi?
Beni, anılarımı yazmaktan vazgeçirebilmek için söylediği şu son sözler, onun bütün bu iç karışıklığıyla nasıl başedebildiğini göstermesi açısından ilginçtir.
“Bizim durumumuz bir mektubun içeriğine benziyor,” dedi. “Yalnızca ilgilileri ilgilendirdiği için zarfın içinde kalmalı ve hiç açılmamalı. Sen dağıttığın mektupları açıyor muydun?”
Sırası gelmişken belirteyim, sağlığımda posta dağıtım memuruydum ben. Arada bir, can sıkıntısından başkalarının mektuplarını açıp okuduğum olurdu.
“Bazen,” diye yanıtladım Doktor’u, “ama her zaman değil.”
Bu durumda boyun eğmekten başka yapabileceği bir şey yoktu. O da öyle yaptı.
“Sen ahlaksızsın,” dedi bana.
Tanrısal huzuru başka şeylerde arayan ateistler için en güvenli yoldur bu; bir şeye boyun eğmen gerekiyorsa kendi ilkelerine göre boyun eğ!
Yazdıklarımdan, Tanrı’yla aramda sorun olduğu gibi bir sonuç çıkarılmasını istemem. Ondan, böyle gelişigüzel ve ısrarla söz etmemin tek nedeni, acılarımın anlayışla karşılanmasını umut ediyor olmamdır. Öldüm ve Tanrı burada da yok! Ne yapabilirim?..’