Archive for Ocak, 2010

Beyond İstanbul 2 – Urban Sounds of Turkey

01. Fairuz Derin Bulut & Ceza – Zerk-I Ziyan (05:04)
02. BirkiUec – Ilimon Ektim Tasa (02:56)
03. Orientation – Sen Gueluence (04:52)
04. Sema – Hasret (04:00)
05. Zafer Erdas – Karahisar Kalesi (03:55)
06. Sultan Tunc – Deniz Gezmis Oynicam! Fest. Yuzzuf Kenan Billy G. (03:38)
07. DJ Ipek Ipekcioglu & DJ Pasha va Baba Zula – Istanbul Cocuklan (06:09)
08. Asik Veysel – Konusma/Talk(1894) (03:54)
09. Mira – Eve Doenmeliyim Wonderstar Remix (04:27)
10. Norrda – Infinite Face (03:44)
11. Camur – Halim Oeyle (03:18)
12. Burcu & Something About Reptiles – Yueksek Yueksek Tepelere (05:52)
13. Osman Ismen Project – Sahara Gypsy Song (06:19)
14. Kirika – Kaba Saz (03:32)
15. Sevil Oeztatli – Seks Seks Seks (03:55)
16. Sultana – Dibidik (03:23)
17. Gevende – Anonim (05:05)
18. Bajar – Nana (02:56)

Modern Talking – 25 Years Of Disco-Pop – 2010

CD 1:
01. Youre My Heart, Youre My Soul
02. Cheri Cheri Lady
03. Brother Louie
04. Geronimos Cadillac
05. In 100 Years
06. Jet Airliner
07. You Can Win If You Want
08. Just We Two (Mona Lisa)
09. Atlantis Is Calling (S.O.S. For Love)
10. Sweet Little Sheila
11. One In A Million
12. Give Me Peace On Earth
13. Keep Love Alive
14. In 100 Years (Long Version – Future Mix)
15. Brother Louie (Metro Club Mix)
16. Ryan Simmons Lucky Guy (Special-DJ-Mix)
17. Youre My Heart, Youre My Soul (Paul Mastersons Extended Remix)

CD 2:
01. TV Makes The Superstar
02. Sexy Sexy Lover
03. Youre My Heart, Youre My Soul
04. China In Her Eyes
05. You Are Not Alone
06. Brother Louie
07. Dont Take Away My Heart
08. Ready For The Victory
09. Win The Race
10. Last Exit To Brooklyn
11. No Face No Name No Number
12. Mystery
13. Juliet
14. Higher Than Heaven (U Max Mix)
15. Space Mix ’98

UZUN YAĞMURLARDAN SONRA..- GÜLTEN AKIN

UZUN YAĞMURLARDAN SONRA 
Sen yağmurlu günlere yakışırsın
Yollar çeker uzak dağlar çeker uzak evler
Islanan yapraklar gibi yüzün ışır
Işırsa beni unutma
 
Alır yürür sıcak mavisi gökyüzünün
Kuşlar döner uzun yağmurlardan sonra bir gün
Bir yer sızlar yanar içinde büsbütün
Her şeye rağmen ellerin üşür
Üşürse beni unutma
 
Yeni dostlar yeni rüzgârlar gelir geçer
Yosun muydum kaya mıydım nasıl unuttular
Kahredersin başın önüne düşer
Düşerse beni unutma 

GÜLTEN AKIN

(Dün gece sabaha kadar rüyamda defalarca gördüğüm İKİZİME..)

BAJAR – NÊZBE / YAKLAŞ

BAJAR – NÊZBE / YAKLAŞ (KALAN MÜZİK)

(GECİKMİŞ BİR ALBÜM TANITIM YAZISI.. ÖZÜRLERİMLE..)

Albüm çıkalı aylar oldu.. Çıktığı gün albümü almama rağmen ve son zamanlarda en çok dinlediğim albüm olmasına rağmen (özellikle b’xatirê te , berfin ve davetsiz misafir şarkıları..) aylardır Aylakadamız’a bu grubu ve albümü tanıtan bir yazı yazmadığım için BAJAR grubundan ve albüme katkıları olan herkesten özür diliyorum..

BAJAR (bajar : kürtçe şehir demek) grubunun NEZBE – YAKLAŞ albümü KALAN MÜZİK’ten 2009 Haziran ayı sonlarında çıktı.. Albümde Kürtçe ve Türkçe  12 şarkı var.. Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu bünyesinde faaliyet gösteren ve KARDEŞ TÜRKÜLER’den de tanıdığımız VEDAT YILDIRIM’ın ve BURAK KORUCU’nun (KAZIM ÖZ ustanın BAHOZ/FIRTINA filminde BEKLE BİZİ İSTANBUL şarkısını yorumlayışı mükemmel , Burak Korucu’nun bu yorumunu bulun bir yerden dinleyin) da aralarında bulunduğu grup  Vedat Yıldırım (vokal) , Burak Korucu (vokal),  Emre Kula (gitar), Ferhat Güneş (klavye) , Ari Hergel (bas), Erdem Göymen (davul)’den oluşuyor.

Folk-rock üslupta , ortadoğu ezgileriyle bezeli şarkılar sözleriyle de insanı büyülüyor.. Yıllar süren çalışmaların güzel ürünlerini severek dinleyeceksiniz, emin olun pişman olmayacaksınız (Aylakadamız garantisi veriyoruz, garantimiz süresizdir..) Hala albümü satın alıp dinlemediyseniz kendinize bir güzellik yapın ve albümü hemen gidip satın alın.. İyi dinlemeler..

‘Fırat Suyu Marmara’ya karıştı..(Ava Firatê tevlî Marmarayê bû..)’ – APÊ MUSA

BAJAR – NÊZBE / YAKLAŞ

1-berfîn (kardelen)
2-elhamdülillah (elhamdûlilleh)
3-îşportecî (işportacı)
4-na na (yok yok)
5-davetsiz misafir (mêvanê bêdawet)
6-b’xatirê te (hoşçakal)
7-heq heq (hak hak)
8-kem küm (mizemiz)
9-ogit (nasihat)
10-emele (amele)
11-mîrkut (tokmak)
12-bawanim (kurbanın olayım)

B’XATIRÊ TE 

b’xatirê te
wê rengê esmanê sor dibe yarê
wê min re jî rê xuya dike yarê
para min a îro jî veqetîn e…jaro jaro
êdî biyanî cîrana min e

wê riya dûr û nenas
bextê min girt yarê
bext li ber min girt yarê
hişê min bû graveke mezin
distirên zimanên hesûd
kilama veqetinê
de ax û eman ya min e…

xatûnê bi xatirê te lê
şekirê navê desmalê
hevalê porsora minê
rûkê şox û şengîyê

bihuşta me li dû maye, li dû maye
emrê bihara me qediyaye
rê bang min dike, çavê min zîz e
nayê red kirin ew qeder e…

Çevirisi :

hoşça kal..
gün dönerken kızıla
bize de yol göründü..
bugün payıma düşen ayrılık
yabancı eller dostum artık..

uzak, bilinmez yollar
bahtımı kararttı.
fikrim büyük, yalnız bir ada..
haset diller ayrılık şarkısı söyler
“âh”lar “aman”lar benim.

hoşça kal..
yazmanın içindeki şeker
dostum, kızıl saçlım
şen yüzlüm
hoşça kal..

cennetimiz uzakta
baharımız tükendi
yollar çağırıyor
gözlerim suskun..
kaderden öte yol yok bize..

DAVETSİZ MİSAFİR

çağırmışsın ey şehir
duyuyorum
duyuyor..
sen kadim, bense acemi
büyüyorum
büyüyor..
kamaştı gözlerim ışıklarından
arandım sakin yollarında
geziyorum..

bajarê dilê min kîjan e ax kîjan e
dîwana serpêhatiya min kîjan e ax kîjan e
birîna min kê dûrand
hişê min kê zelal kir
ez dizanim…

ALBÜM KAPAĞINDAN :

‘..Davetsiz misafirler, yeni şehirler, caddeler, sokaklar; fırsatını bulup geri dönenler; rızkını burada arayanlar..

Kendi renginde, dilinde açmak isteyen çiçekler; tamtam seslerinden iflahı kesilenler, kem küm edenlere tahammülü kalmayanlar..

Çimentonun harcını karar iken “neden benim de bir evim yok!” diye dert yanan ameleler..

oyuncak hayaliyle tezgâhının başında rüyalara dalan işportacı çocuklar..

Coğrafyalar değişse de aşkın kadim kurallarına uyan âşıklar..

Bir yaklaşsak ,kim bilir daha neler göreceğiz, neler.. 

Bajarê  te çi dibêje…

Wek turikê derwêşan dinya me hemû li pişta me

Xuroş bûye ji xeyalan, yek jî av û hewaya xudâ

Nenasî bû zehmetek mezin, pêşîn; lê çemberê teng xira bû û teqiya

Giha di bin kevir de namîne, kevir hol bû kulîlk vejiya..’

BAJAR

OF NOT BEING A JEW..- İSMET ÖZEL

OF NOT BEING A JEW

…………

Herkesin bahanesi var, senin yok
günahlı bir gölgenin serinliğinde
biraz bekleyebilirsin, daha sonra
burada kalamazsın, başa dönemezsin
ama dön
Eve dön! Şarkıya dön! Kalbine dön!
Şarkıya dön! Kalbine dön! Eve dön!
Kalbine dön! Eve dön! Şarkıya dön!
Eve dönmek
kendime sarkıntılık etmekten başka nedir?
orada, arada bir beni yoklar
intihara ayırdığım zamanlar
bunlar temiz, kül bırakan zamanlardır
düzgün sabuklamalardan bana kalan..
Evde
anlaşılmaz bir tını
bilmem nereden gelir
uykumdan? kanımdaki çakıldan? unutkanlığımdan?
bilemem Yahudi değilim
gizli bir yerde genizam yok
bilemem insan nerenin yerlisidir
ömrüm burada
bütün Yahudiler gibi
raflara doğru, çekmecelere
sahanlıklara doğru geçti
yabancı ellerde çitilenmekten korunmak için
bir sıvaydım kendime kendi ellerimde
tıpkı Yahudiler gibi
buraların yerlisi ben değilim.
Şarkıya dönersem ense köküm seyrelecek

……….. 

Çocuklar acıları paylaşmaz demiştim omuz silkerek
acılardır paylaşan çocukları
gün geldi paylaşıldı acılar
çocuklar paylaşıldı

bana bırakılan neyse ona burun kıvırdım
gittim bir kuyudan su çektim
halka boynumdan geçti
geçti boynuma kemend
d harfine bak dedim
nasıl da soylu duruyor sonunda kelimenin
harfe bak, harfe dokun, harfin içinde eri
harf ol harfle birlikte kıyam et
harf of harfler ummanına bat
çünkü gördüm ne varsa sonunda kelimenin
çünkü böndür altında kaldığım töhmet
uğradığım kinayeler bön ve berbat.

…………

 

Sen ve yağmur.
Başa dönemezsiniz.
Öyle bir yol yürüdünüz ki ancak
dönüş yolunu yokederek gelebilirdiniz
inişiniz bir iniş olurdu başa dönmemecesine.
Yağmur yalnız yağarken yağmurdur
sen yalnız senken sensin
burada kalamazsın ve başa dönemezsin
gitmek zorundasın
kovalanan bir Yahudi gibi
ama Yahudiler gibi kendinle kalamıyorsun
herşey çok yetersiz senin için
herşey sana çok fazla
ayıklarsan ayık durabiliyorsun
aranı açıyorsun kendinle
eşyayı araladıkça
uyanmanın bedeli serapları fedadır
uykuyu tadayım dersen
kâbusa dalmak pahasına.
Tarihe dersini vermen gerek
yoldan ayrılamazsın
yediremezsin sokulmayı kendine
tabiatın apışaralarına
ne yıkılmış bir tapınağın suskunluğu
durdurabiliyor seni
ne gürültülü bir havra.
Yükün ağır.
He’s so heavy
just because he’s your brother.
Kardeşlerin pogrom sana.
Dostlarının eşiğine varınca başlıyor
senin diasporan.
Herkesin bahanesi var, senin yok
günahlı bir gölgenin serinliğinde
biraz bekleyebilirsin, daha sonra
burada kalamazsın, başa dönemezsin
ama dön
Eve dön! Şarkıya dön! Kalbine dön!
Şarkıya dön! Kalbine dön! Eve dön!
Kalbine dön! Eve dön! Şarkıya dön!
Eve dönmek
kendime sarkıntılık etmekten başka nedir?
orada, arada bir beni yoklar
intihara ayırdığım zamanlar
bunlar temiz, kül bırakan zamanlardır
düzgün sabuklamalardan bana kalan..
Evde
anlaşılmaz bir tını
bilmem nereden gelir
uykumdan? kanımdaki çakıldan? unutkanlığımdan?
bilemem Yahudi değilim
gizli bir yerde genizam yok
bilemem insan nerenin yerlisidir
ömrüm burada
bütün Yahudiler gibi
raflara doğru, çekmecelere
sahanlıklara doğru geçti
yabancı ellerde çitilenmekten korunmak için
bir sıvaydım kendime kendi ellerimde
tıpkı Yahudiler gibi
buraların yerlisi ben değilim.
Şarkıya dönersem ense köküm seyrelecek
ağdası çözülecek bana aşktan bulaşan kozlarımın
şehrin insanları yumruklarımda beyaz bulut
yolun çamurunda revnâk-ı bahar bulacaklar
ben şarkıya dönünce
boğazlarındaki boğum insanların epriyecek
ve onun yerine her günkü işleri yaparken
kepenkleri kaldırırken, silerken tezgahı
kalbe gizlice batan kıymık geçecek

şarkıya dönersem, yanık bir şarkıya
holokost neymiş meğer
herkes bilecek.
Kalbime döneceğim, ama hangi yolla?
Yedeğimdeki okunaksız
şarapla lekelenmiş, solgun harita
uyduruk bir şey mi bilmiyorum
yoksa sahiden definenin yeri
gösteriliyor mu orada?
Ama boş ver… Nasıl bir ilgi olabilir
kalbe dönmekle define bulmak arasında?
Lâkin ben inerken her dönemeçte
bir parçasını ele geçirdiğim
her molada, her zorlanışında nefesimin
her ayak sürçmesinde çiziktirdiğim haritamın
bütün paftalarında sabit mürekkeple işaretlenmiştir
nerelerde kıraçlaşır
rahminde levendane öcün tohumları yatan gece
güneşin şifa diye bilinen ışıkları
nerelerde kıyıcı bir zehre çevrilir…
Haritamda caddeyi ürpertiye açacak
bir kaç kaçıktan başka nirengi noktası yok.
Açıkça gösteriyor haritam farkı nedir
bir cenaze kalkarken yağan yağmurun
bir hükümet darbesinden sonra yağan yağmurdan.
Yağmalar belli ki kim bulsa defineyi, umurumda mı
ben kalbime döneceğim fokurdayıp pörtlemek için
hep fokurdak ve pörtlek kalacağım kalp içinde
canı sıkkın kızların yüzlerinden
döşünden ahı kalmış delikanlıların
dünyaya habire pörtleyeceğim
evlerin olanca tınısı dindiği zaman
kısıldığı zaman bütün şarkıların kanatları
fokurtum dokunacak herkese yedi ırkın kavşağından.
Yahudi değilsem bile
bende Yahudalık da mı yok-
Kimi öptüm de kurtuldu çarmıha çakılmaktan? 

İSMET ÖZEL (Of not being a jew şiirinden..)

(Şule Yayınları , 2008) 

OKUMAK..-HASAN ALİ YÜCEL

OKUMAK..

Kültürü çok geniş, değerli bir dostum bana diyordu ki: Artık benim için yeryüzünde bir tek eğlence kaldı: Okumak. Ne danstan, ne toplanmalardan, hiçbir şeyden tatlı bir duygu alamıyorum. İnsanlardan kaçan yabanî bir mahluk oldum.

Bu duyuş, belki sinir bozukluğundan ileri geliyor. Yalnız doğru bir tarafı var ki, o da bu dostumun her tatlı duyguya karşı taş gibi donuk ve soğuk kaldığı halde okumaktan kendini alamamasıdır. Demek ki kültürlü bir insan için; düşünen, anlayan, öğrenmek isteyen bir kimse için her eğlence geçilebiliyor, hepsi sönüp gidiyor; yalnız okumak kalıyor.

Öyle ise okumak nedir, nasıl bir iştir ki böyle sürekli ve kolay ölmeyen bir tadı var?

Yazı, bir türlü ölümü ortadan kaldıramayan insanoğlunun ölüme karşı bulabildiği tek çaredir. Yazı, zekânın fotoğrafıdır. Çağlardan çağlara, ellerden ellere geçe geçe bütün tarihi aşıp gelir. Onda, insan hayatının her yaprağı üstünde gezen gözlerin ışıkları, düşünen kafaların gölgeleri bulunur.

Güzel yazılmış bir yazıyı okumak, sönüp gitmiş bir varlığın fotoğrafına bakmak gibidir. Daha doğrusu, donup kalmış, sessiz bir fotoğraf değil; konuşan, düşündüklerini anlatan canlı ve sesli bir sinema. Onun içindir ki yazı, birçok olamamazlıkları olur yapmıştır.

İyi bilmeliyiz ki okuduğumuz her satır, kafamızın içinde yeni bir düşünce âlemi yaratır. Ya eski düşüncelerimizi yerinden oynatarak onları canlandırır ya yeni bir düşünce ile varımızı artırır. Kitap, en gerçek bir dosttur. Dalgınlığa vurmadan okunan güzel bir kitaptan sonra, tıpkı çok sevdiğimiz bir arkadaşla konuşmaktan aldığımız tadı duyarız. Ona her an davetli gibiyizdir. Çağırmasına gitmesek bile o yine darılmaz, bıkmadan usanmadan bizi bekler. Biz yanına gidinceye kadar gözleri gözlerimize tatlı tatlı güler; açmaya ve çevirmeye başladığımız beyaz yapraklan sevinçten ellerimizi okşar.

Okunacak şeyin ne değerde olduğunu kitapsız, gazetesiz kaldığımız zaman çok iyi anlarız. Hele yalnızlıkta… Mütareke içinde İngilizlerin Malta’ya sürdükleri yurttaşların pek çoğu gazetesizlik ve kitapsızlığı yiyecek ve içeceksiz kalmak kadar acı bulmuşlardır.

Bir an kendinizi tek başına bir odaya kapatılmış olarak düşünün. Biraz ekmek ve su bulduktan sonra ilk arayacağımız şey dilimizden anlayan, konuşacak bir insandır, değil mi? Bu his, içinde yaşadığımız cemiyetten uzak kalmanın verdiği manevi açlığımızın giderilmesini istemekten ve başka insanlarla olan bağımızın koparılması kaygısından başka ne ifade eder?
Yalnızlıkta, dost ve arkadaş yokluğunun yerini ancak kitap tutabilir. Bulabildiğimiz kitabı yazan, sizin bu tek başına kaldığınız anda konuşabileceğiniz tek arkadaş değil midir?

Yazık okumaya alışmamış, onun tadını almamış olanlara. Onlar, ıssız bir âlemde, yapayalnız yaşayan mahluklardır.

HASAN ALİ YÜCEL  (1938-1946 arası Milli Eğitim Bakanı , Şair CAN YÜCEL’in babası , güzel insan..)

(Pazartesi Konuşmaları – Remzi Kitabevi , İstanbul , 1937 )

HAYATTA BEN EN ÇOK BABAMI SEVDİM

Hayatta ben en çok babamı sevdim.
Karaçalılar gibi yardan bitme bir çocuk
Çarpı bacaklarıyla – ha düştü, ha düşecek –
Nasıl koşarsa ardından bir devin,
O çapkın babamı ben öyle sevdim.

Bilmezdi ki oturduğumuz semti,
Geldi mi de gidici – hep, hepp acele işi! –
Çağın en güzel gözlü maarif müfettişi.
Atlastan bakardım nereye gitti,
Öyle öyle ezber ettim gurbeti.

Sevinçten uçardım hasta oldum mu,
40’ı geçerse ateş, çağ’rırlar İstanbul’a,
Bi helallaşmak ister elbet, diğ’mi, oğluyla!
Tifoyken başardım bu aşk oy’nunu,
Ohh dedim, göğsüne gömdüm burnumu.

En son teftişine çıkana değin
Koştururken ardından o uçmaktaki devin,
Daha başka tür aşklar, geniş sevdalar için
Açıldı nefesim, fikrim, canevim.
Hayatta ben en çok babamı sevdim.

CAN YÜCEL

(Hasan Ali Yücel ve oğlu Can Yücel..) 

yine karlı bir 24 ocak günü.. UĞUR MUMCU..

SESLENİŞ..

Dağ gibi karayağız birer delikanlıydık. Babamız sırtında yük taşıyarak getirirdi aşımızı, ekmeğimizi.
Arabalar şırıl şırıl ışıklarıyla caddelerden geçerken bizler bir mumun ışığında bitirirdik kitaplarımızı. Kendimiz gibi yaşayan binlerce yoksulun yüreğini, yüreğimizde yaşayarak katıldık o büyük kavgaya. Ecelsiz öldürüldük. dövüldük, vurulduk, asıldık.

Vurulduk ey halkım, unutma bizi…

Yoksulluğun bükemediği bileklerimize çelik kelepçeler takıldı. İşkence hücrelerinde sabahladık kaç kez. İsteseydik, diplomalarımızı, mor binlikler getiren birer senet gibi kullanırdık. mimardık, mühendistik, doktorduk, avukattık. yazlık kışlık katlarımız, arabalarımız olurdu. Yüreğimiz, işçiyle birlikte attı. Yaşamımızın en güzel yıllarını, birer taze çiçek gibi verdik topluma. Bizleri yok etmek istediler hep. Öldürüldük ey halkım unutma bizi…

Fidan gibi genç kızlardık. Hayat, şakırdayan bir şelale gibi akardı göz bebeklerimizden. Yirmi yaşında, yirmi bir yaşında, yirmi iki yaşında, işkencecilerin acımasız ellerine terk edildik. Direndik küçük yüreğimizle, direndik genç kızlık gururumuzla. tükürülesi suratlarına karşı bahar çiçekleri gibi taptaze inançlarımızı fırlattık boş birer eldiven gibi. Utanmadılar insanlıklarından, utanmadılar erkekliklerinden. Hücrelere atıldık ey halkım, unutma bizi…

Ölümcül hastaydık. Bağırsaklarımız düğümlenmişti. Hipokrat yemini etmiş doktor kimlikli işkencecilerin elinde öldürüldük acımaksızın. Gelinliklerimizin ütüsü bozulmamıştı daha. Cezaevlerine kilitlenmiş kocalarımızın taptaze duygularına, birer mezar taşı gibi savrulduk. Vicdan sustu. Hukuk sustu, insanlık sustu.

Göz göre göre öldürüldük ey halkım, unutma bizi…

Kanserdik. Ölüm, her gün bir sinsi yılan gibi dolaşıyordu derilerimizde. Uydurma davalarla kapattılar hücrelere. Hastaydık. yurtdışına gitseydik kurtulurduk belki. Bir buçuk yaşındaki kızlarımızı öksüz bırakmazdık. Önce kolumuzu, omuz başından keserek yurtseverlik borcumuzun diyeti olarak fırlattık önlerine. sonra da otuz iki yaşında bırakıp gittik bu dünyayı, ecelsiz.

Öldürüldük ey halkım, unutma bizi…

Giresun’daki köylüler, sizin için öldük. Ege’deki tütün işçileri, sizin için öldük. Doğudaki topraksız köylüler, sizin için öldük. İstanbul’daki, Ankara’daki işçiler sizin için öldük. Adana’da, paramparça elleriyle, ak pamuk toplayan işçiler, sizin için öldük.

Vurulduk, asıldık, öldürüldük ey halkım, unutma bizi…

Bağımsızlık, Mustafa Kemal’den armağandı bize. Emperyalizmin ahtapot kollarına teslim edilen ülkemizin bağımsızlığı için kan döktük sokaklara. mezar taşlarımıza basa basa, devleti yönetenler, gizli emirlerle başlarımızı ezmek, kanlarımızı emmek istediler. Amerikan üsleri kaldırılsın dedik, sokak ortasında sorgusuz sualsiz vurdular.

Yirmi iki yaşlarındaydık öldürüldüğümüzde ey halkım, unutma bizi…

Yabancı petrol şirketlerine karşı devletimizi savunduk; komunist dediler. Ülkemiz bağımsız değil dedik; kelepçeyle geldiler üstümüze. Kurtuluş Savaşında emperyalizme karşı dalgalandırdığımız bayrağımızı daha dik tutabilmekti bütün çabamız. bir kez dinlemediler bizi. Bir kez anlamak istemediler.

Vurulduk ey halkım unutma bizi…

Henüz çocukluğumuzu bile yaşamamıştık. Bir kadın eli değmemişti ellerimiz. bir sevgiliden mektup bile almamıştık daha. bir gece sabaha karşı, pranga vurulmuş ellerimiz ve ayaklarımızla çıkarıldık idam sehpalarına. herkes tanıktır ki korkmadık. İçimiz titremedi hiç. Mezar toprağı gibi taptaze, mezar taşı gibi dimdik boynumuzu uzattık yağlı kementlere.

Asıldık ey halkım, unutma bizi…

Bizi öldürenler , bizi asanlar, bizi sokak ortasında vuranlar, ağabeyimiz, babamız yaşlarındaydılar. ya bu düzenin kirli çarklarına ortak olmuşlardı ya da susmuşlardı bütün olup bitenlere. öfkelerini bir gün bile karşısındakilere bağırmamış insanların gözleri önünde öldürüldük. Hukuk adına, özgürlük adına, demokrasi adına, batı uygarlığı adına, bizleri, bir şafak vakti ipe çektiler.

Korkmadan öldük ey halkım, unutma bizi…

Bir gün mezarlarımızda güller açacak ey halkım, unutma bizi…Bir gün sesimiz, hepinizin kulaklarında yankılanacak ey halkım, unutma bizi.

Özgürlüğe adanmış bir top çiçek gibiyiz şimdi., hep birlikteyiz ey halkım, unutma bizi,
unutma bizi,
unutma bizi…

 UĞUR MUMCU – (CUMHURİYET , 25.08.1975)

OKU ! – ÖZGÜR MUMCU

OKU ! 

Türkiye’nin nesi meşhurdur diye soran bir yabancıya gönül rahatlığıyla “Özellikle ocak ayında işlenen siyasi cinayetleri” cevabını verebilirsiniz. Ülke tanıtımını layıkıyla yerine getirmenin huzurunu duymak için vermeniz gereken cevap bu kadar basit.
Metin Göktepe, Hrant Dink, Uğur Mumcu, Gaffar Okan, Muammer Aksoy içinde bulunduğumuz bu ay katledildi. 31 Ocak günü Ankara’da olmasaydı Abdi İpekçi’yi de Ocak ayında öldürmeyi planlamışlardı.
Elbette hurufiler gibi Ocak ayı üzerinde spekülasyon yapmanın akılla bağdaşmayacağı ortada. Fakat Mehmet Ali Ağca da yine bir Ocak günü serbest kalınca insanın takvimden Ocak ayının sayfalarını teker teker yakmak istemesi anlaşılır. Deneyin, biraz olsun ferahlıyor insan.
BUNAKLIK
Nüfusu bu kadar genç bir ülkenin bunca bunak olması da Ocak ayını kolaylaştırmıyor. “Uğur Mumcu’yu kontrgerillanın öldürdüğünü öğrensem şaşırmam” dediğim için kıyamet koptu. Geçen hafta da yazmıştım, bunu ilk 1999 senesinde Milliyet gazetesinde Nazım Alpman’a söylediğimi. Herhalde bu cinayetin soruşturmasında yetkili ağızlardan dökülen “devlet yapmıştır, o isterse çözülür”, “bir duvar var, tek tuğla çekilse yıkılır ama ben o tuğlayı çekemem” lafları da başka bir izaha işaret etmiyordu yıllardır. On yedi sene boyunca hep tekrar edilenlerin ilk defa duyuluyormuş gibi etki yarattığı bir ülke burası.
Hakikaten öyle çünkü mesela Mehmet Altan şöyle yazıyor geçen gün:
“Önceki gün TV24’te, “Günün Manşeti” programında, Mehmet Ali Ağca’nın tahliyesi nedeniyle, Uğur Mumcu’nun yıllar önce bana söylediklerini naklettim. Uğur Mumcu, Ağca’nın “Abdi İpekçi’nin vurulacağını bildiğini, oraya bu nedenle gittiğini ama tetiği Oral Çelik’in çektiğini” söylemişti. Özen gösterip isim zikretmemiştim…”
AÇIK SIR
Uğur Mumcu’nun Mehmet Altan’la bir sır gibi paylaştığı bu bilginin yakın zamanda ortaya çıktığını sanmamak elde mi? Oysa Abdi İpekçi’yi Oral Çelik’in öldürdüğünü söyleyen kişi bizzat Mehmet Ali Ağca. İtalya’da Rebibbia Cezaevi’nde savcı Martella, savcı Scorto, zabıt katibi Arnoldo, Papa davası tanığı Uğur Mumcu ve bir tercümanın huzurunda 1983 senesinde. Bu sırrı babam bana gizlice söylediği için mi ben de biliyorum?
Nereden bildiğim açık. Uğur Mumcu’nun “Papa, Mafya, Ağca” kitabının 20. sayfasında yazıyor bunlar. 1984 yılında çıkan bir kitapta yani. Ben o vakitler 7 yaşında okuma yazmayı yeni öğrenmiş bir çocuktum hatırlamıyorum elbette.
Medyanın, Abdi İpekçi’yi öldürenin Oral Çelik olduğuna dair iddiaya yeni bir bilgi gibi heyecanla atılması dehşet verici. Bilgi çokça satan bir kitapta yer aldıktan 26 sene sonra hâlâ bir sır gibi dolaşıyorsa, bu memlekette ne, nasıl sorgulanacak?
DEZENFORMASYON SUÇLAMASI
Yine Ağca münasebetiyle Yıldıray Oğur bin yıllık bir teraneden bahsedip, Taraf gazetesindeki köşesinde şöyle buyurmuş mesela:
“Dün gazeteci Belma Akçura Taraf’ta çıkan söyleşisinde Abdi İpekçi davasında hedef şaşırtmak için ortaya atılan iddialardan bahsetti. Bunlardan en ünlüsü Ağca’nın arkasında Bulgar İstihbaratı ve mafyası olduğuydu. Türkiye’de yıllarca bu iddiayı istihbaratı güçlü olan Uğur Mumcu yazdı.” Sonra da yine aynı yazıda bunu Hrant Dink cinayetindeki dezenformasyon çalışmalarına benzetmiş. Bu çirkin imaya kızamıyor bile insan. Cehaletin parlaklığı öylesine göz kamaştırıyor ki. Çünkü Papa-Mafya-Ağca kitabında tüm bu dezenformasyon söylentileri güçlü bir şekilde yanlışlanalı çok oluyor. Kitaptaki tüm iddialar maddi delillere ve açık kaynaklara dayanıyor. Hepsi de dipnotlarla belirtilmiş. Yeni baskıları yapılıyor kitabın, alıp okumak mümkün. Paul Henze’yi, Kintex’i sadece röportajlardan değil bir de oradan okuyunuz.
Hangi hafızayla, hangi yetkinlikle kuklaların iplerini tutanlar ortaya çıkarılacak. Bir şaşkınlar toplumu olduğumuzu göstermiyor mu tüm bunlar?
Dezenformasyon yapmakla suçladığınız insanın kitabını bile alıp bir zahmet okumazsanız, saat ayarı hadisesinde olduğu üzere dezenformasyonun elinde oyuncak olmak da işten değil.
Faili meçhul siyasi cinayet kurbanlarını ancak ölüm yıldönümlerinde hatırlayan, en açık ve bilinen gerçekleri her defasında yeniden keşfedip şaşkınlaşan bir medya ile hangi cinayetin üzerine gidilebilir?
Ocak bitti sayılır. 19’unda Agos’un önündeydim, 24’ünde evimin önünde olacağım. Artık başka bir gün başka bir yerde anma törenine katılmamak tek arzum. Gerçi bu şaşkınlık, unutkanlık ve dağınıklığın hüküm sürdüğü araştırma ve fikir dünyasında bu biraz zor görünüyor.

 

ÖZGÜR MUMCU

(Uğur Mumcu’nun oğlu , Halkın Gazetesi Birgün Yazarı.) 

(HALKIN GAZETESİ BİRGÜN , 22 OCAK 2010)

 

‘daha nen olayım isterdin, onursuzunum senin!’ – CEMAL SÜREYA

‘..Tanrı
binbirinci gece şiiri yarattı
binikinci gece Cemal’i.

Binüçüncü gece şiir okudu Tanrı
başa döndü sonra,
kadını yeniden yarattı.

Cemal:
Atlas okyanusunda Fırat’ın salı
Zap suyunda Alp çiçeği..’

ÜLKÜ TAMER

 

AMA SENİN

Daha nen olayım isterdin,
Onursuzunum senin!

CEMAL SÜREYA

GÜL

Gülün tam ortasında ağlıyorum
Her akşam sokak ortasında öldükçe
Önümü arkamı bilmiyorum
Azaldığını duyup duyup karanlıkta
Beni ayakta tutan gözlerinin
 
Ellerini alıyorum sabaha kadar seviyorum
Ellerin beyaz tekrar beyaz tekrar beyaz
Ellerinin bu kadar beyaz olmasından korkuyorum
İstasyonda tiren oluyor biraz
Ben bazan istasyonu bulamayan bir adamım
  
Gülü alıyorum yüzüme sürüyorum
Her nasılsa sokağa düşmüş
Kolumu kanadımı kırıyorum
Bir kan oluyor bir kıyamet bir çalgı
Ve zurnanın ucunda yepyeni bir çingene 

CEMAL SÜREYA

 

‘..yıpranmışız bahçedeki kapı kadar ayrılıklardan ve beyaz hayaletlerinden gidenlerin..’ – JOHN BERGER

‘..yıpranmışız
bahçedeki kapı kadar
ayrılıklardan
ve beyaz hayaletlerinden
gidenlerin,
muşambalarla sarmalanmış ,
konuşuyoruz hala tutkuyu.
tutkumuz oysa tuz
içine postların bastırıldığı
yapalım diye meşinden
aşkın derisini..’

JOHN BERGER

‘..bir başka insanın yaşantısını anlamak için , insanın dünyayı , kendi bulunduğu yerden göründüğü gibi görmekten vazgeçip onu o obür insanın bulunduğu yerden göründüğü gibi yeniden görebilmesi gerekir.. örneğin , bir başkasının yaptığı seçimi anlayabilmek için, kafasında karşı kaşıya kalabileceği seçenek yoksunluğunu, kendine bir seçim hakkı tanınmayabileceğini düşünmesi gerekir.. toklar açların hangi seçeneklerle karşı karşıya olduklarını anlama yeteneğinden yoksundurlar.. bir başkasının yaşantısını anlayabilmek için, ne kadar beceriksizce de olsa, dünyanın parçalarının sökülüp yeninden takılması gerekir.. bir başka insanın öznel yaşamına girmekten söz etmek yanıltıcıdır.. bir başkasının öznelliği aynı dış gerçeklere bir başka kişisel yaklaşımdan ibaret değildir.. kendisinin merkezi olduğu gerçekler dünyasıdır değişik olan..’ – JOHN BERGER (Yedinci Adam / Verso Yayınevi)

 

‘..geçmiş, hiçbir zaman olduğu yerde durup yeniden keşfedilmeyi, aynıyla, olduğu gibi tanınmayı beklemez.. tarih her zaman belli bir şimdi’yle onun geçmişi arasında ilişki kurar.. demek ki şimdi’den korkmak eskiyi bulandırmaya yol açıyor.. geçmiş içinde yaşanacak bir şey değildir.. eyleme geçerken içinden bir şeyler çekip çıkarttığımız bir sonuçlar kuyusudur..’ – JOHN  BERGER  (Görme Biçimleri / Metis) 

‘..bir yazar olarak en büyük doyumu hissettiğim anlardan birinin ödüllerle filan hiçbir ilgisi yok. istanbul’daydım ve arkadaşlarla onların bir tanıdığını ziyarete bir gecekondu mahallesine gittik. gecekonduda çay içtik, uyduruk bir rafa dizilmiş yirmi kadar kitap vardı ve onlardan biri ‘yedinci adam’ın türkçesiydi.. bunu görünce yazar olduğum için ne kadar şanslı olduğumu düşündüm.. kitaptaki deneyim hayat deneyimiyle buluşmuş ve kabul görmüştü çünkü..’ – JOHN BERGER